Fıtrata Uygun Hayat Kur’âni Hayattır

“Yonga” hükmünde olan kayısı çekirdeğinin içindeki ilahi yazılım, uygun ortamı bulduğunda allah’ın hayy isminin tecellisi olarak ortaya çıkar.

Fıtrat’ın kavramsal alanı

“Yaratılış” manasına gelen fıtrat’ın kök anlamı “bir şeyin açılması ve içindekinin ortaya çıkması”dır. Ağzı açılınca ortaya çıkan “içindeki”, kelimenin tam manasıyla “yaratılış”tır. Oruçlunun ağzı açıldığı için orucu bitiren yemeğe iftârdenilmiştir. Belki bunda “içindekinin ortaya çıkması” manası da saklıdır. Zira açılan ağızdan yiyecek ve içeceğin girişiyle oruç manen dışarı çıkmıştır.

Fatara“yardı” demektir. Bu yarma, bir odunu veya bir deriyi ikiye yarma anlamında değildir. Bu işler için şakka fiili kullanılır. Bu yarma, “bir çekirdeğin filiz ve sürgün vermek için kabuğunu çatlatması” anlamında bir yarmadır. Mesela bir buğday tanesi düşünelim. Çimlenecek bir ortamda, buğdayın içinde potansiyel halde bulunan buğday başağının, danenin kılıfını yararak filiz halinde ortaya çıkması fatara fiili ile ifade edilir. Mesela bir kayısı çekirdeği düşünelim. Bu çekirdeğin içinde bir kayısı ağacı potansiyel halde saklanmıştır. Koca bir kaysı ağacı, saçakları, kökü, gövdesi, dalları, yaprakları ve meyvesiyle, bir program olarak kodlanmıştır. Bu kaysı çekirdeği adeta bir elektronik hücre olan “yonga” hükmündedir. Bunun içindeki ilahi yazılım, uygun ortamı bulduğunda Allah’ın Hay isminin tecellisi olarak ortaya çıkar. Bunun için çekirdeğin ilk yapması gereken, dişin bile kırmakta çok zorlandığı kabuğu çatlatmasıdır. İşte bu eylem fatara fiiliyle ifade edilir.

Kelime bu yolu izleyerek, mücerret “yarık, eksik, gedik, noksan, çatlak” manasına ulaşmıştır. Mülk Sûresi’nin girişinde Allah’ın yaratışının mükemmelliği ifade edilirken “Dön de bir bak bakalım, bir eksik gedik görüyor musun?” âyetindeki futûr böyledir. Kur’an’daki İnfitâr Sûresi’ne adını veren âyette geçen infitâr’a tefsir geleneğimiz “kıyamet” anlamı yükler. Fakat bu doğru değildir. İnfitâr, kelimenin kalıbının da gösterdiği gibi “kıyametten sonraki yeniden yaratılış” anlamına gelir. İnfitâr’ın tam açılımı şudur: “İlahi emre boyun eğerek bir çekirdeğin filiz vermek için yarılışı gibi yaratılışın yeniden iadesi”.

Bu kökten türeyen tüm kelimelerde ortak ve gizli bir vurgu vardır: Yaratılış. Esasen fatara fiiliyle ifade edilen her tür yarma ve yarılmanın tek amacı vardır: Potansiyel haldeki yaratılışın ortaya çıkması…

Batıda yaklaşık 200 yıldır gündeme gelen “varlıkbilim” (ontoloji) bizdeki fıtrat’ın karşılığı olarak kullanılmaktadır. Bu anlam bire bir değil yaklaşık bir anlamdır. Çünkü ontoloji, batıda ortaya çıkan tüm modern disiplinler gibi seküler ve pozitivist bir temel üzerinde yükselmektedir. Bizde ise fıtrattan söz edildiği her yerde kaçınılmaz olarak bir yaratıcıdan ve onun eşyaya aktif ve aktüel müdahalesinden söz ediliyor demektir.

Bazı kavramlar fıtratla bağlantılıdır. Mesela tabiat, fıtratı istikametinde davranma yeteneğinin o şeyde yerleşik hale gelmesini ifade eder. Seciye, fıtratla uyumluluğu ifade eder. Sünnetullah, fıtrattan daha geneldir. Eşyaya fıtrat koymak ve eşyanın bir fıtrat taşıması ilahi bir sünnettir. Şems Sûresi’nin 8. Âyetinde geçen tesviye’nin açılımı olan mâ hulika leh(yaratılış amacı) fıtratla doğrudan bağlantılıdır.

Allah eşyaya fıtrat koyan bir Fâtır’dır

Fâtır, Allah’ın esma-i hüsnasındandır. Tam açılımı, “bir şeyin yaratılıştan taşıdığı potansiyeli bilfiil ortaya çıkaran zat” demektir. O varlığın ilk yazılımını yazan Bâri’dir. O yazılımlara uygun olarak ilk örnekleri yaratan Bedi’dir. O ilk örneklerden ortak özelliklere dayalı türleri yaratan Fâtır’dır. Bu yaratma süreçlerinin tümünü birden içeren mübarek isim Halık ismidir.

Fâtır Allah bir şeyi sadece yaratmakla kalmaz, o yarattığına bir de “yaratılış kodları” yerleştirir. Bu kodlar, ilahi imza hükmündedir. Eşya, yaratılış kodları sayesinde hüviyet/kimlik sahibi olur. İşte bu yaratılış kodlarına “eşyanın fıtratı” adı verilir. Biz, kendisine Fâtır olan Allah tarafından ihsan edilen kodlar sayesinde, “eşyanın yaratılış amacından” söz edebilir.

Fıtrat’ın öznesi Allah’tır. Fıtrat fiili Kur’an’ın her yerinde sadece Allah’a nisbet ve izafe edilir: Fıtratallahi(Allahu) fâtırı’s-semâvâti… Eşyaya fıtrat koymak Allah’a mahsustur. Bunu Allah’tan başka kimse yapamaz. Hiçbir güç, varlığı oluşturan şeylerden her hangi birine fıtrat koyamaz. Yani fıtrat koymak Allah’a mahsustur. Allah’a mahsus olan bir eylemin teşekkürü, Allah’a mahsus olan hamd’dir. İşte şu âyet bu hakikati ifade eder: el-Hamdulillahi fâtırı’s-semâvâti ve’l-ard: “Hamd tümüyle göklere ve yere fıtrat koyan/gökleri ve yeri bir çekirdeği yarar gibi yoktan var eden Allah’a mahsustur.” (Fâtır 35/1).

Yani: Fıtrat koymak kime mahsus ise, hamd de O’na mahsustur. Zaten fiili hamd fıtrata uygun davranmak veya eşyayı fıtratı istikametinde kullanmaktır.

İkisi de elhamdulillah ile başlayan Fatiha Sûresi’nin ilk âyeti ile Fâtır Sûresi’nin ilk âyeti arasında ilginç bir irtibat vardır. Fâtiha’daki Rab isminin yerini diğerinde Fâtır ismi almıştır. Fatiha’daki “alemler”in yerini Fâtır’da “gökler ve yer” almıştır. İlkinde hamdin sebebi ilahi rububiyyet iken, ikincisinde hamdin sebebi ilahi fıtrattır.

İnsanın gücü eşyaya fıtrat koymaya yetmez. Fakat insan eşyanın yaratılıştan taşıdığı ilahi formatla oynayabilir, hatta onu bozup tahrif edebilir. Ona müdahale edebilir. İşte bir adıyla “şer”, diğer adıyla “kötülüğün kaynağı” problemini böyle anlayabiliriz.

Fıtrat “şer” problemini anlamakta anahtar kavramlardan biridir. “Her şeyin bir fıtratı vardır” hakikati, “her şeyin bir yaratılış amacı” vardır hakikatini zorunlu kılar. Yani bir şeyin fıtratı o şeyin mâ hulika leh’idir (yaratılış amacı).  Bir şeyi yaratılış amacı istikametinde kullanmak “hayır”, bir şeyi yaratılış amacının dışında kullanmak “şer”dir. Bir şey yaratılış amacından ne kadar uzaklaşırsa, şer de o kadar büyür. Fakat sonuçta ortaya çıkan şer, o şeyin yaratılışından kaynaklanmaz, o şeyi yaratılış amacı dışında kullanmaktan kaynaklanır.

Mesela domuz yaratılışı itibarıyla şer değildir. Aksine domuzun fıtratından kaynaklanan bir yaratılış amacı vardır ve bu amaç da hayırdır. Zira domuz, harika bir tabiat çöpçüsü olsun için yaratılmıştır. Domuz her şeyi yer. Yediğinin kokuşmuş olup olmadığına, mikrop üretip üretmediğine asla aldırmaz. Esasen görevi mikrop üreten organik ve inorganik kalıntıları temizlemektir. Bu gerekçe domuz yasağının fıkhi boyutuyla ilgilidir. Ama bu yasağın bir de ahlaki boyutu vardır ki, o “sınırsızlık”tır. Evet, domuz ahlaken “sınırsızlığı” temsil eder. Zira domuz yiyecek seçmez. Yenebilecek her şeyi yer. Diğer birçok hayvan gibi eş de seçmez ve eşini kıskanmaz. O konuda da sınırsızdır. Üremede de neredeyse sınırsızdır. Kur’an madden domuz etini haram kılarken, zımnen de domuzlaşmayı haram kılar.

Bu ahlaki yasaktan çıkarılacak ahlaki ders şudur: Sınırsızlık domuzluktur. Allah insan domuzlaşmasın diye insana sınırlar koymuştur. İnsan yiyeceği şeyleri seçmelidir. Her şeyi yememelidir. Pis ve kokuşmuş olanları yemediği gibi, manen kokuşmuş olan haramı da yememelidir. Haramı helalden ayırt etmelidir. İnsan duygularını kontrol etmeyi bilmelidir. Tersi duyguda domuzlaşmaktır. İnsan her aklına eseni yapmamalıdır. Kendisine sınır koymasını bilmelidir. Her kafasına eseni yapmak özgürlük değil domuzlaşmaktır. Sözün özü, domuz yaratılış amacı itibarıyla hayır iken, eğer yaratılış amacı dışına çıkarılırsa şer olur. Bir şeyin yaratılış amacının olduğundan söz etmek, onun fıtratının olduğundan söz etmektir.

Akıllı ve akılsız, şuurlu ve şuursuz tüm varlıklar için fıtrat söz konusudur. “Allah, göklerin ve yerin Fâtır’ıdır.” Fâtır Sûresi’nin girişinde yer alan bu âyet, göklerin ve yerin de bir fıtratı olduğunu ve bu fıtratı Allah’ın koyduğunu ifade eder. Göklerin ve yerin bir fıtratının olduğunu söylemek, göklerin ve yerin bir amaca mebni olarak yaratıldığını söylemektir. Vahiy insandan eşyanın amacı üzerinde yoğunlaşmasını istemektedir.

Sual: Bunu neden istemektedir?

Cevap: Eğer insan eşyanın yaratılış amacını keşfederse, onu amacı dışında kullanmaya tevessül etmez. Böylece hayır için yaratılan eşyadan şer hasıl olmamış olur. Bu insanın hayrınadır. İnsan böyle yapmakla hem Allah’ın hakkına, hem de eşyanın hakkına riayet etmiş olur. Aynı zamanda böyle davranmak o eşya için Fâtır’ına şükür olur. Şükreden kimseye, o nimet artırılır. Hem eşyanın fıtratını bilmek, o eşyayı tam kapasite kullanmaya vesile olur. İşte bu da nimetin bir tür artırılışıdır.

İnsan fıtratı, hayır ve şerri ayırt edebilecek şekilde yaratılmıştır. Bu manasıyla fıtrat, vicdan ile eş anlamlıdır. Vicdana, sonradan edinilmeyip her insanda yaratılıştan ‘bulunan’ bir atiye-i ilahiye olduğu için vicdan denilmiştir. Vicdan da tıpkı akıl gibi pasifleştiğinde yok sayılan bir haslettir. Vicdan var sayılmak için ille de aktif ve faal olması gerekir. Dinin amacı insanda aktif bir vicdan inşa etmektir. Aktif olan vicdan, fıtrattan beslendiği için hayır ve şerri tanır. Şu haberde ifade edilen hakikat de budur: “Hayır, nefsin kendisine ısınıp kişinin kalbine yatan şeydir, şer nefsin kendisine soğuk durduğu, insanın içine yatmayan yüreğin karardığı şeydir; fetva verenler ne fetva verirse versinler” (Ahmed b. Hanbel)

Fıtrattan söz etmek, eşyanın anlam ve amacından söz etmektir. Anlamlılık ve amaçlılık, yaratılışın ilk yasasıdır. Eşyadaki düzen ve nizam da, eşyanın bir anlam ve amacının olduğuna delalet eder. Eşyanın anlam ve amacının olduğunu kabul etmek, ahlaki sorumluluğun da kaynağıdır. Dolayısıyla eşyanın bir fıtratı olduğunu kabul etmek, ahlaki kayıtsızlığı, nihilizmi, yaratılışın saçma olduğu sapık düşüncesini ve her tür materyalizmi reddetmektir.

Fıtrat ilahi formattır

Mahlûkat yaratılıştan bir formata sahip midir?

Bu suale hayır demek, varlıktaki düzen ve uyumu inkâr etmektir. Varlıktaki düzen ve uyumu inkâr ise mümkün değildir. Zira bu bedihi bir hakikattir. O halde sualin doğru cevabı kocaman bir “evet” olmak zorundadır.

Eşya, bir yaratıcı elinden çıktığını fıtratıyla ifşa eder. Eşyanın fıtratı, iletişim çağının elektronik diliyle konuşacak olursak, “ilahi format”tır. Fâtır Allah, eşyayı yaratırken ona imzasını atmıştır. İlahi bir imza olan eşyanın formatı, onlara isim vermemizi mümkün kılan şeydir. Yani fıtrat, Âdemoğluna Allah’ın bir ikramı olan “isimlerin öğretilmesi” (ta’limu’l-esmâ’) hakikatiyle alakalıdır. Eğer Allah eşyaya fıtrat vermemiş olsaydı, eşyanın hüviyeti (kimliği) olmazdı. Eğer eşyanın hüviyeti olmasaydı, biz ona isim veremezdik.

Fıtratın ilahi format olduğunu şu âyet de teyit eder:

“Allah’ın boyası… Kim Allah’tan daha güzel boya vurabilir ki? İşte biz, (bunun için) yalnız O’na kulluk ederiz!” (Bakara 2/138).

“Allah’ın boyası” anlamına gelen sıbğatallah nedir? Bununla ne kastedilmektedir?

Bizce “Allah’ın boyası” ile ilahi format olan fıtrat kastedilmektedir. Zira Allah insana yaratılıştan bir format çekmiştir. Bu formata yukarıdaki âyette “Allah’ın boyası” adı verilmektedir. Âyetteki “boya”, kelimenin tam anlamıyla bir “mecaz”dır. Nasıl ki yaratılıştan taşıdıkları doğal renkler, görünen varlıkların kimliğinin bir parçasını oluşturuyorsa, insanlara da Allah’ın yaratırken vurduğu bir manevi boya vardır. O boya fıtrat boyasıdır. Bize kadar ulaşan ilk tefsir sahiplerinden İmam Ebu Ubeyde ve İmam Ferra da sıbğatallah (Allah’ın boyası) terkibini fıtratallah (Allah’ın fıtratı) ile açıklamışlardır.

O boyanın üzerine sürülecek her boya sentetiktir. O sentetik boyalar asla fıtrat boyasının yerini tutamaz. Allah Rasulü’nün Rum Sûresi’nin 30 âyetini okuyuşu ve tefsiri gibi görünen; “Her doğan İslam fıtratı üzere doğar. Fakat ebeveyni onu sonradan Yahudileştirir, Hıristiyanlaştırır veya Mecusileştirir” (Buhari ve Müslim) hadisi de bu hakikati ifade eder. İslam boyasının üzerine, aile, eğitim, çevre, okul, toplum yoluyla sürülen sentetik boyalar bir vesileyle döküldüğünde, altında fıtrat boyası çıkmaktadır. Bazen 30 senenin sentetik boyasını 3 dakikalık sabah ezanı veya yitirilen bir yakının acısı veya yaşanılan bir şok sıyırıverir. Her gün şahit olduğumuz sayısız hidayet hikâyelerinin ardında, işbu hakikat yatmaktadır.

Fıtrat ilahi format olduğu için, insanın özüne dönmesi her zaman mümkündür. Bu “istiğfar” ve “tevbe” kavramlarıyla karşılanan bilinç yenileme hadisesidir. Fıtrata dönüş, tabiri caizse “fabrika ayarlarına” dönüştür. İnsan yaratılıştan taşıdığı ilahi format olan fıtratına dönerse, fabrika ayarlarına dönmüş olur. Bunun anlamı, insanın yaşadığı çağın kültürel müzahrefatından taharet edip “ümmileşmesinin” her an mümkün olduğudur. Bu ümmileşme, “anneye dönüş”, yani “anasından doğduğu hale dönüş” manasına gelir.

Fıtrat değiştirilmez, fıtrat keşfedilir. Ama insan fıtratından uzaklaşabilir. Hatta fıtratına yabancılaşabilir. Bu sürecin sonunda fıtratını yitirmez, fakat fıtratının üzerini örter. Kur’an böylesine bir örtme işlemine “küfür” adını veriyor. Bu örtü bazen öylesine kalın, öylesine ses geçirmez hale gelir ki, insanın fıtratına dönüşü neredeyse imkânsız hale gelir. Ve insan fıtratına ihanet etmeden, küfürde ısrar edemez. İşte bu hale Kur’an hatm-i kalb (kalbin mühürlenmesi) adını verir. Esasen burada geçen kalbi fıtrat olarak da vicdan olarak da okuyabiliriz.

Fıtrat âyeti ne diyor?

Müslüman, İslam üzere olan kimseye verilen addır. İslam ise teslimiyet yoludur. İnsanın Allah’a kayıtsız şartsız teslimiyetini ifade eder. Esasen Allah’a kayıtsız şartsız teslim olmakla ifade edilen şey, hakikate kayıtsız şartsız teslim olmaktır. Rum Sûresi’nin 30. âyeti, “fıtrat âyeti” olarak isimlendirilmeyi hak emektedir. İşte bu âyet, insan fıtratının doğuştan hakikati tasdike yatkın olduğunu beyan eder:

“İmdi sen (ey insan), varlığını her tür sapmadan uzaklaşarak tümüyle doğru ve asıl dine, Allah’ın insanlığın özüne yaratılıştan nakşettiği fıtrata çevir; (ta ki) Allah’ın yarattığında bir bir başkalaşma olmasın; işte değer odaklı gerçek dinin (amacı) budur; fakat insanların çoğu bilmiyorlar.” (Rum 30/30).

Bu muhteşem ve mübarek âyetten birçok netice çıkarılabilir. Bunları şöyle özetleyebiliriz:

1. Hem âyetteki fatara’n-nâs (insanlığın fıtratı) hem de Kur’an’da bu kavramın türevlerinin geçtiği âyetlerin genelinden, fıtratın bir ferdin şahsiyeti için kullanılmayacağını, ancak bir türün tüm üyelerinin ortak vasfı için kullanılacağını öğreniyoruz. Yani Ahmed’in mizacı, Mehmed’in karakteri olabilir, fakat asla Ahmed ve Mehmed’in fıtratı olmaz. Bu kullanım yanlıştır. Fıtrat tür için geçerlidir. İnsanın fıtratı, ağacın fıtratı, suyun fıtratı, meleğin fıtratı.. denilebilir.

2. Âyette bilinçli varlık olan insana zımnen “kendine bir yaratılış amacı tayin et” denilmiyor. Aksine tayin edilmiş amaca “kendi iradenle yönel” deniliyor. Demek ki, şuurlu varlıkların fıtratına aykırı davranması mümkündür. Şuurlu bir varlık ne zaman fıtrata aykırı davransa, oradan şer zuhur eder. Sözün hemen burasında: “insan benliğine iyiyi ve kötüyü tanıyıp sorumsuz ve sorumlu davranma yeteneğini yerleştiren (Allah şahit olsun)” âyetini hatırlamak gerekir (Şems 91/8).

3. “Varlığını Allah’ın fıtratına çevir?” emri verilen insan, sanki “Neden ya Rabbi!” diye sormuş gibi, âyetin devamında bu emrin gerekçesi açıklanmaktadır: “(ta ki) Allah’ın yarattığında bir başkalaşma olmasın.” Bu gerekçe cümlesi zımni bir uyarıdır. Bu uyarının zımni açılımı şudur: Ey insan, eğer sen fıtratına uygun davranmazsan, bunun getireceği olumsuz sonuçların altından kalkamazsın. Fıtratına ihanet ettiğin yetmiyormuş gibi, bir de Allah’ın bir amaç uğruna yaratıp her birini hikmetle yerli yerine koyduğu eşyayı yerinden edersin. Tıpkı şu âyetteki vahim durum gerçekleşir: “(İnsanoğlu) eline fırsat geçirdiği zaman yeryüzünde fesat çıkarmaya, insanın ürününü ve neslini yok etmeye çalışır: Fakat Allah fesadı sevmez.” (Bakara 2/205). Müslümanların görevi, fıtratı korumaktır.

4. Âyet fıtratı korumayı ve ona uygun yaşamayı zalike’d-dinu’l-kayyım diyerek tebcil etmektedir. Bu ibarenin en doğru açılımı “Değerlere kaynaklık eden bir dinin amacı bu olmalıdır” olsa gerektir. Fıtrat âyetinin maksadını gösteren bu cümle, sadece din anlayışımızı tashih etmekle kalmamakta, aynı zamanda dinin en doğru tarifini de yapmaktadır. Buna göre: sizin değerlerinizin kaynağı ne ise sizin dininiz odur. Bir dine mensup olmak, o dini, değerler sisteminin merkezi bilmektir. İnsan duygu, düşünce ve eylem dünyasını o değerler sistemine yaslıyorsa, ancak o zaman o dinin mensubu olma iddiasını isbat ediyor demektir.

5. Âyette birbiri ardına gelen iki cümlede iki terkip geçiyor. İlki “Allah’ın fıtratı” anlamındaki fıtratullah, ikincisi “Allah’ın yaratışı” anlamındaki halkullah. Bu iki terkip fıtratla yaratılış arasındaki kopmaz alakayı ifade ediyor. Sözün özü: Saf din olan İslam’a yöneliş, fıtrata yöneliştir, fıtrata yöneliş ise yaratılışa sadakattir.

6. Âyet şöyle bitiyor: “İnsanların çoğu bunu bilmiyorlar”. Âyetin bu son cümlesi, Allah’ın fıtratına yönelen her mü’mine bir sorumluluk yüklemektedir. Fıtratı korumayı ve fıtrata dönük yaşamanın değerini insanlara bildirmek, insana yüklenen sorumluluktur.

Fıtrat âyetini teyit eden bir başka âyet de Allah Rasulünün namazlara başlarken başlama tekbirinden hemen sonra okuduğu rivayet edilen şu âyettir: “Artık ben, her türlü batıldan yüz çevirerek bütün varlığımla gökleri ve yeri bir tohumun filiz verişi gibi var eden (fatara) zata yöneldim ve ben O’ndan başkasına ilahlık yakıştıranlardan değilim.” (En’âm 6/79).

İlgilendiği şeyin fıtratını bilmeyen başarılı olamaz

Fıtratsız varlık yoktur. Her varlık var edilirken fıtratıyla birlikte var edilir. Fıtrat türe ait bir kavramdır, türün içinden bir bireye değil. Dolayısıyla şahsiyet fıtrat üzerine temellendirilir. Şahsiyetin fıtratı onun ait olduğu türü gösterir. Fıtratın şahsiyeti ise, türün içinde belirginleşip öne çıkan ve biricikleşen ferdi gösterir.

Fâtır Allah’a iman, O’nun eşyaya fıtrat verdiğini peşinen kabullenmeyi gerektirir. Bu kabulün bir başka gereği daha vardır: Fıtratı keşfetmek. Evet, insan eşyaya fıtrat veremez, fakat Allah tarafından verilmiş fıtratı keşfedebilir.

Eşyanın fıtratını yok sayarak ona muamele, fıtrata olumsuz müdahale anlamını taşır. Başarı da tam burada gizlidir. “Eşyanın tabiatı” dediğimiz şey, esasen “eşyanın fıtratı”dır. Eşyanın fıtratını gözetmeden yaptığımız her şey, tabiattaki uyumu bozmaktadır. Uyum bozulduğunda, hayır için yaratılan eşyadan şer hâsıl olmaktadır.

Şu halde ister manevi, ister maddi, isterse beşeri olsun tüm ilimlerin maksadı fıtratı önce keşfetmek sonra gözetmek olmalıdır. Uğraştığı şeyin fıtratını bilmeyen başarılı olamaz. Sadece başarılı olmamakla kalmaz, aynı zamanda tahrif ve tahrip eder.

Âlim bilginin fıtratını bilecek. Bilginin malumat olarak kalmasıyla ilme dönüşmesi arasındaki farkı ancak bu sayede keşfeder. Bilginin sermayesini Allah’ın verdiğini, ta’limu’l-esma’nınbu demeye geldiğini ancak bu sayede keşfeder.

Öğretmen insanın fıtratını bilecek. İnsan öğrenen ve öğrendiğini öğretebilen bir varlıktır. Kur’an’da Kabil’in kargadan ceset gömmeyi öğrenmesi bu hakikati ifade eder. Öğretmenin temelinde şefkat ve merhamet bulunur. Rahman Sûresi’nin girişi bunu telkin eder.

Müzisyen sesin fıtratını bilecek. Zira Allah sesin de rabbidir. O sese bir fıtrat vermiştir. Müzik ne kadar sesin fıtratına uygun icra edilirse, insanda karşılığını o oranda bulur. İsa’dan önce 569 yılında doğmuş ünlü matematikçi Pisagor’un Eski Mısır’ın gizli ilimlerinden derleyerek aktardığı tabii ses armonisi bizim gerçek musikimizde halen yaşamaktadır. Oysa Batı müziği bu doğal ses düzenini terk ederek “tempere aralıklar” adı verilen yapay bir ses sistemi geliştirmiştir. Bu işin uzmanlarından biri şu tesbiti yapar: Bu iki müziğin kendi karakterlerini muhafaza ederek bir araya gelmesi mümkün değildir. Zira ikincisi sesin fıtratına aykırıdır.

Hekim objesi olan insanın ve insan bedeninin fıtratını bilecek. Tedavi, organı veya sistemi fıtratına döndürme çalışmasından başka bir şey değildir ve olmamalıdır. “Ebedi yaşam” sloganı fıtrata aykırı bir slogandır.  Bedenin fıtratını bilen bir hekim, hayata olduğu kadar ölüme de saygılı davranır. Bu çerçevede söylemeliyiz ki, gen teknolojisini fıtratı inkâr eden bir akıl kullanınca felaket, fıtratı gözeten bir akıl kullanınca saadet ortaya çıkar.

Sosyolog toplumun fıtratını bilecek. Allah toplumsal değişme için koyduğu fıtratın yasasını Ra’d Sûresi’nin 11. âyetinde bildirmiştir: “Kuşkusuz Allah, bir toplumu oluşturan bireyler kendi hallerini değiştirmedikçe o toplumun halini değiştirmez.”

Fizikçi maddenin fıtratını bilecek. Botanikçi bitkinin fıtratını bilecek. Biyolog canlının fıtratını bilecek. Mimar malzemenin fıtratını bilecek. Bildikten sonra fıtrata aykırı davranmayacak ve davrananlara karşı mücadele edecek.

Sözün özü: Allah, Fâtır’dır. Fâtır Allah eşyaya fıtrat koyar. Allah’a iman eden O’nun Fâtır ismine de iman eder, bu isme iman eden ise O’nun eşyaya fıtrat koyduğunu kabul eder. Bu hakikati kabul eden eşyayı tanımanın ona verilen fıtratı tanımaktan geçtiğini bilecektir. Bildikten sonra bilgisini uygulayacak ve herkes kendi alanında fıtrata dönüşü temsil edecek ve onun mücadelesini verecektir.

Fıtrata uygun hayat Kur’anî hayattır, vesselam.

Yorum Yaz