Hamidullah Hoca’nın ardından

Washington’da mukim Dr. Haşmet Bey dostumuz, Muhammed Hamidullah Hocamız’ın vefat haberini ilettiğinde, kendi kendime “İslam semasının en parlak yıldızlarından biri daha kaydı” dedim.

Geçen yılki ABD programımda, çok arzu etmeme rağmen, bir fırsatını bulup da ziyaret edemeyişime bir kez daha hayıflandım.

Alim öldü, bil ki âlem öldü. Yeri doldurulur mu, bilemem. Ama hiç de kolay gözükmüyor. Çünkü o, tam anlamıyla bir “İslam âlimi prototipi” idi. Allah vergisi bir kabiliyet, muhteşem bir kapasite, insanı hayrette bırakan bir dil yeteneği, ilme yatkın bir mizaç, yorulmak bilmeyen bir ilmi tecessüs, devasa bir birikim, dinmek bilmeyen bir tetkik ve tetebbu aşkı ve bütün bunlara zemin olan iman ve ihlasın hepsi onda mevcuttu.

1994 yılında Fransa’da programım vardı. Paris’e geçmişken çıkan ilk fırsatta Hamidullah Hoca’yı ziyaret edelim dedik. Eksik olmasın, Dr. Ali İhsan Bey kardeşim kılavuzluk ettiler. Yanlış hatırlamıyorsam, Sen nehrinin sağ yakasında, Louvre Müzesi’ne ve Milli Kütüphane’ye bir kurşunluk mesafede eski Paris’in taş yapılardan oluşan dar caddelerinden birindeki beş katlı bir apartmanın son katında oturuyordu.

Han kapısı gibi eski bir kapının önünde durduk. Hocamız evde yoktu. Paris’in soğuğunu yeme pahasına bekledik. Bir müddet sonra, baktım, sırtındaki kaşe paltonun içinde adeta kaybolmuş nurani yüzüyle Hamidullah Hoca göründü. Elini öpeyim dedim, kucaklayarak mani oldu.

Görmesi ve işitmesi zayıflamıştı. Ama aşkından hiçbir şey kaybetmemişti. Binanın bastıkça gıcırdayan ahşap merdivenlerini son kata kadar çıktık. 90’ına merdiven dayamış bu ihtiyar alimin beş katı her gün nasıl inip çıktığına şaşarken, şaşkınlığım o küçük bir odadan bozma ‘ev’e girişimizle daha bir arttı.

Çünkü Hamidullah Hoca, kitaplarla dolu ikiye taksim edilmiş bu taş çatı odasında tek başına yaşıyordu. Ne merdivenden çıkarken koluna girilmesine izin verdi, ne de şekeri bizim tutmamıza.

Sohbetimiz sırasında o selis Arapçasıyla bize ilk söylediği şey şuydu: “Elhamdülillah, bugün 7 Fransız daha İslam’la şereflendi.” Anlaşılıyordu ki, muhatabımızın velut imanı hâlâ adam doğurmayı sürdürüyordu.

Bu müjdeyi verirken, sevinçten yaşlı gözleri parlıyordu. Hamidullah Hoca, Paris’in banliyölerinden birinde bulunan mescitte haftanın belli günlerinde ders veriyor, bu derslere başta Fransızlar olmak üzere her kavimden, her inançtan insan katılıyordu. Orada ilginç ihtida hikayeleri de yaşanıyordu. Her dersin ardından kendi kendisiyle buluşup Allah’a teslimiyetle şereflenen insanlar çıkıyordu. İşte verdiği bu müjde, sadece bir günün hasılatıydı.

Bir buçuk milyarlık ümmet ailesinin gözbebeği bir alimin, apartman izbelerinde odadan bozma bir dairede kimsiz kimsesiz yaşama savaşı vermesi, neye yorulmalıydı? Müslümanların hal-i pür melaline mi? Bir dava adamının İslam’ı Avrupa’nın dini haline getirmek için ödemek durumunda kaldığı bedele mi? Ya da bir İslam aliminin kimseye eyvallah etmeyen onurlu ve vakarlı duruşuna mı?

Daha sonra hocanın sağlığı iyice bozuldu. Yaşı 90’ı çoktan aşmıştı. Bir de haber aldık ki, ABD’de yaşayan yakınları artık tek başına yaşaması mümkün olmayan hocamızı yanlarına getirtmişler. Hocamız, 17 Aralık Salı günü, Jacksonville’deki ikametgahında sabah namazını kılmış, kahvaltısını yaptıktan sonra istirahata çekilmiş ve bir daha da kalkmamıştı. O, asırlık bir ömrün yüz aydınlığı hasılatını kucağına alarak, gurbetten sılaya yürümüştü.

Şimdi Hamidullah ahiretin misafiri. Dünyanın ‘yıldızları’ (=starları) olduğu gibi, ukbânın da yıldızları olur. Onların da meleklerden ve iyi ruhlardan hayranları olur. Zannımız o ki, Hamidullah da peygamberlerden, alimlerden, sıddîklardan, salihlerden ve şehitlerden oluşan öteki dünyanın yıldızları arasındaki yerini alacaktır.

Hamidullah Hoca’nın Türkiye Müslümanlarına karşı özel bir muhabbeti vardı. Onun bu muhabbeti İstanbul’daki Osmanlı bakiyesi kütüphanelerde yaptığı keşiflerle, bir tutkuya dönüştü. 1952’den itibaren İstanbul, Ankara ve Erzurum’da, misafir hoca olarak dersler verdi.

Her biri daha sonra kendi alanında söz sahibi olacak birçok talebe yetiştirdi. Prof Dr. Salih Tuğ, Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma, Prof. Dr. Yusuf Ziya Kavakçı bunlardan sadece birkaçıydı. Yani Hamidullah Hoca “hocaların hocası” idi.

O, siyer alanında kendi çağının bir numaralı otoritesiydi. Onun muhalled eseri el-Vesaiku’s-Siyasiyye’si, dokümanter bir çalışma olarak alanında rakipsizdi. İslam Peygamberi adıyla Türkçe’ye çevrilen siyerini okuyanlar, Hamidullah farkını hemen fark edeceklerdir. Ayrıca İslam’a Giriş adlı eseri, İslam’ı topyekûn inanç sistemi ve bir medeniyetin kurucu öznesi olarak tanımak isteyenlere ilk elde tavsiye edilebilecek bir başucu eseridir.

Türkiye’de kimi sûfî çevreler ona karşı haksız bir husumet beslediler. Eminim ki bu çevreler, tıpkı Afgani, Abduh, Mevdudi ve Kutub’a yaptıkları gibi, onu da hiç tanımadan, okumadan kara listeye almışlardı. Hamidullah’ın talebesi olma makamındaki kimi değerli isimlere, “Baidullah” bile dedirtmişlerdi.

Umarım bu elim kayıp, o çevreler için de bir muhasebe yapma, yanlıştan dönme ve hatalarına istiğfar etme vesilesi olur. Adam kıymeti bilmek için adam kıtlığı çekmek gerekmediği anlaşılır. Zira kıymet bilmeyene kıymet yetmez. Ve dahi kıymet bilmeyenin kıymeti olmaz.

Allah, yüzyılın yüz akı hocamızı, mele-i a’lanın seçkin ruhları arasına katsın.

 

 

Yorum Yaz