Foucault haklıydı, Kemp de haklı

Batı kategorik düşünür. Bu önermem de kategorik düşüncenin bir ürünü olarak görülebilir, ama öyle değil.

Daha Temmuz başında İslam dünyasının önde gelen düşünürlerinden Muhammed Kutub’la Mekke’deki evinde yaptığımız görüşmede, üstatla ağabeyi Seyyid Kutub’un “Doğu-Batı karşıtlığına” dayalı keskin görüşlerinin isabetli olup olmadığını sormuştum.

Muhammed Kutub, şehit ağabeyini elbet bu “kutuplaştırıcı” tarzından dolayı eleştirmedi. Fakat, “Doğu’nun yanlışları olabileceği gibi, Batı’nın doğruları da olabilir” diye söze girerek, daha mutedil bir çizgide durduğunu gösterdi.

Ardından da şunu eklemeyi ihmal etmedi: “Ama bizim Batı’nın doğrularını almaya ihtiyacımız yok. Çünkü onlar bizim değerlerimiz arasında zaten var. Mesela Batı, iş ahlakına, rasyonel olduğu ve çıkarlarına uygun olduğu için uyar. Biz ise, Allah emrettiği için. Bu şu demektir: Eğer Batı, her hangi bir alışverişinde çıkarlarıyla çeliştiğini gördüğünde iş ahlakını bir tarafa koyacak demektir. Çünkü rasyonel olan çıkarlarına uygun davranmasıdır. Ama iş ahlakına uymanın Allah’ın emri olduğuna inanan bir Müslüman, Allah her yerde var olduğu ve her zaman gördüğü için, her zaman ve zeminde uyması gerekir. Uymadığı zaman, günah işlediğini bilir.”

Bu örnek üzerinden üstat sözü Batı Hümanizmine getirdi. “Ölçü insandır, ölçüyü koyan da insandır. Batı “insan”ı tanımlarken kendini merkeze alır. Ahlak tanımı gibi, insan tanımı da kayıtlı ve şartlıdır. Daha beteri, insanın kendini gerçekleştirmesi, Prometheus efsanesinde olduğu gibi, tanrıya başkaldırmasıyla mümkündür. Yuna-Batı düşüncesinde insan tanrıya başkaldırarak var olabilir, İslam’da ise teslim olarak. Bu temel ayrım, tüm tavır ve davranışların temelini oluşturur. Bu takdirde, iyilik gibi görünen davranışların kökeninde gizli bir “kötülük” yatıyor demektir.”

Batı, kategorik düşündüğü içindir ki, başka din ve kültürlerle birlikte yaşamasını bir türlü beceremedi. Bugün dünyayı kana bulayan egemen gücün problemi de bu. Vahyin “şeytan”a yüklediği kötülük odağı olma işlevini, Batı “öteki”ne yükledi. Yahudi ilahiyatındaki “goyim/öteki/hizmetçi/kafir/daha doğuştan kaybetmişler” zehirli düşüncesi, Batı’ya da sirayet etmişti. Ne de olsa, tahrif edilmiş Kutab-ı Mukaddes’in inşa ettiği bir düşünce dünyasını paylaşıyorlardı.

Batı, diyalektik yaparken de, “analitik” değil “kategorik” düşünmekten hiç vazgeçmedi. Onun için kendini kutsadı, başkasını yok saydı. Onun için kendi dışındakileri ötekileştirdi, ötekini şeytanlaştırdı. Şeytanlaştırma işlemini yaparken “tanıma” değil “tanımlama” üzerinden hareket etti. Oryantalizmi bunun için icad etti.

İslam dünyasında olup biten her şeyi, “tanıma” sorumluluğuyla değil, “tanımlama” şehvetiyle hareket etti. İran İslam Devrimi’ne yaklaşırken de Batı bu huyundan vazgeçmedi. Michel Foucault, Batı’nın bu hastalığını Batı’nın içinden çıkan bir vicdan sahibi olarak gördü ve haykırdı. İran İslam Devrimi’ni, Kürsat Bumin’in ifadesiyle “selamlaması-övmesi meselesi” de, bu tavrının bir uzantısıydı. Foucault, bu tavrından dolayı Batılılar tarafından entelektüel bir aforoza muhatap oldu. Aforoz kültürünün kiliseyi aşıp, nasıl Batı entelijansiyasını da teslim aldığını bir kez daha gördük.

Şimdi aynı tavrı Filistin meselesi ve Hibullah direnişi karşısında gösteriyor Batı.

El-Cezire muhabiri, Lübnanlıların arasında dolaşıyor. Lübnanlı biri “Hıristiyanım” diyor, “Nasrallah benim de liderimdir. İsrail isterse gelsin benim evimi de başıma yıksın!” Komünist bir kadın Hizbullah’ı desteklediğini söylüyor. Lübnan Ortodoks Ermeni Halifesi el-Mitram Keygan Hatceryan, tüm Hıristiyanların evlerinin Güney Lübnanlı mültecilere açık olduğunu belirterek, “Direniş Lübnan için bir hak değil, bir vecibedir” diyor. Hizbullah, direnişçi askerleri arasında Hıristiyan gençlerin de bulunduğunu açıklıyor. Yine Hizbullah’ın okullarında, Hıristiyan kızlar öğretmenlik yapıyor. Buradan ne çıkıyor? Batı’daki “benmerkezciliğin” Hıristiyanlıktan kaynaklanmadığı çıkıyor.

Kürşat Bumin dünkü yazısında, Perc Kemp isimli bir yazara atıfta bulunarak şunları yazdı: “…yazar (Perc Kemp) Seyyid Hasan Nasrallah’ın şahsında Hizbullah’tan çok umutlu. Yazar önce “kostüm-kravatlı, yani bana benzeyen bir adam” olarak tasvir ettiği İsrail Başbakanı’nın İsrail Meclisi’nde yaptığı konuşmayı değerlendiriyor: Televizyon ekranında karşısında bulduğu başbakan, son derece sinirli ve yapmacık bir tonda bağırıp çağırmakta ve seçmenlerinin en ilkel içgüdülerine seslenmeye çalışmaktadır. “Retoriğin” bütün hilelerini kullanmaktadır. Oysa biraz sonra ekrana gelen “türbanlı (yani “sarıklı” S.H.)-sakallı kişi (“bana hiç benzemeyen adam” diyor) sanki Platon’un Gorgias’ının kapağını biraz önce kapatmış gibi bilgece konuşmaktadır.

Kullandığı dil son derece dengelidir. Sesini hiç yükseltmemekte, şeylerden adıyla söz etmekte ve düşmanlarına heyecanlarını bastırmalarını ve sadece akıllarını dinlemeyi tavsiye etmektedir. Yazar yaptığı bu karşılaştırmayı şöyle kavramsallaştırmaktadır: İrail Başbakanı “retoriğin” esiriyken, Nasrullah “diyalektik”e hakimiyetini sergilemektedir.”

Takdir etmek iyi de, bu şaşkınlık niye ki? Ah o “kostüm-kravat” ve “sarık-sakal” karşıtlığı? Mesele gardroba indirgeneli çok oldu. Hasan Nasrallah’ın geldiği “hikmet” geleneğini bilmeyenlerin şaşkınlığı bu. Bu geleneği bilmeyenlerin, İmam Humeyni’nin Gorbaçov’a yazdığı “tarihi mektubu” okumalarını, Hatemi’nin BM Genel Kurulunda yaptığı konuşmayı veya Ahmedinejat’ın Bush’a yazdığı mektubu okumalarını salık veririm.

Ya şu örneğe ne demeli? Ali Laricani, İran’ın nükleer enerji konusundaki bir numaralı yetkilisi. İslam düşüncesi alanında Türkiye’de haklı bir şöhrete sahip olan dostum, bir ziyareti sırasında Laricani ile de görüşür. Laricani, mütefekkir dostuma neyi sorar biliyor musunuz: “Meşşai geleneğe mi mensupsunuz, İşraki geleneğe mi?”

Foucault, “fark”ı fark etmiş olmanın verdiği güvenle İran İslam Devrimi’ni tebcil etti. Kemp de Hizbullah lideri Nasrallah’ı tasvir ederken aynı şeyin farkına vardı. Darısı bizimkilerin başına.

 

Yorum Yaz