Fetret

İslam Medeniyeti’nin ihtişamlı yerine, Batı Uygarlığı talip olduktan sonra ne oldu?

Bu soruyu siyasal tarihe taşıyarak soralım: Osmanlı sonrası, bu topraklarda olan-bitenin doğru adını nasıl koymalı?

Mesela, Osmanlı’nın yerini ne doldurdu?

Yeni rejim mi?

Elbette hayır. Hayır, çünkü ne yeni rejimi kuran kadroların böyle bir iddia ve talebi vardı, ne de vakıa bunu doğruluyor. Rejimin resmi tezi de zaten “Osmanlı’nın yerini doldurmak” değil. Bırakınız bunu, eğer ortada “yeni” denilmeyi hak edecek bir oluşum varsa dahi, bunun redd-i miras üzerine kurulduğunu söyleyebiliriz. Neticede, Osmanlı’nın yerini kimse doldurmadı. O yer boş duruyor.

Belki bundan da önce şu soruyu sormamız gerekiyor: Osmanlı’ya ne oldu?

Tasfiye mi edildi, yatağına çekilmeye mecbur mu edildi, “durduruldu” mu, yoksa “yandı bitti kül oldu” da, küllerinden başka birileri mi doğdu?

“Yandı bitti kül oldu” seçeneğine “evet” dersek, şu soru önem kazanıyor: Peki, Osmanlı’nın yerine adına “devlet” denilmeye layık, ismiyle müsemma olan bir yapı kuruldu mu?

Bu soruya “hayır” desek bir türlü, “evet” desek bin türlü…

Evet’se, “Hani o, nerede?” diyenlere ne cevap vermeli? Vesayeti hatırlatanlara, Mondros’u, Lozan’ı, Hilafet pazarlıklarını, Nato’yu, Marshal Planı’nı, AET, AT ve en son AB’ı hatırlatanlara, dahası işin gelip ABD’den Türkiye için “genel vali” düzeyinde atamalar ve ithal başbakan adaylarına dayandığını söyleyenlere ne demeli?

Tamam, bu iş oldukça karışık ve çok bilinmeyenli bir denklem. Biz de, vitrine bakıp sorumuza “Evet” diyenler gibi, “mış gibi”yi kabul edip var sayalım. Fakat bu kez, var kabul ettiğiniz rejimin ne olduğu sorusu zihinleri tırmalayacaktır.

Cumhuriyet…

Gerçekten de fazilet rejimi, fakat adını “Cumhuriyet” koymak yeter mi? Eski tartışmadır: İsim müsemmanın aynı mıdır, gayrı mıdır? Yani, bir şeyin adını bir başka şeye koyarsanız, o şey o olmuş olur mu?

“Evet” demeyiniz, yoksa birileri şu sorularla sizi mahcup eder:

Birinci Meclis nasıl bir gecede sukut etmişti? İkinci Meclis’in ikinci gurubuna yapılanların ve Ali Şükrü Bey cinayetinin, Deli Halit Paşa cinayetinin, Topal Osman vakasının aslı neydi? TCF’na ve SF’ya ne olmuştu? Menemen’de olanlarda “cumhur”un dahli neydi?

“Cumhur”un yönetime katılımı nasıl ve ne şekilde olmuştu? Sözgelimi ilk 15 yılda yapılanlar cumhura sorulsaydı, ne cevap verirdi?

Cumhuriyet için yapılan sorgulamanın aynısı “Demokrasi” için yapıldığında da sonuç değişmiyor. Benim cevap veremeyeceğim birçok soru var:

Cumhurun başbakanının asılması ve bunun da hesabını soran bir “Devlet”in çıkmamış olmasını nasıl açıklarsınız? Milletin seçtiği bir başbakanın eline 23 Nisan müsamere çocuklarının eline tutuşturulan kağıt gibi, 28 Şubat’ta tutuşturulup “imzalayacaksın!” denilmesini, hangi demokratik teamüle uyduracaksınız?

Makrodan başlayıp mikroya doğru yürüyün. Hepsinde de sorularınız cevapsız kalacaktır.

Neden?

Söylemesi ayıp, “Korkudan”.

Peki, eğer Osmanlı sonrası gerçek anlamda bir “üst kurum”un varlığından söz edilemezse, o halde sizi korkutan güç kimin gücü?

Bostandaki Hoca fıkrası geldi aklıma: “İşte onu, ben de merak ediyorum!”

Şaka bir yana, bütün bu soruların ve bunlarla birlikte daha sormaya bile cesaret edemeyeceğiniz birçok sorunun en kestirme cevabı tek bir sözcükte gizlidir:

Fetret…

Hem size bir şey söyleyeyim mi: Eğer imkanınız olsa da bu soruların hepsine cevap bulabilseydiniz, varıp önünde duracağınız sözcük yine “fetret” olacaktı.

Eğer, tarihimizin bu en sancılı dönemini “uzun süren bir fetret” olarak adlandırırsanız, Yahudi sorununun yüzyılın başında neden Batı’nın kucağından İslam’ın kucağına oturtulduğunu daha kolay anlarsınız. Tabi ki, İsrail diye bir “devletin” gerçekte olmadığını, “mış gibi” olduğunu, fetret’in müsebbibi olan Batı ve ABD’nin bölgedeki varlığına giydirilmiş bir kılıf olduğunu da.

Adını doğru koyarsanız, “Bu fetret sırasında suni yöntemlerle üretilen zümreleri ne yapacağız?” gibi abes bir soruya cevap (/soruna çözüm) arama sıkıntısına girmezsiniz.

Adını fetret koyarsanız, “Onlar var değil, asıl biz yokuz” dersiniz ve “Biz”i var kılmanın sancısıyla doğru olanı, doğru yerden başlayarak, doğru adamlarla doğru yaparsınız.

Taktik değil stratejik düşünürsünüz. Ağrı ve ateşle değil, ağrı ve ateşi doğuran mikropla, virüsle, bakteriyle mücadele edersiniz. Röpor taşını doğru yere koymadan, araziyi doğru ölçüp herkesin hakkını herkese vereceğini iddia eden zavallıların ya ahmak, ya da gerçeği bile bile örten birer işbirlikçi olduğunu anlarsınız.

Büyük taş yanlış yerde…

O yerine konuluncaya kadar “fetret” sürecektir. Fetret bittiğinde, her fetrette ortaya çıkan ve gerçekte ömrü fetretle sınırlı olan gölgeler de bitecektir.6

Yorum Yaz