İmana erdirene minnet borçluyuz

İman, son tahlilde ilahi bir lütuf…

Özgür irade imanın gerek şartı, fakat yeter şartı değil. İman tohumunun yürek toprağında çimlenmesi için inayet güneşine ihtiyaç var. Allah göklerin ve yerin nurudur. Bunlar ve bu ikisi arasında olanlar varoluş ışığını O’ndan alırlar.

Eskilerin eskimez ifadesidir: “el-hamdulillahi ale’l-hâl, sive’l-küfri ve’d-dalâl: küfür ve dalalet olmasın da, onun dışında kalan her hale hamd olsun!”

Kişi, özgür iradesini imanı tercih sadedinde kullanmış ve bu tercihi sonucunda imana kavuşmuşsa, bu onun için şu dar-ı dünyada sahip olabileceği en büyük nimettir. İman nimeti dışındaki her nimet, iman nimetinin yan ürünü mesabesindedir.

Her nimet, nimetin sahibine karşı minneti artırır. Allah’a boyun eğmenin arka planında, O’nun nimetleriyle çepeçevre kuşatılmış olmanın bilincine ermek yatar. Hamd ve şükür, nimetin sahibine minnetin iki tezahürüdür.

Nimetin büyüklüğü bilindikçe minnetin büyüklüğü de artar. Öyle ki, sonunda kişi gereği gibi hamd ve şükürden aciz olduğunu bilir. Bu minnetin zirvesidir. Secde, bu halin beden diliyle ifadesidir.

Fakat bilinç ters dönerse, minnet etmesi gereken biri minnet altına almaya kalkar. İşte bu nimete sadakatin değil, nimete ihanetin bir göstergesi olur.

Tıpkı şu ayette buyurulduğu gibi:

“Onlar Müslüman oldular diye seni minnet altına almaya kalkıyorlar. De ki: Müslüman olmanızdan dolayı beni minnet altına alıp bana lütufta bulunduğunu sanmayın; eğer sadakat sahibiyseniz, sizi doğru yola yönelttiği için asıl siz Allah’a minnet borçlusunuz.” (49 Hucurat, 17)

Âyet, Rasûlullah’ın Allah’a davetine icabet eden bedevi Arapların edep dışı beklentilerine dikkat çekerek tüm çağlarda geçerli bir ahlâkî ilkeyi dile getiriyor. Allah Rasûlü tüm varlığını davete adamış. Birileri bu davete icabet etmişler. Fakat arkasından fatura çıkarmaya, teşekkür beklemeye, davetine icabet ettikleri için Allah Rasûlü’nü minnet altına almaya kalkmışlar. İslam’a gelişlerini Rasûlullah’a yapılmış bir lütuf gibi telakki etmişler. “Hani bizim payımız?” demeye getirmişler. “Kıymetimizi bil!” demeye getirmişler. Bedevice bir tabirle “Bu kıyağımızı unutma!” demeye getirmişler.

Allah, onların bu çirkin tavrını ifşa etmiş. Borçlu olanın Nebi değil, kendileri olduğunu, çünkü asıl minnet etmesi gerekenin kendisine Allah’ın iman lütfettiği kimse olduğunu, Allah’ın onları bu nimeti sayesinde minnet altına aldığını, buna rağmen onların iman etmelerini Allah’a yapılmış bir lütuf gibi sunmalarının nimete sadakat değil, nimete ihanet olduğunu zımnen ifade buyurmuştur.

Ayetin iniş sebebi tarihseldir. Fakat verdiği öğüt evrenseldir. Tüm zamanlar ve tüm mekânlar için geçerlidir.

Peki, bugünün insanına verdiği öğüt nedir?

Açık. Hidayet vesilesi olan insanlara bedevice davranan herkesi uyarıyor. Öyle insanlar vardır ki, varlıklarını hidayet kitabı olan vahye adarlar ve risalet mirasını bir fazla insana taşımak için koşturup dururlar. Onlardan yararlananlar içerisinden kimileri yararlandıkları halde kalkıp bir de onları minnet altına almaya, davetlerine icabet ettikleri için önlerine fatura koymaya kalkışırlar.

Oysaki davete icabet etmekle şeref ve onur kazanan kendisidir. Bu yüzden, bırakınız minnet altına almayı minnet etmesi gereken odur.

Aynı bedevice davranış toplumlar için de geçerlidir. İslam’dan önce tarih sahnesinde yok hükmündedirler. İnsanlık tarihine hiçbir katkıları olmamıştır. Kayda değer bir varlık gösterememişlerdir. Ne zaman ki Müslüman olmuşlar, bu sayede tarih sahnesine çıkmışlar, İslâm onlara şeref ve itibar kazandırmış, medeniyet kurmuşlar, insanlığın envanterine bu sayede girmişlerdir. İş böyleyken kalkıp İslam’a fatura çıkarmak, ona minnet borcunu ödemek yerine onu minnet altına almaya çalışmak? Yakışır mı?

Yorum Yaz