FETÖ Darbe Girişimi Paralel Din Anlayişinin Sonucudur

15 Temmuz gecesi sivillerin ve devlet kurumlarının üzerine gözünü kırpmadan ateş açan, bomba yağdıran anlayış o gece dualarla, muskalarla Fetih hülyasıyla çıkmıştı yola. Halkın katillerinin gözlerinden din fışkırıyordu, katiller abdestliydiler…
O yüzden DAEŞ teröründe olduğu gibi 15 Temmuz’da da yaşadığımız ihanet terörürünün zihnîyet kodlarını sorgulamamız gerekir. O zihniyet Paralel Din’dir.

Paralel din, Allah’ın eksiksiz bir biçimde tamamladığı dine sonradan ilave edilen ve adına din denilen şeylerin tümüdür. Allah dinini Kur’an ile tamamlamıştır. Tamamlanmış olana yapılan her ilave, fazlalıktır. Allah’ın mükemmel olarak tamamladığı dine yapılacak her ilave, bu dinin genleriyle oynamaktır, anatomisini bozmaktır. Paralel din, genleriyle oynanmış İslam’dır. Genetiği bozulmuş, dejenere edilmiş, hormonlu dindir. İslam’ın gerçeği dururken, genleriyle oynanmış paralel İslam’a inanan kimsenin inanç genleri bozulur. İmanı hastalıklı hale gelir. İslam’ın en büyük hakikati tevhid iken, tutar Allah’a ulaşmak için, Allah ile arasına aracılar koyar. Kur’an’ın “Onlar şirk koşmadan iman etmezler” (Yusuf 12:106) dediği kimseler bunlardır. Şeyhlerini, gavslarını, kutuplarını, hocalarını, üstatlarını Mekke müşriklerinin yaptığı gibi putlaştırırlar ve dönüp “Bunlar bizi Allah’a yaklaştırıyor” (Zümer 39:3) sahte mazeretine sığınırlar. Şirklerine tumturaklı mazeretler bulurlar.

Kulları kendilerine kul edinmek için önce “evliya” diye adlandırdıkları çoğu ölü azı diri kullara kul olurlar. İmanlı bir ömür için dua etmek yerine “Son nefeste iman” için dua ederler. Kur’an’ın “Firavun imanı” olarak tanımladığı reddedilmiş bir imanı istediklerinin farkına dahi varmazlar. Allah Rasulü “Kızım Fatıma! Nefsini Allah’ın elinden satın al! Babam peygamber diye güvenme! Vallahi yarın senin için bir şey yapamam!” diye ölüm döşeğinde inlerken, bunların önde gidenleri arkalarına taktıklarına “kurtuluş” vaat ederler, “cennet” vaat ederler, cübbelerinde sıratı geçirmeyi vaat ederler. Bunun karşılığında onlardan tek beklentileri vardır: “Ölü yıkayıcı (gassal) elinde ölü (meyyit) gibi olmak.” Kur’an hep diriliş çağrısı yaparken, Kur’an’dan intikam alırcasına paralel din mensuplarına “ölü gibi olma” çağrısı yapar. Paralel din yalanı doğrusuna karışmış rivayetleri dirilere okuturken, içinde şüphe bulunmayan tek kaynak olan Kur’an’ı ölülere okutur.

Paralel din ile neyi kastediyoruz? “Ümmetin çıkarı ile cemaatin çıkarı karşılaşınca cemaat hep kendi çıkarını ümmetine çıkarından üstün tuttu. Hocam” demiştim kendisine 2005’teki görüşmemizde. Bence doğruydu. Dün de doğruydu bugün de doğru.

Bir gün bir görüntüsüne şahit oldum. “Kur’an müslümanlığı diye bir sapıklık çıktı” cümlesini duydum kendisinden. O anda yer yarılsa da utançtan yerin altına geçsem diye düşündüm. Duymasaydım, küt diye kırıldı gönlüm. Ben inanırım ki bunu söyleyene Allah da kırılır. Nasıl bir zihindir ki Kur’an’a uymayı, tabi olmayı sapıklık olarak görür. Ben aslında bunun çok da masum olmadığını düşünüyorum. Yani bu cümle bir insanın ağzından öyle kolay kolay çıkmaz. Bu cümle insanın ağzından çıkınca şu cümlenin çıkmasına şaşırmamak gerekir. “Peygamberimiz falan stada konsere geldi!”

Niye geldi? “Konser dinlemeye, şarkı türkü dinlemeye”. O günlerde iyi hatırlıyorum 900 müslümanı Arakan’da dirin diri yaktılar. Şimdi düşünebiliyor musunuz şöyle bir senaryo yazalım. Diyelim Arakanlı müslümanlar Peygamberden yardım istediler ve “Neredesin Ya Resulullah, yetiş” dediler. Geldi bir tanesi “Peygamberimiz meşgul, konsere gitti, şu anda müsait değil, daha mühim bir işi var, konser dinliyor” dedi. Böyle bir şeyi düşünebiliyor musunuz?

O günlerde de Gazze ateş üstündeydi. Suriye o günlerde yanıyordu. O günlerde (Fethullah Gülen’in tabiriyle) twitleri ikiye katlama emri ile meşguldü peygamberimiz! Ama Suriye’de yermuk kampında çocuklar, anneler açlıktan ölüyordu.-Haşa- Oraya vakit bulamıyor olsa gerek (!) Gazze’ye vakit bulamıyor olsa gerek. Doğu Türkistanımız var bir de. Doğu Türkistan’ın yağız delikanlılarını çöle götürüp kurşuna diziyorlar. Oraya da mesai yok, yetmiyor çünkü(!)

Kur’an keskin bir ruh beden ayrımına izin vermez. Bedensiz ruhun hareketine izin vermez. Kur’an buna asla kapı açmaz. Buna kapı açtığınızda işte geleceği yer burasıdır.

Hakikatle insanların arasına duvar örer de insanları her türlü spekülasyona açık hale getirirseniz, imanları her türlü istismara açık hale getirirseniz, o imanları birileri istismar eder. Onun için biri çıkar rüyamda Hz. Peygamberi gördüm şunu yapıyordu, şunu emrediyordu der. Sen biliyor musun Kur’an’da her peygamberin vahyine şeytanın müdahale etmek istediğini söyleyen ayet var. Peygamberin vahyine müdahale etmek isteyecek olan şeytan, senin hocana, senin müridine, senin şeyhine müdahale etmeyecek öyle mi? Var mı daha ötesi bunun!

Zarar Verirler Korkusuyla Gerçekleri Gizleyemeyiz

Allah’ın verdiği hükümlerle kıyaslarım insanların yaptıklarını. Bu konuda alimler olarak Allah’a söz vermişizdir. Bunu demezsem Allah dilimi yakar.Bunu derken de başıma bir şey gelecekmiş korkusu yaşamam. Zarar verirler demem, kampanya başlatırlar diye düşünmem. Adamı götürürlermiş, götürsünler. Bunu demezsem şeytanın sözcülüğünü yapmış olurum.

İnsanlar çok eski çağlardan beri birtakım hurafelereinanagelmişlerdir.Hurafe,bir inanç hastalığıdır.Bu nedenle de,genellikle hurafeci toplumlar hastalıklı toplumlar,hurafeci fertler ruhi yapısı dengesiz insanlardır.

Peygamberlerin görevlerinden biri de inanca musallat olan bu illeti tevhid akidesiyle etkisiz hale getirmektir.Fıkıhta ünlü bir kural vardır: Eşyada aslolan mübahlıktır.Akidede bu ilkenin karşılığı “kat’i bir delil olmadan inanmamak”tır.

Çünkü, mesele “inanmak” değildir. Asıl meseleinanılan şeyin “hakikat” olmasıdır. Onun için, batıla inanmaya “iman”, hurafeciye de “mü’min” denilemez. Çünkü imanın konusu, aklen ve ilmen kendisinden emin olduğumuz şeydir.

Somut birer varlık olan eşyada güç vehmetmekten daha beter bir hurafe olan soyut birer sembol olan harf ve rakamlarda birtakım sırlar ve manalar vehmetmek, insanoğlunun en eski hurafelerinden biridir. Bu hurafeler, kendisine inanan insanlarda gösterdiği etki sayesinde yaygınlaşmakta, batıl da olsa, insanın duyuları üzerindeki baskısı sonucunda gerçekleşen bir takım fiziki tezahürler, “evhamlı” insanların hurafelere inanmasına delil olmaktadır.

Din her şeye gücü yeten bir varlığa (Allah), sihir ise tabiattaki somut ya da soyut bir güce yönelmektir. Dinin bir cemaati, sihrin ise sadece müşterisi vardır. Dinde günah ve haram anlayışı varken sihirde yoktur. Dinde açıklık ve anlaşı- lırlık, sihirde ise kapalılık ve gizem esastır. Dinde erdem, itaat ve bağlanma, sihirde ise menfaat vardır. Sihir, ilahi otorite ve ahlaki kuralların dışındadır. İddiası, tanrı(lar)ı zorlayarak bir şey yaptırmaktır. Sihirbaz, menfaati için her kutsalı kullanmakta bir beis görmez.

Hurufilik, tarihin en eski hurafe yöntemlerinden biri. Harfler ve rakamlarla insanların duyguları üzerinde baskı kurma, onları, tabiat üstü varlıkları harekete geçiren birer parola olarak kullanma işinin bir parçası olan rakam değerli harf sistemini (ebced, cifir) Yahudileşen İsrailoğulları sistematik bir biçimde kullanmışlardır.

Sihirbazlık ve yıldız falcılığı Tevrat’ta yasaklanmasına rağmen Yahudiler bu işi yapagelmişlerdir.[1] Hatta Kabbala adı verilen ve ebced hesabına çok benzeyen bir rakamsal sihir sistemi Yahudilere atfedilir. Kur’an’ı Kerim Hz. Süleyman’ı “peygamber” olarak tanıtınca Yahudiler dediler ki “Muhammed Davut oğlu Süleyman’ı peygamber sanıyor, hâlbuki o büyücüydü.”[2]Bunun üzerine sihri “küfür” olarak niteleyen Kur’an, Hz.Süleyman’a yapılan bu iftirayı reddet-ti.Bu ayet aynı zaman da sihrin ilk defa nasıl öğretildiğini de bildirir:

“Onlar tutup Süleyman’ın yönetimine karşı(o dönemin) şeytanlarının düzüp koştuğu (komploları) izlediler. Oysa Süleyman küfre sapıp nankörlük yapmadı, aksine o(na komplo kuran) şeytanlar küfre sapıp nankörlük yaptılar: İnsanlara sihri öğrettiler. Yine (Medine Yahudileri) Babilli iki güç sahibine; Harut ve Marut’a verileni izlediklerini (iddia ettiler). Oysa o ikisi “Baksanıza biz (Babil esaretine dair) bir sınav aracıyız, sakın küfre sapma(yın)!” demedikçe hiçkimseye bir şey öğretmiyorlardı. Fakat (Babil’deki düzenbazlar) bu ikiliden kişi ile eşinin arasınıaçacak şeyler öğreniyorlardı. Ne var ki o (Babilli düzenbazlar), Allah’ın izni olmadan hiçkimseye zarar veremezlerdi; aslında onlar kendilerine fayda değil zarar verecek şeyler öğreniyorlardı. Doğrusu onlar, bu türden bir alışverişe giren kimsenin âhirette eli boş kalacağını çok iyi biliyorlar. Kişiliklerini sattıkları şey ne fenadır; keşke bunu olsun bilebilselerdi.”(Bakara 2/102)

Yahudiler, eski alışkanlıkları gereği hep gizemli şeylerin ardına düşüyorlar, tabiatta insanla uyum içerisinde yaşayan şeffaf güçleri, hasımlarının aleyhine kullanmanın yollarını arıyorlardı. Ayrıca “Ebu Cad hesabı” diye bilinip Türkçeye “ebced hesabı” olarak geçen rakam değerli harf sistemiyle, gelecekte vuku bulacak birtakım olayları bilecekleri- ni iddia ediyorlardı.[3]

İslâm âlimleri ebced sistemine hurafe olarak bakarlar. İbn Hacer bu sistemle varılan sonuçların batıl olduğunu, ona itimat etmenin caiz olmadığını söyler. İbn Abbas (r)’ın da ebced hesabından insanları sakındırdığı ve onu sihrin bir çeşidi sayarak “bu hesabın şeriatta yeri yoktur” dediği aktarılır.[4]

Yahudiler, ebced hesabı yöntemiyle bir kimsenin öleceği zamanı bileceklerini iddia ediyorlar, hatta kıyametin ne zaman kopacağını dahi hesaplamaya kalkıyorlardı. Bir keresinde Yahudi âlimlerinden Cebel b. Ebi Kuşeyr ve Şemoil b. Zeyd Rasulullah’a gelerek “Bize kıyametin ne zaman kopacağını haber ver” demişler,[5] bunun üzerine şu ayetler nazil olmuştu:

“Sana saatin ne zaman gerçekleşeceğini soruyorlar. De ki: “onun bilgisi ancak Rabbimin yanındadır.”(A’râf 7/187)

Bu konuda Kur’an’daki şu ifade de hayli dikkat çekici:

“Sana saatin ne zaman gerçekleşeceğini soruyorlar. Sen kim, onun zamanını söylemek kim?”(Naziat79/42-43)

Yahudiler, gizemciliğe pek meraklı olduklarından Kur’an’ın bazı sûrelerinin başında yer alan huruf-u mukattaa ile aşırı ilgilenmişlerdi. İlk elde bu harflerin ebced hesabıyla rakam değerinden yola çıkarak ümmetin ömrünü hesaplama yoluna gittiler.

İbn Hişam’ın haberine göre “Elif, lam, mim. Zalike’l-Kitab..” ayetleri indiğinde bir grup Yahudi, Nebi’ye gelerek kendisinden önceki tüm peygamberlere ümmetlerinin ömrünün Allah tarafından bildirildiğini, şu halde kendi ümmetinin ömrünün ne kadar olduğunu sordular. Bu soruya Rasulullah yerine Yahudi reislerinden Huyey b. Ahtab cevap verdi:

“ ‘Elif: 1, lam: 30, mim: 40. Toplamı 71 eder. Ömrü sadece 71 yıl olan bir dine girmeye değer mi?” dedi. Sonra sordu: “Ya Muhammed, buna benzer başka harf var mı?” “Evet” dedi. “Nedir?” diye sordu. Cevap verdi: “Elif,lam, mim, sad…” (A’râf 7/1)

“Vallahi bu daha uzun bir süre: elif:1, lam: 30, mim: 40, sad: 90. Toplam 161 yıl eder. Daha başka var mı?” dedi. Rasulullah “evet” dedi: “Elif, lam, mim, ra…” (13/1). “Bu daha da uzun” dedi: “elif:1, lam: 30, mim: 40, ra: 200. Toplam 271 yıl eder.” Daha sonra Huyey şöyle devam etti: Senin işin bize karışık geldi ya Muhammed, bize az mı söyledin, çok mu söyledin bilemiyoruz.” Sonra hep birlikte kalktılar. Huyeyy’in kardeşi Ebu Yasir ve diğer hahamlar dediler ki: ‘‘Ne biliyorsunuz,belki de bu rakamların tümünün toplamı Muhammed için- dir: 71+ 161 +231 + 171: 734 yıl.” Dediler ki: “Onun işi bize müteşabih göründü.’’ Bunun üzerine “Onun bazı ayetleri muhkemdir, bunlar kitabın anasıdır. Diğerleri de birbirine benzer. Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak, kendilerine göre yorumlamak için onun müteşabih ayetlerinin ardına düşerler” (Âl-i İmran 7) ayeti indirildi.”[6]

Kur’an’ın kınadığı halde Süheyli gibi bazı âlimler, Yahu- dilerin yöntemini kullanarak surelerin başındaki harflerin tekrarları atılınca, geriye kalanın bu ümmetin bekasına işaret edeceğini söylemişlerdir.[7]

Cifr, ebced, cümmel vs. gibi adlar verilen rakam değerli harf sistemiyle olayların zamanını, yerini, durumunu, sırrını keşfetmek için yapılan bu hurafecilik işlemine “hurufilik” adını verebiliriz. Tarihte bu adla ünlenmiş bir ekol de bulunmaktadır. İranlı Fazlullah Hurufi (öl. 1394) adlı bir şeyhin kurduğu bu tarikatta, görülmeyen güçleri harekete geçirmek ve tabiat üstü kuvvetleri kullanmak için birtakım harf, rakam ve şekillere özel anlamlar yüklenir.[8]

Örneğin: İnsan yüzünde doğuştan 7 hat vardır. İki kaş, dört kirpik ve bir saç. Bunlara “ana hatları” denir. Bunlar hal ve mahal toplamı 14 eder. Yedi de “baba hatları” vardır ki bunlar ergenlik çağında erkekte çıkar: Sağ ve sol yanak kıl- ları, iki burun kılları, iki bıyık ve bir de alt dudaktaki kıllar. Bunlar da hal ve mahal itibarıyla 14 eder. Toplamı 28 olur ki, bu da Kur’an’ın yazıldığı 28 harftir. Bu hatlar hava, su, toprak ve ateş gibi dört unsurdan meydana geldiği için her biri dört telakki edilerek 7 ile çarpılırsa yine 28 elde edilir. Bu saçma- lıklar tamamen Arap alfabesinin 28 harf olmasının büyük bir sır olduğu hurafesine yaslanmaktadır. Bu alfabeye Fars alfa- besinin “p, ç, j, g” harflerini de eklersek 32 eder. O halde 32 rakamı da bu kutsallıktan payını almalıdır.

“Rüyalarda Konuşturulan Peygamber”

Son Elçi Hz. Muhammed’in misyonu,insana kaybettiği anlamını yeniden kazandırmak ve doğru anlamanın tüm zamanlar da ve mekânlarda geçerli olan koordinatlarını göstermekti. O, bu ulvi görevini yaptı ve her ölümlü varlık gibi dünyayı terketti. Geriye insanoğlunun özbenliğiyle, Allah’la ve eşyayla ilişkisini en makul bir biçimde nasıl kurabileceğinin, bütün bunları nasıl anlayıp hayatını ne şekilde anlamlandıracağının “güzel bir örneğini”bıraktı.

Peygamber sayesinde anlama sorununu çözmesi ve hayatı tekrar anlamlandırması gerekenler, bizzat Peygamber’in kendisini yanlış anlamışlarsa, ne yapacaklardı? Nitekim öyle de olmuştu. Gönderiliş amacı doğru anlamayı temin olan Son Peygamber, kendisini ona nisbet edenler tarafından yanlış anlamanın nesnesi kılınmıştı.

Böylesi bir ortamda, peygamberlik kurumunun misyonunu hâlâ ifa etmesini beklemenin, abesle iştigal etmek anlamına geleceği aşikâr. Bu ilâhî müessesenin misyonunu tam anlamıyla ifa etmesi, “örnek” kılınan evrensel nebevî değerlerin yeniden üretilmesiyle mümkündür. Bu formasyonun kazanılması için de, bir örneklik kurumu olan peygamberlik kurumunu mitosa/efsaneye mahkûm edip insanüstüleştiren, ya da indirgemeci bir mantıkla tarihe mahkûm eden peygamber tasavvurlarının teşhir edilmesi şarttır.

Tarihte, Hz. Peygamber’i ve peygamberlik kurumunu yanlış anlamanın nesnesi kılan birçok düşünce, ekol, tavır ve davranış olmuştur. Bunlar içerisinde, Rasulullah’ın peygamberliğine inandığı hâlde onu sadece bölge Araplarının peygamberi kabul eden indirgemeci fırkalar olduğu gibi, Hz. Peygamber’in öldükten sonra yeniden dirildiğini ve aramızda yaşadığını iddia eden aşırı yüceltme yanlısı tavırlar da olmuştur. Suyuti’nin Tenviru’l-Halek fi İmkâni Ru’yeti’n-Nebiyyi ve’l-Melek adlı risalesinde yazdıkları bunun tipik bir örneğidir.[9]

Risale, kadim polemik türünün tipik bir örneğidir. Suyuti, bu konuda gelen sorular ve yapılan itirazlar üzerine kaleme aldığını söylediği bu risalesinde, tüm çabasıyla Rasulullah’ın halen hayatta olduğu ve aramızda dolaştığı tezini isbata çalışır. Ne ki, bunu pek de becerdiği söylenemez. Çünkü, hiçbir inandırıcı delile dayanmamaktadır. Tezini, ya simgesel bir iki rivayetin en uçuk yorumlarına, ya da adı sanı duyulmamış ‘ermiş’ menkıbelerine dayandırmaktadır. Serdettiği en sahih senetli rivayet, Buhari’nin naklettiği “Kim beni rüyasında görmüşse, iyi bilsin ki o beni uyanıklığında da görecektir. Şeytan benim kılığıma giremez’’[10] hadisidir.

Hadisin en ciddi problemi “İyi bilsin ki o beni uyanıklıkta da görecektir.” lâfzının nasıl anlaşılacağıdır. Zaten Süyuti de, hadisin her tür anlama ve yoruma açık olan bu kapısından girmektedir. Ne ki, hadisin bu lafzî problemi bir yana, bu hadis külliyen bir anlama problemine kurban edilmiştir. Çünkü, bu hadis yalnızca Rasulullah’ı hayattayken gören kimseler için geçerli olabilir; değilse kişinin rüyada gördüğünün Rasulullah olduğunu bilmesi nasıl mümkün olabilir? Sanırım Buhari, İbn Sîrîn’in “Onu kendi gerçek suretinde gördüğü zaman” notunu hadisin arkasına düşerken, bu ince ve önemli noktaya dikkat çekmek istemiştir.

Ulaşabildiği ne kadar menakıb varsa, onları tezine delil gösteren Süyuti, en sonunda Rasulullah’ın ısrarla nehyettiği “aşırı yüceltme”nin tipik bir örneğini teşkil eden şu garip sonuca ulaşır:

“Bütün bu nakiller ve hadislerden çıkan sonuç şudur: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ruh ve ceset olarak diridir; o, aynen vefatından önceki şekil ve şemailiyle, hiç değişmemiş bir halde yeryüzünün her bir tarafında ve semavî âlemde tasarrufta bulunmakta, istediği gibi gezip dolaşmaktadır. Ne ki o, cesediyle diri ve hayatta olmasına rağmen, tıpkı melekler gibi göze görünmemektedir. Allah, onu görmeyi ikram ettiği kullarına onu göstermek istediği zaman perdeyi kaldırır; o da onu gerçek kimliğiyle görür. Buna herhangi bir engel yoktur. Onu görmeyi (Abdülkahir el-Bağdadi gibi) misal âlemine tahsis etmenin de gereği yoktur.”[11]

Aynı risalesinde Suyuti, kaynak göstermeksizin, Ebu Mansur Abdulkahir b. Tahir el-Bağdadi (öl. 429/1037 m.)’nin tamamen subjektif yorum ve spekülasyona dayalı olan şu sözlerini nakleder:

“Dostlarımızdan muhakkik kelâmcılar Peygamberimi- zin vefatından sonra da diri olduğu görüşündedirler. Yine o, ümmetinin taatına sevinmekte, onlar içerisinden asi olanlara üzülmektedir… Musa, kendi çağında ölmüştü. Fakat Peygamberimiz, onu kabrinde namaz kılarken gördü. Miraç hadisinde, onu dördüncü kat semada gördüğünü haber verdi. O, Âdem ve İbrahim’i de gördü. Bu aslın bizim için sahih olduğu ortaya çıktığı zaman deriz ki: Peygamberimiz sallal- lahu aleyhi vesellem, vefatından sonra da yaşamaktadır ve o peygamberliğini sürdürmektedir.”[12]

İlginç olan şey, tarihsel varlığı Sünnî ve Şiî ilahiyatçılar arasında tartışılan Abdullah İbn Sebe’nin de Rasulullah’ın öldükten sonra geri döneceğine (ric’at) inandığı ve buna Kur’an’dan alakasız bir ayeti delil getirdiği rivayetidir. Taberi’nin nakli şöyle:

“Suriye halkından istediğini elde edemeyince, onu çıkardılar. Mısır’a gitti, orada yerleşti. Onlara şöyle dedi: ‘İsa’nın döneceğini iddia edene ve Muhammed’in döneceğine inanmayana şaşılır.’ Yüce Allah, şöyle buyurmuştur: ‘Kur’an’a uymayı sana farz kılan Allah, seni döneceğin yere döndürecektir.” (Kasas 28/85) Muhammed dönüşe İsa’dan daha layıktır. Şöyle diyor: ‘Bunu kabul ettiler, dönüşü onlara kabul ettirdi. Bu konuda konuştular.’[13]’’

Hz. Peygamber’in ölmediğini ya da öldükten sonra cesedinin diriltilip aynen eski bedeniyle aramızda dolaştığını iddia eden kimseler, bu iddialarının doğal bir uzantısı olarak Rasulullah’la bedenen görüştüklerini de iddia etmişlerdir.[14] Ancak, Rasulullah’ın vefat günü Rasulullah’ın ölümünü, hissî nedenlerle kabullenmek istemeyen (bir ihtimal siyasi birtakım sakıncalarla duyulmasını istemeyen) Hz. Ömer’e hatırlatıldığı gibi, bu insanlara da ilâhî yasanın herkes için geçerli olduğunu hatırlatan mutlaka olmuştur:

“Muhammed yalnızca bir elçidir; ondan önce de elçiler gelip geçmiştir. O hâlde o ölür ya da öldürülürse, topuklarınız üzerinde gerisin geriye mi döneceksiniz? Fakat kim topukları üzerinde gerisin geriye dönerse, iyi bilsin ki Allah’a hiçbir zarar veremez; hâlbuki Allah şükredenlerin karşılığını verecektir.” (Âl-i İmran 3/144)

Her canlıya ilişkin ilâhî yasayı hatırlatan şu ayeti ‘te’vil’ etmek mümkün mü: “Her can ölümü tadıcıdır.”(Âl-i İmran 3/185) Hayır. Bu hatırlamak ya da hatırlatmakla ilgili değildir.

Bu bir “tasavvur”dur ve bu tasavvur daha temelde bir anlama sorunuyla ilgilidir. Bilgi, “ilgi” ve “bütüncül bir varlık formu” hâline dönüşmeden malumat olarak kalmışsa, anlama sorununu çözmek için yeterli olmamaktadır. Tıpkı Heidegger’in dediği gibi “Bilmek, bir kimsenin bilinç dolabına ganimetle dönmesi değildir. Aksine bilmek bir birliktelik, bir varlık formudur ve ilgidir.”

Anlama sorunu, yukarıda örneğini verdiğimiz yanlış anlamayla sınırlı kalmamıştır. Bu sorunun pençesine düşenler arasından, peygamber tasavvurunu en uç noktaya götürerek onu ilahlaştıranlar da çıkmıştır. Ebu Muhammed Ali İbn Hazm (384-456 h.), dinler ve mezhepler tarihi alanında ha- tırı sayılır bir yeri olan el-Fasl fi’l-milel ve’l-Ehvai ve’n-Nihal adlı eserinde, Hz. Peygamber’in tanrı olduğuna inananların varlığını dile getirir:

“Muhammediyye adıyla tanınan bu fırka mensupları ‘Muhammed aleyhisselam, Allah’ın ta kendisidir’ iddia- sındadırlar. Allah’ın şanı onların küfründen beri ve yü- cedir. El-Behneki ve Feyyad b. Ali onlardandır. Bu ikinci- sinin, bu manada el-Kıstas diye adlandırdığı bir de kitabı vardır. Onun (Feyyad b. Ali) babası ise, İshak b. Kindac’ın yöneticiliği döneminde görev almış olan ünlü bir kâtiptir. el-Feyyad… Bu Allah’ın lanetine uğrayasıcayı, Mu’tezid döneminde faaliyet gösteren bir gruba mensup olduğundan dolayı el-Kasım b. Abdullah b. Süleyman b. Vehb (öl. 291 h.) katlettirmiştir.”

Paralel Din anlayışı deşifre olup bertaraf edilmeden FETÖ gibi yapılanmaların ihanetleri, zulümleri de giderilemez. Bu yüzden çarpık Allah ve Peygamber tasavvurları ve bulanık gayb anlayışlarına karşı arı-Duru Kur’anî bir yenilenme , Vahiyle arınma tek çıkış yolumuzdur.

[1]Levililer, 19/26, 31, 20/27; Çıkış, 22/18; İşaya, 47/8-14.

[2]İbnü’l-Cevzi, Zadu’l-Mesir, 1/120.

[3]Ebced (Ebu Cad) hesabını bazıları Araplara mal etmişse de işin aslı öyle değildir. Bu sistem Yahudiler tarafından daha önce kullanılmakta olup, Araplara onlar vasıtasıyla geçmiştir. Cemaleddin Kasımî de bu konuda şöyle der: Arapların rakam değerli harf kullanmaya alışkın oldukları çok su götürür bir konu. Belki de onların böyle bir şey kullandıkları vaki değildir. Siyercilerin söylediklerine göre onun aslı Yahudilere dayanır. el-Kasımî, Mehasinu’t-Te’vil, 1/69.

[4]İmam Suyuti, el-İtkan, 3/26.

[5]İbn Hişam, 2/198.

[6]İbn Hişam, 2/171-173. Suyuti, el-İtkan, 3/25-26.

[7]Suyuti, el-İtkan, 3/26.

[8]Abdulbaki Gölpınarlı, Hurufilik Metinleri Kataloğu, s.19-20 vd.

[9]Celaleddin es-Süyuti, şerh ve tahkik: Sa’id Muhammed el-Liham (Resailu’s-Suyuti 13), Âlemu’l-Kutub 1417-1996, Beyrut.

[10]Buhari, Ta’bîr 95.10, 6/2567; Muslim, Ru’ya 42, 4/1775. Muslim’deki metin “Beni gerçekte görmüş gibi olur” şeklindedir. İbn Hibban’ın naklettiği metinde ise İbn Hibban “Gerçekten görmüş gibi olur” şeklinde açıklar. Zaten İbn Cuhayfe’den naklettiği metin de “Sanki beni uyanıkken görmüş gibi olur.“ rivayetidir.

[11]Suyuti, Tenvir, 35. 11

[12]a.g.e. 30.

[13]Taberi, Tarih, 2/615.

[14]Bunu açıkça söyleyenlerin başında Rasulullah’ı bir zaman Şeyhi Ceberti suretinde, bir başka zaman eş-Şibli suretinde gördüğünü söyleyen el-Cîlî gelir. el-İnsanu’l-Kâmil, 2/46. Açıktan söylemese de, Tenviru’l-Halek adlı kitabındaki İmalardan yola çıkarak, Süyuti’yi de bunlar arasında sayabiliriz.

Yorum Yaz