Hicret medeniyetinin kökleri duruyor

Her şey o “ilâ” edatında gizli. Kimi zaman ismin “e” haline, kimi zaman zarf vurgusuyla “…e doğru” anlamına gelen “ilâ” edatında.

“Elbet biz Allah’a aitiz, yine O’na döneceğiz” derken de, “Nereye kaçmalı?” sorusuna verilebilecek en çaplı cevap olan “Allah’a kaçınız!” derken de, “Her işin sonu Allah’a varır” derken de, “Her yolun sonu Allah’a çıkar” derken de bu böyle.

Bütün bir yaratılmışlar alemi hicret halinde. Aslında vahyin sık kullandığı “tesbih” kavramı, bu hicretin maddi alemdeki ifadesi. Kainattaki hareket kanunları, aynı zamanda kevnî hicretin de kanunlarıdır. Ve yaratılmışlar aleminde hiçbir hiç bir şey yoktur ki, hicrete koyulmamış olsun: “Her şey O’nu hamd ile tesbih halindedir; fakat siz bunun farkında olamayabilirsiniz.” Gezegenler, yıldızlar, sistemler, galaksiler, evrenler hep hicret halinde…

İnsanoğlu müebbet muhacir…

İnsanın elementer kökeni, uzun, upuzun bir hicretin akıllara hayranlık veren ifadesidir. “Sudan, topraktan, balçıktan, konsantre balçıktan, kurutulmuş balçıktan, pişiriliş balçıktan, süzülmüş balçıktan”… Bütün bunlar canlı hayatın elementer kökenindeki ara durakları ifade eder. Her bir duraktan yola çıkışı ifade eden “min” edatları, aslında yeni bir başlangıca delalet eder. “Min” çıkış noktasını, “ilâ” varış noktasını ifade eder: “…den, …e doğru”…

Aslında âkil çıkmayınca varılmayacağını bilendir, ârifse varmayınca çıkılmayacağını bilen. Yaratılmanın yolcu olmak olduğunu, hayatınsa yol olduğunu bilen yola çıkar. Başlangıcı sadece çıkmak, ortası hem çıkmak, hem varmak, nihayeti ne çıkmak ne varmaktır bu olun. Bir çember gibi, çıkışla varış bir olur, varmak çıkmak, çıkmak varmak olur.

Sperme hicret yeteneği bahşedilmeseydi canlı hayat olmazdı. Döllenmiş yumurtanın anne karnındaki gelişimini ifade eden embriyolojik gelişim de hicret yasalarına bağlı. Meni’den nutfe’ye, nutfe’den “alaka”ya, “alaka”dan mudğa”ya… Baştan sona ilahi mucizelerle dolu olan insanın hayat yürüyüşü böyle devam eder. Doğum da ölüm de bu müebbet muhacir olan insanın hicretinde iki aşamadan başka bir şey değildir.

Adem’in şahsında Ademoğlunun “cennet”ten hubutu, âlem-i lâhuttan âlem-i nâsûta, aşkından içkine olan bir hicretti. Bu hicretin sonunda insan Medine’sini kurdu: İrade. Bu Medine, yukarıdan aşağıya inilmeden kurulamazdı. Borç verilmeden borçlu nasıl sınanırdı? Deyn olmadan, deyyân ne işe yarardı? Deyyân olmadan, Medine nasıl Medine olurdu?

Bu iradeyle kendisinden ikinci bir hicret istendi: Miraç. Her peygamberin hicreti olduğu gibi, miracı da vardı. Ve her Miraç, hicretten önce gerçekleşirdi. Çünkü hicret, “kaçmak” değil, “göçmek” idi. Bu ikisi arasındaki fark “değer” farkı idi. Kaçanlar değerlerini bırakıp gidenlerdi, göçenler ise değerlerini götürenler… Derinliğine bir hicret olan Miraç ise, işte bu bağlamda bir “değer tespit” yolculuğuydu.

Hz. Nuh’un hicreti suda oldu. Tufan, tuğyan edenler için bir felaket, iman edenler için bir hicretti. Hz. İbrahim’in hicreti karada oldu. O Yâr için diyarı terk etmenin, Yâr’e yürümek olduğunu dile getirdi. Kur’an bunu ölümsüzleştirdi: (İbrahim) dedi ki: “Ben Rabbime doğru yürüyen bir muhacirim” (29.26). O, “yürümekle varılmayıp, varanların yürüyenler olduğunu biliyordu. Terk etmeden kavuşulmayacağını, ayrılmadan buluşulmayacağını, feda etmeden elde edilmeyeceğini, bırakmadan tutulmayacağını da…

Kâbe, kabul olmuş bir hicretin nişanesiydi. Hac ise, makbul bir hicretin provası… Nasıl ki Yesrib Hz. Muhammed’in Medine’si olduysa, Mekke’de Hz. İbrahim ve İsmail’in Medine’si idi. İsmail’in annesi tarihe ve vahye adıyla değil sanıyla, yani eylemiyle geçti: Hicretin gelini Hacer…

Hz. Yusuf hicrete çıksın diye atıldı kuyuya. Denize bırakılan bebek Musa, aslında hayatın hicret olduğunu öğreten Rabbin insanlığa verdiği dersti. İnsanoğlu Hz. İsa, “Men ensârî ilallah: Allah’a giden yolda bana kim yardımcı olur?” (61.14) diye sorarken, aslında “hicretin tozlu yolunda bana kim yol arkadaşı olur?” demeye getiriyordu.

Ve sıra insanlık yükünü omuzlamak için yola çıkan büyük muhacirdeydi. Alemlere rahmet olmak için yola çıkarılanda.

Hz. Peygamber’in miracını ölümsüzleştiren ayetlerin yer aldığı İsra suresinde, ilk defa doğduğu topraklardan çıkarılacağı ihbar ediliyordu (17.76). Bu mucizevi ihbar, bir başka ihbar ile müjdeye dönüşüyordu: “Fakat senin ardından onlar da pek fazla kalamayacaklar…”

Hicret ne bir pes ediş, ne de bir küfürden kaçış idi. Zira karanlıktan kaçılmaz, iman nuruyla aydınlanınca, karanlık kendiliğinden kaçardı. Fakat hicret, imkanların tükendiği yerden imkanların üretileceği yere intikal etmek idi. Allah Rasulü de öyle yaptı. İmkanların tükendiği yerden, imkanları üreteceği yere değerlerini taşıdı. Bu bir başlangıçtı. O sadece Yesrib’i Medine yapmadı. Medine’nın şahsında bir hicret medeniyetinin temellerini inşa etti. Kısa zamanda bir iman sakası gibi yeryüzünün dört bir yanına gönül gönül iman taşıyan yürek fatihleri, işte bu temeller üzerinde yükselttiler medeniyet binasını.

Eğer hicret gibi köklü bir sünnet olmasaydı, Muhammedi davet de diğer birçok inanç ve ideoloji gibi kapalı havza toplumu oluşturarak kendi içine kapanırdı. Böyle olsaydı, çağları aşıp bugünlere gelemezdi. Ama tam tersi oldu. Hicret sünneti sayesinde, Müslümanlar sıkıştırıldıkları yerden “huruç” ettiler. Medine kılacak yeni Yesrib’ler arayıp buldular. Oralardan yola çıkıp, kayıp Mekke’lerini yeniden kazandılar.

Hicret medeniyetinin kökleri duruyor. Hiç kuşkunuz olmasın, bugün de öyle olacaktır.

 

Yorum Yaz