“Hâdimu’l-Harameyn” mi dediniz?

Latin hurufatının yetersizliğinden dolayı, “hizmet eden” anlamına gelen “hâdim” ile “tahrip eden” anlamına gelen “hâdim”i mecburen aynı harflerle yazıyoruz.

Fakat aslında birincisi boğazdan çıkan “ha”, ikincisi göğüsten çıkan “he” sesi ile başlayan iki ayrı kelime.

Şu hoş çelişkiye bakın ki, Latin harflerinin bu yetersizliği tam da şu anlatacağımız türden durumlarda bize ifade kolaylığı sağlıyor. Çünkü anlatacağımız hazin hikâye tamir adı altında yürütülen bir tahribin, hizmet kisvesi altında uygulanan bir cinayetin hikayesi.

Kahire zaferinin ardından, Mekke Şerifi Berekât’ın oğlu Ebu Nemâ Kâbe’nin anahtarlarını Yavuz Selim’e sunmuş, o andan itibaren mukaddes beldeler Osmanlı hakimiyetine girmişti. İşte bu olayın ardından Yavuz’un kalabalık unvanlarına bir tane daha eklenir: “Hâkimu’l-Harameyni’ş-Şerifeyn”. Rivayet olunur ki, bu unvanı fethin ardından kılınan ilk Cuma hutbesinde duada padişahın adıyla birlikte kullanan hatibe, Yavuz sert bir sesle müdahale ederek “Hâkimu’l-Harameyn değil, Hâdimu’l-Harameyn!” diye düzeltir.

Suudi hanedanı bu inceliği çok geç keşfetti. Yakın zamana kadar kendilerine “Hâkimu’l-Harameyn” denilmesine ses çıkarmazlardı. Biraz da tepkileri dindirmek için, Yavuz’un yüzyıllar önce kullandığı “Harameynin hizmetçisi” unvanını bu yakınlarda kullanmaya başladılar. Fakat…

Sadece unvan değiştirmek yetmiyordu. Asıl olan kafa yapısını değiştirmekti. Değilse “Harameyne hizmet” adı altında “Harameyni tahrip” işten bile değildi. Ki aslında gördüklerim bundan başka bir şey değil.

Meraklısına duyurulur: Onca uyarılara ve “yapmayın etmeyin”lere aldırmadan yıkılan Ecyad kalesinin yerine yapılan Zemzem Towers’ın inşaatı tam gaz gidiyor. Vahyi gören coğrafyanın bir parçasını daha yok etme pahasına. Vahiy ve nübüvvet tarihinde çok önemli bir yeri olan Ebu Kubeys tepesinin birazını daha yok eden bu betondan heyulaya veyl olsun. Ona izin verenlere, oradan kazanç umanlara veyl olsun. Orada 5 yıldızlı hac yaparak ibadetin tadına varacağını umanlara da ‘keyifler’ olsun.

Aslında Bedir’de, 7 Mescidler’de, Hudeybiye’de, Taif’te ve daha bir çok yerde yapılan tarih katliamı bundan hiç de aşağı kalmaz.

Bedir şehitlerinin merkadi ve ünlü Bedir kuyuları 18. yüzyıla kadar orijinal bir biçimde korunuyordu. Vahhabi saldırısı sonrası kuyular hoyratça dolduruldu, merkadin sütreleri yerle bir edildi. Bu katliamın ardından hamiyetli birileri bu merkadin etrafına basit bir duvar çekti. Hiç olmazsa böylece şehitlerin medfun olduğu yer kaybolmayacaktı. Burası, ilgili kataloglara da bu haliyle girdi. Fakat son ziyaretimde bu duvarların yok edildiğine şahit oldum. Durumdan vazife çıkaran şahıs dilinden anlamayan kalabalığa kapa saba hareketlerle tam gaz ‘tebliğ’ yapıyordu. Duvarı niçin yıktıklarını sordum. Birden ağız değiştirdi.

7 Mescitler daha büyük bir cinayete kurban gitmiş. Daha iki yıl önce yerinde duran mescitlerden 6’sı bugün sizlere ömür. Yerine betondan bir kütleyi cami diye dikiyorlar. İslam tarihinin ölüm kalım savaşı olan Hendek kuşatmasının yaşandığı bölgeyi tahrip etme pahasına.

Aynı şey Hudeybiye’de de yaşanmış. Hudeybiye anlaşmasının yapıldığı yer yağmalanmasın diye bir mescid yapılmış. Şimdi o kadim tarihi mescid tamamen harabe halde. Daha elli yıl önce çekilmiş fotoğrafını gördüm, o zaman dimdik ayaktaymış.

Ama beni en çok etkileyen Taif’teki Addas mescidi oldu. Addas bilindiği gibi Ninova asıllı bir köle idi. Peygamberimiz, canına kastetmek için fırsat kollayan Mekke dışında vahye yeni bir üs arayışına girmişti. Son bir umutla Taif’e gitti. Taif onu, kucağını açarak değil taşlarla karşıladı. Her tarafı kan revan içinde kalmıştı. Dönüşte nar, kaktüs inciri ve üzüm bağlarıyla meşhur Taif’in dışındaki bir bağa düştü yolu. Orada bahçıvan olan köle Addas’a Allah Rasulü o halde iken Kur’an okumuş, o da vahyin gönlünde açtığı pencereden bakarak elçiliğine kani olduğu Rasulullah’ın önce alnını, sonra ellerini, sonra da ayaklarını öperek bağlılığını sunmuştu. İşte o yerde bir mescid yapıldı. Sanat tarihçisi değilim ama eşini bir başka yerde görmediğim ahşap ve toprak kerpiç karışımı çok ender bulunur antik bir mimariye sahip bir minare-mescid bu. “Minare-mescid” dedim, çünkü bu hem minare hem mescid olarak kullanılmak üzere tasarlanmış çok eski ve estetik bir mimari.

Arabistan’da yaşayan İslam mimarisinin en eski örneklerinden olan bu orijinal yapı şu anda tel örgülerle çevrilmiş. Ziyarete kapalı. Adeta yıkılmaya terk edilmiş. Hangi Taifliye sorduksa bize “Addas mescidi” yerine “Abbas mescidi”ni gösteriyordu. İlgisizlik had safhada.

Bütün bunlar, başta Suud ailesi olmak üzere Vahhabi anlayışın bedevi tabiatıyla ilgisini ele veriyor. Bedevide mekan bilinci yoktur, çünkü bedevinin mekanı yoktur. Çöl çadırı, bugün burada yarın şuradadır. Hz. Peygamber bu bedevi aklını yıkıp Medeni aklı inşa için Yesrib’i “Medine” ilan etmişti. Artık medeniyet güneşi Medine’den doğacaktı. Ne ki, medeniyetin beşiğine şimdi kelimenin tam anlamıyla bedevi bir akıl hakim.

Buradan İslam Konferansı Örgütü Genel Sekreteri seçilen aynı örgün kültür birimi olan İRSİCA’nın eski başkanı Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu’na çağrı yapıyorum: Sayın Genel Sekreter! Bu tarih katliamını durdurmanın bir yolu yok mu?

‘Çanakkale’nin Vahhabileri’ne yine yer kalmadı. Nasipse bir dahaki yazıya.

 

Yorum Yaz