İnsan Hakları – İnsan Sorumlulukları

Allah hakkı, ancak iki şekilde kulun boynundan düşer: ya kulluk borcunu eda ederek, ya da hak sahibi olan allah’ın mağfiretine nail olarak.

Burhan mektebine göre, her varlığın illetine (inniyye) hak denir. Zira varlık sahibi her şeyin bir hakikati vardır. Bir şeyin varlığı sabitse, hakikatinin varlığı da zorunludur. Hak, o olmadan bir şeyin hüviyetinin olmayacağı şeydir. Bir şey ancak hak sayesinde, hak ile, hak olarak var olabilir.

Beyan mektebine göre hak ikiye ayrılır: Allah hakkı, kul hakkı. İbadet Allah’ın hakkı, kısas kulların hakkıdır. Kul hakkı, ancak iki şekilde kulun boynundan düşer: Ya hak, hak sahibine iade edilir, ya da hak sahibi hakkından kendi rızasıyla vaz geçer. Allah hakkı, ancak iki şekilde kulun boynundan düşer: Ya kulluk borcunu eda ederek, ya da hak sahibi olan Allah’ın mağfiretine nail olarak.

Bu tasnif esas alındığında, İslam’ın kulun hakkını Allah’ın hakkına öncelediği görülür. Mesela: Ramazan ayında emzikli çocuk sahibi bir Müslüman kadın, eğer çocuğu zarar görme ihtimali varsa, orucu değil çocuğunu tercih eder. Oruç, Allah’ın hakkıdır. Çocuğun hayatı ve güvenliği, çocuğun hakkıdır. Allah kendi hakkından vazgeçip, annenin oruç tutmamasını ister.

Bu tasnifteki “Allah hakkı” isimlendirmesi üzerinde düşünülmelidir. Bunu Kur’an mihengine vurduğumuzda, Kur’an’da sadece hac ibadeti “Allah’ın insanlık üzerindeki hakkı” (3:87) olarak takdim edilir. Diğer ibadetler, emir ve yasaklar “Allah hakkı” olarak takdim edilmez. Aksine bunların tümünden kazancı olan tek tarafın, kullar olduğuna işaret edilir. Bu emir ve yasakların açıklanan gerekçeleri, hep kulların yararınadır.

İrfan mektebine göre hakk, “hiçbir kayıtla sınırlanmayan mutlak varlık” demektir.

Üç mektebin hak tarifinde de, insanın insan olmaktan dolayı Allah’ın yaratılıştan verdiği haklara ya hiç atıf yapılmamış, ya da atıflar çok dolaylı ve cılız kalmıştır. Bu cılız atıflar da, insanın insan olmaktan dolayı taşıdığı ilahi keramete değil, sosyal mensubiyete dayandırılmıştır. Üstelik Kur’an, “İş ne sizin kuruntunuza göre, ne de ehl-i kitabın kuruntusuna göre olmaz” derken.

Burhan ve irfan ehli hak meselesine, felsefi veya mistik bir mevzu olarak yaklaşmışlar, onca imal-i fikir eyledikleri bu mevzuun gündelik hayatta insanı bire bir ilgilendiren boyutunu teğet geçmişlerdir.

Beyan ehli de hak meselesine, sadece fıkıh penceresinden bakmıştır. Mesela zorba ve ceberut idarecilerin zulümleri, din adına işlenen hak ve hukuk ihlalleri karşısında ahsen-i takvim olan insanın şahsiyetini ve kerametini koruma konusunda, sultanların zorla ele geçirdikleri iktidarın tebaa üzerindeki hak konusunda titizlendiklerinin zekâtı kadar titizlenmemişlerdir.

Adalet hakka, hak el-Hak olan Allah’a bağlıdır

Hakkın tahakkuku, her halükârda adaletle sonuçlanır. Bu, hakkın tek sonucu olduğunu gösterir, o da adalettir. Fakat hakkın tahakkuku için, tek ölçü tutmak zulümdür.

Mesela terazi, tartılabilir şeylerin hak ölçüsüdür. Metre, uzunluğu ölçülebilir şeylerin hak ölçüsüdür. Ayar altının hak ölçüsüdür. Karat, elmasın hak ölçüsüdür. Güzellik ve estetik, sanat eserlerinin hak ölçüsüdür. Muhakeme, fikir eserlerinin hak ölçüsüdür. Doğruluk, bilginin hak ölçüsüdür. Dürüstlük, davranışın hak ölçüsüdür. Sahihlik, akidenin hak ölçüsüdür.

Hububat metreyle ölçülerek, arazi kiloyla tartılarak, altın karat üzerinden, elmas ayar üzerinden, sanat eseri sahihlik üzerinden, adalet estetik üzerinden ölçülmez. Ölçüler karıştığında, hak zayi olur. İşte bunun için, hakkı teslim etmek için sadece ölçüp tartmak yetmez. Hakkın tahakkuku için, o şeyin en hikmetli ölçüsü neyse, onu bulup onunla ölçmek şarttır. Zaten hikmet de budur.

Hakkın tahakkuku için gerekli olan hikmete, doğru çalışan bir muhakeme ile ulaşılır. Veylun li’l-mutaffifin (83:1) ayetinde “yazıklar olsun” denilerek kınananlar, sadece terazi ve metre ile haksızlık yapanlar değil, asıl muhakemeyi yanlış kullanarak haksızlık yapanlardır.

Hak ve sorumluluk münasebeti

Hak ve sorumluluk, biri olmadan diğeri olmayan iki unsurdur. Buna eskiler “mülazemet” ilişkisi derlerdi. Her hakka münasip bir sorumluluk, her sorumluluğa münasip bir hak vardır. Eğer hakkın var da sorumluluğun yoksa, o senin hakkın değildir. Eğer sorumluluğun var da hakkın yoksa, ondan sorumlu değilsin. Hakkın varsa sorumluluğun da vardır. Sorumluluğun varsa, hakkın da olmalıdır. Allah insana sorumluluk yüklemiş, bunun yanında ona seçim ve tercih yaptığı iradeyi de vermiştir. Eğer insanın tercih hakkı olmasaydı, kulluk sorumluluğu da olmazdı. Aynı sistem, insanlar arası ilişki için de geçerlidir.

İnsanlardan sorumluluklarını yerine getirme konusunda titizlik isteyenler, onlara haklarını teslim etme konusunda aynı titizliği göstermek zorundadırlar. Aynı şey hak sahipleri için de geçerlidir. Haklarını alma konusunda titizlik gösterenler, sorumluluklarını yerine getirme konusunda aynı titizliği göstermek zorundadırlar. Hakkını almakta titizlenip, iş sorumluluğu yerine getirmeye gelince vurdumduymaz davrananların tavrı, hakka riayet değil bencilliktir. Aynı şey, bunun tersi bir durum için de geçerlidir. Bu formül işgören-işveren, yönetilen-yöneten, memur-amir, vatandaş-devlet, ebeveyn-evlat, karı-koca, talebe-hoca, elhasıl sayabileceğimiz tüm hayat alanları ve o alanlarda faaliyet gösteren failler için de geçerlidir.

İnsanın hak yerine batılı tercih hakkı var mıdır?

El-Cevap: Vardır.

Bu hakkı insana Allah vermiştir. Halık’ın tekliği nasıl uluhiyetin yasası ise, mahlûkun çokluğu ve farklılığı da mahlûkatın yasasıdır. Mahlûkatın çokluğu ve farklılığı yasası öyle temel bir yasadır ki, bırakınız masum farklılıklardan birini ortadan kaldırmayı, küfrü bile ortadan tamamıyla kaldırıp, insanların tümünü iman etrafında tek vücut kılamazsınız. Zira bu Allah’ın iradesine aykırıdır:

“Eğer Rabbin isteseydi, yeryüzünde bulunanların hepsi iman ederdi. Ne yani, şimdi sen mü’min oluncaya kadar insanları zorlayacak mısın?” (Yunus 10:99),

Eğer Rabbin isteseydi insanların tümü iman ederdi, ama istemedi. Zira mahlûkat için çokluğu ve farklılığı yasa kıldı.

Din insanın özgür seçimine dayanır. İman ancak, onu tercih edenin, özgür iradesiyle yaptığı tercih sayesinde iman olur. Özgür iradeyle tercih edilmemiş bir inanca mensubiyet “iman” olarak adlandırılamaz. Kur’an şöyle buyurur:

“Zorlama dinde yoktur. Artık doğru ile yanlış birbirinden seçilip ayrılmıştır. Şu halde kim tağutu reddeder de Allah’a inanırsa, kesinlikle kopmaz bir tutamağa yapışmış olur.” (Bakara 2:256)

Bu ayetin iniş sebebi hayli manidardır: Medineli Araplarda, kitap ehli olan Yahudilere karşı duydukları aşağılık duygusundan kaynaklanan bir adet yerleşmiştir: Çocuğu olmayan Medineli Araplar, eğer çocuğu olursa Yahudi mabedine adayacağına söz verir, çocuk olunca da adarmış. Bu yolla Yahudilerin eline geçen bir hayli Arap çocuğu vardır. Nadîroğulları Yahudileri Medine’den sürgün edildiğinde, bu çocukları da yanlarında götürürler. Çocukların gerçek ebeveynleri Rasulullah’a müracaatla; “Çocuklarımızı geri istiyoruz. Biz şimdi Müslüman olduk, onların Yahudi olmasına gönlümüz razı gelmez” derler. Efendimizin verdiği karar, bu ayetin inişine neden olan karardır: Çocuklara sorulacak, çocuklar hangi inancı tercih ederse, sonuç ona göre belirlenecektir.

Buna benzer bir hadise de “Fıtrat Ayeti” (Rum 30) ile ilişkili olan “Her çocuk İslam fıtratı üzere doğar” hadisi bağlamında yaşanmıştır. Mücahitler savaşlarda ölen düşmanların küçük yaştaki çocuklarından bazılarını yanlarına almışlardır. Bunu duyan peygamberimiz, olaya kızdığını belli eder. Bunu yapan sahabiler ise; “Ama onlar müşriklerin çocukları” diye savunurlar yaptıklarını. Hz. Nebi “Sizin en iyileriniz de öyle değil miydi?” diyerek bu mazereti reddeder ve bunun ardından o ünlü hadisi söyler. (Taberi, 30:30’un tefsirinde…)

Kur’an’da, İslam’dan dönenin (mürted) cezalandırılacağına dair ayet yer alır. Fakat bu maddi ve dünyevi bir ceza değildir. İşte Kur’an’a göre dinden dönenin cezası:

“Sizden her kim dininden döner ve kâfir olduğu halde ölürse, onun bütün yapıp-ettiği ameller dünyada da ahirette de boşa gitmiştir. Onlar ateşe mahkûmdurlar, onlar orada kalıcıdırlar.” (Bakara 2:216)

Bütün bu ayetlerin gösterdiği hakikat, insan bu dünyada hak ve batıldan birini seçebilir. Ona bu hak tanınmıştır. Fakat Allah insandan hakkı seçmesini istemekte, batılı seçtiğinde bunun kendisine zulüm olacağını buyurmaktadır. Zulmeden ise cezasına katlanır. Zira zulmetmek bir hak değil, bir haksızlıktır.

Mü’minin savaşması gereken şey, batılın hakkın önünü tıkamasıdır. Batılın hak kılığına girmesi, batılın hakka güç ve şiddetle galebe çalmasıdır. Neticede, batılın hakkın üzerine binmesidir. Böylesi bir durumda, imanını ciddiye alan her mü’min, hakkın savunması için tüm çabasını harcamak zorundadır. Kur’an buna, “cihad” adını verir.

Batılın söz hürriyetini yasaklamak, batılı güçlendirmektir. Batılın, özünden kaynaklanan bir gücü yoktur. Batılı yasaklamak, batılda güç vehmetmektir. Bu, batılı güçlendirir. Hak ehlinin gayesi, batılı yasaklamak değil, hakkı hakkıyla temsil etmek olmalıdır. Yasaklarla işe başlayanlar, hakkı temsil etmekte sıkıntısı olanlardır. Allah Rasulü 23 yıllık nübüvvetinin 13 yılında neyi yasakladı? O şirki yasaklamak yerine tevhide çağırdı. Tevhidden güç aldı. Ondan aldığı gücü tevhide fazlasıyla tevdi etti.

Hakkı hakkıyla temsil edersek, hakla yücelir ve hakkı yüceltiriz. Hakla yücelirsek, batılın köpük olduğu ortaya çıkar. Köpükle savaş, gereksiz bir enerji kaybıdır.

Batıla ifade özgürlüğünü yasaklarsanız, onunla mücadele edecek fikri nasıl üreteceksiniz? Yasağın garantisi maddi gücünüzdür. O gücü elinizde bulundurduğunuz sürece yasağınız sürer. O gücü kaybedince, batıl yasaklanmış her düşünce gibi bilenerek ve savunma mekanizmasını güçlendirerek ortaya çıkar. Bu kez, onu yasaklayan savunmasız kalır. Zira onu yasaklamanın rahatlığıyla kendini hazırlamamış, muhalif fikirlere karşı tefekkür geliştirmemiş, zihni bir çeviklik kazanmamış,  hazırlıksız yakalanmıştır.

Fakat küfür, hakaret, iftira, bühtan insanın insanlığına yönelik bir saldırıdır, fikir değildir. Hakaret etmek bir hak değil, tecavüzdür. İftira etmek bir hak değil, tecavüzdür. Tecavüzün kendini fikir yerine koyması, insana yapılmış hakarettir. Fikrin tahtını gasp ederek kendisine fikre tanınan hakkın tanınmasını istemesi, batılın yaptığı bir sahtekârlıktır. Bu tuzağa da düşülmemelidir.

Kur’an Müşriklerin en haksız eleştirilerini dahi nakleder (Bkz: Furkan 5, Nahl 103). Onlarla fikri mücadele yapılmasını mü’minlerden ister. Beri yandan, inkârcı muhataplarını yok saymaz. Onların inanç ve fikirlerini yasaklamayı emretmez. Hatta onların inanç ve fikirlerini dikkate alarak defalarca şu çağrıda bulunur:

“De ki onlara: Haydi, getirin delilinizi, tabi ki eğer tezinize sadıksanız!” (27:64)

“İnsan hakları” mı, insan vecibeleri mi?

Batının “insan hakları” nazariyesi sorunludur. “İnsan hakları” ifadesindeki “hak” terimi de, bu sorunun bir parçasıdır. Bu sorunun temelinde de, Batıda insan hakları tarihinin, kiliseden ve burjuvaziden koparılan hakların tarihi olması yatmaktadır. Zira Batıda, burjuvazi toprağın, kilise ise inancın mutlak hâkimiydi. Bu hakların, emekçi sınıflar tarafından burjuvadan “söke söke alınmış” ya da burjuva tarafından emekçi sınıflara “seve seve verilmiş” olması, tali bir meseledir.

Batının temel insan hakları olarak saydığı unsurlar, İslam’a göre hak değil vecibedir. Mesela en temel hak olan “yaşama hakkını” ele alalım. Batıda, “yaşama” temel bir insan hakkı olarak ele alınır. Zira tüm diğer haklar gibi, bu hak da, alt sınıfların mücadele yoluyla egemenlerden aldığı haklardan biridir.

Fakat Batıda “yaşama hakkı” olarak ele alınan şey, İslam’da çok daha üst seviyeye çıkarak, “yaşama vecibesi” olarak ele alınır. Zira insanlar hayatı, kendilerini yönetenlerin lütfu olarak elde etmemişlerdir. İslam aklında, hayat kölelere efendileri tarafından sunulmuş bir lütuf, altsınıflara burjuvazi tarafından sunulmuş bir hak, tebaaya yönetici tarafından sunulmuş bir ihsan değildir. Nitekim bu, tam da Nemrud’un bakış açısıdır:

“Sırf Allah kendisine hükümranlık verdi diye Rabbi hakkında İbrahim’le tartışan kimseye baksana! O zaman İbrahim demişti ki: “Benim Rabbim hayat veren ve öldürendir”. (Nemrud) cevap verdi: “Ben de hayat verir ve öldürürüm.” (Bakara 2:258)

Hayatın sahibi, el-Hayy olan Allah’tır. İnsana hayatı bahşeden de O’dur. Sadece İbrahim’e değil, Nemrud’a da hayatı o vermiştir. Sadece efendilere değil, kölelere de hayatı O vermiştir. Sadece galiplerin değil, mağlupların hayatını da O vermiştir. Hayat, Allah’ın insanoğluna mukaddes bir emanetidir. İnsanoğlu, O’nun emanet ettiği hayatı korumakla mükelleftir. Bu da yaşamayı bir “hak” değil, bir “vecibe” kılar.

Hak ile vecibe arasındaki fark çok büyüktür. İnsan hakkından feragat edebilir. Buna kimse karışamaz. Hatta her feragat bir fedakârlık olduğu için, bunu yapan insan övülür. Hakkından feragat ettiğinden dolayı kimse sorumlu tutulamaz. Fakat insan üzerine vecibe olan bir şeyden feragat edemez. Etse de buna “feragat” değil, “sorumsuzluk” denir. O kimse yükümlülüğünü yerine getirmediği için, mesul duruma düşer. Bunu yapanın bizzat kendisi, hak ihlali yapmış olur.

Bu söylediklerimizi Batının “yaşama hakkı” dediği şeye tatbik edecek olursak: Batıda yaşamak bir “hak” olduğu için, kişi bu hakkından feragat edebilir, vazgeçebilir. Hatta her hakta olduğu gibi, bir başkasına devredebilir. Batıda intihara ve ötenaziye yaklaşımın temelinde bu tasavvur yatar.

Fakat İslam’da yaşamak bir vecibe olduğu için, kişi bu hakkından kendi gönlüyle de olsa feragat edemez, vazgeçemez, bir başkasına devredemez. Mesela intihar, kişinin kendi isteğiyle yaşama hakkından vazgeçmesi ve hayatına kendi elleriyle son vermesidir. Fakat İslam’da bu büyük, hem de çok büyük bir günahtır. Sebebi, Allah’ın emanet ettiği “yaşama vecibesini” ihlal etmek, hayat emanetine ihanet etmektir.

Kur’an’ın inşa ettiği İslam aklının “İnsan hakları” meselesinde nasıl çalıştığına, İslam tarihinden bir örnek verelim: Musul halkı “Seffâh/çok kan dökücü” lakaplı Abbasi Halifesi Ebu Cafer Mansur’a karşı 138 (m. 765) yılında kıyam eder. Mansur kıyamı bastırır ve onlardan “Bir daha ayaklanırsak, kanlarımız Mansur’a helal olsun!” şeklinde söz alır. Bir daha kıyam ederler. Mansur Musul halkını topyekûn imha etmeyi kafasına koyar. Bu katliamın çekeceği tepkiyi azaltmak için de, yüzde yüz haklı olduğu zannıyla zamanın ünlü âlimlerini huzuruna çağırtıp onlardan fetva ister. Âlimler Mansur’a istediği fetvayı verirler. O zamana kadar hiç konuşmayan İmam Ebu Hanife’ye yönelen Mansur, “Senin görüşün nedir?” diye sorar. İmam şu tarihi sözleri söyler:

“Onlar, kendilerinin olmayan bir şeyi, sana helal kılmışlar. Hayatlarına son vermek kendilerine bile helal değilken, onu sana nasıl helal kılabilirler? Şeriat, hayata son verme hakkını, onlara da sana da tanımaz. Mesela, bir kadın namusunu rızasıyla yabancı bir erkeğe teslim etse, o ona helal olur mu? Biri diğerine “gel beni öldür” dese, diğeri de onu katletse, bu caiz olur mu? /…/ Onların kanını dökersen zulmetmiş olursun. Allah’ın şartı uyulmaya kullarınkinden daha layıktır.”[1]

Hak, özü itibarıyla hak değildir, yani hak mutlaklaştırılamaz. Öyle olsaydı katilin özgürlük hakkı elinden alınarak cezalandırılmazdı. Bağımlının uyuşturucu kullanma hakkı elinden alınamazdı.

Elbette “insan vecibeleri” haricinde, bir de “insan hakları” diyebileceğimiz bir haklar listesi yapılabilir. Eğer hak farz kısmına giriyorsa, hakların tahakkuku için çalışmak farz ibadet hükmündedir. Eğer nafile kısmına giriyorsa, nafile ibadet hükmündedir. Hz. Peygamber “haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır” buyurur. Unutulmamalıdır ki, bir haksızlık onu yapanın yanına kâr kalıyorsa, haksızlığı yapan ödüllendiriliyor demektir. Bu ise vebaldir.

Tüm ilahi vahiylerin maksadı şu beş emniyeti sağlamaktır:

  1. Can emniyeti
  2. Akıl emniyeti
  3. Din emniyeti
  4. Nesil emniyeti
  5. Mal emniyeti

Hak arama, Allah’ın el-Hak isminin mü’mindeki tecellisidir. Hakkını arayan her mü’min, el-Hak ismini yansıtan bir ayna hükmündedir. El-Hak isminin ahlakında tecelli ettiği mü’minler çoğaldıkça, toplumda hak arama bilinci artacak, haksızlıklar azalacak, adalet güçlenecek, liyakat ve ehliyet ödüllendirilmiş olacaktır. Rivayet doğruysa, İmam Azam Ebu Hanife, fıkhı şöyle tarif eder: Ma’rifetu’n-nefs mâ leha ve mâ aleyha: “Kişinin hak ve sorumluluklarını bilmesidir.”

İslam’da yönetim aygıtını meşru kılan şey, hak ve vecibelerin korunması ve tahakkukudur. Devletin imanı adalettir. Yönetimin meşruiyeti adaleti kadardır. Adaletini kaybeden yönetim, meşruiyetini de kaybeder. Yönetimin hedefi, “Vallahi, çalan kızım Fatıma da olsa, elini keserdim” diyen Hz. Nebi gibi, imtiyazsız ve adil bir topluma ulaşmak olmalıdır.

[1]Kerderi, Menâkıbu Ebî Hanîfe, s.296.

 

Yorum Yaz