İşine Bak!

Geçen yazımda mikro plandan bakınca insanın aleyhine gibi görünen olayların, makro plandan bakınca, nasıl insanın lehine olduğuna, öyküsü Tevrat ve Kur’an’da detaylıca anlatılan Hz. Yusuf olayını örnek göstermiştim.

Olayı öyküleyen her ayetin altında bir dip akıntısı gibi derinden akan bu “leitmotif”, 67. ayette yüzeye çıkıp nihai anlamda “hükmün yalnızca Allah’a ait olduğunu” söyler ve yine sure boyunca alttan alta akmaya devam eder.

Olayları okuyuşunuz, kesinlikle baktığınız yerden bağımsız değildir. Yusuf’a hain kardeşlerinin baktığı yerden baktığınızda acınacak bir halde, hatta bitmiş bir halde görü(n)ürken, aynı şahsiyete Allah’ın baktığı yerden bakınca imrenilecek bir sürece adım atmış bir halde görü(l)ecektir. Bazen bu gerçeği “görünen”in kendisi dahi bilmez de, “gören” bilir. Görünenin de, görenin bilgisine sahip olması için, onun baktığı yerden, yani “dışardan” kendisine bakması gerekir. Bunu örneğimize uyarlayalım: Yusuf’un bedeni kuyuda da olsa, zihninin kuyuya düşmemesi gerek.

Felaket sizin kuyuya atılmanız değil, asıl felaket zihninizin sınırlarının atıldığınız kuyuyla mahdut olmasıdır; işte o zaman kendi kendinizin kuyusunu kazdınız demektir. Böyle bir zihin, tüm geçmişe yönelik düşünme yeteneği olan “tezekkürü”, geleceğe yönelik düşünüp olayların baskısından kurtulmak için tedbir üretme yeteneği olan “tedebbürü”, geçmişin tecrübesini geleceğe yönelik üretilen tedbire bağlayan “taakkulü” ve bütün bunları yüreğin imbiğinde damıtarak elde edilen “tefekkürü” beceremez.

Tutun ki kuyuya atılmışlardansınız; eğer zihniniz tüm fonksiyonlarını icra ediyor, bilinciniz yerindeyse, ve kendi kendinizin de zindanı olmamışsanız, içinde bulunduğunuz bu durumu, “tedbir” üretmek için bir “fırsat” bilirsiniz. Kendisi kuyuya atılanın zihni, kuyuya atanları da aşarak olayların arka planını okumayı başarıyorsa, şu gerçeği hemen fark edecektir: Kendisini kuyuya atan hain kardeşlerinin zihni bedeniyle birlikte kuyudadır. Kendisi kuyudan çıkarılıp götürülse dahi hain kardeşlerin zihni kuyuda kalmaya devam edecektir. Çünkü kin ve nefret, onların zihni melekelerini dumura uğratmış, bilinçlerini kör bir kuyuya çevirmiştir.

Yusuf Suresi’nin indiği anda Hz. Peygamber’in içinde bulunduğu durum, tam da bu söylediklerimizi doğruluyordu. Bu surenin iniş sıralamasında, tüm klasik vahiy kronolojileri ittifak halindedirler: Hud Suresi’nden sonra Hicr Suresi’nden önce. Bu, zaman açısından yaklaşık hicretten iki yıl öncesine tekabül eder. Yani, en zor yıllar, hüzün ve elem yılları… Mekke ticaret toplumu Hz. Peygamber’den nihai olarak nasıl kurtulacaklarını düşünüyorlar. Tıpkı Hz. Yusuf’un kardeşleri gibi, Hz. Muhammed’in “kardeşleri” de ihanet hazırlığındalar.

Kitab-ı Mukaddes kritikçilerinin ve eski Mısır uzmanlarının karşılaştırmalı araştırmalarında olay için verdikleri tarih M.Ö. 1890. Hz. Peygamber’e, kendisinden yaklaşık 2600 yıl önce yaşanmış bir olay hatırlatılarak, tikellerdeki olumsuzluklara değil tümellerdeki ihtişama bakması ima ediliyor.

Bu surenin doğrudan muhatapları arasında Mekke seküler toplumu da yer alıyor. Onlara verilen mesaj açık: Yusuf’un hain kardeşlerinin akıbetini unutmayın ve yine unutmayın ki Allah sandığınız gibi hayatın dışında değil, tam merkezindedir ve hayata müdahildir. Sizler ise, O’nun yazdığı ilahi senaryoda kötü adam rolünü oynamayı seçiyorsunuz; fakat her kurduğunuz tuzak, yok etmek istediğiniz inancı adım adım muhteşem finale yaklaştırırken, sizi de kötü sona yaklaştırıyor. Sonunda, Yusuf’un hain kardeşleri gibi, yok etmek için zulmettiğiniz gücün önünde yere kapanacak ve pişman olacaksınız.

Nitekim öyle de oldu; çok değil bu tarihten on yıl sonra, kendisine yeryüzünü zindan eden “Mekke”sine muzaffer bir ordunun başında, başı devesinin hörgücüne değecek kadar engin bir tevazu içerisinde, dudaklarında dua gözlerinde yaşla giriyordu Peygamber. Kâbe’nin yüksek eşiğinden korku ve kaygıyla kendileri için vereceği kararı bekleyen “hain kardeşlerine” soruyordu:

-Şimdi size ne yapacağımı sanıyorsunuz?

-“Hain kardeşler”in içerisinden konuşmaya cesaret edenler cevaplıyordu:

-Sen erdemli bir babanın erdemli bir evladısın; senden yalnızca iyilik beklenir!

O da kendisinden bekleneni yapıyor ve Yusuf’un hain kardeşlerine dediğinin bir benzerini diyordu:

-Haydi gidin, (vicdanlarınızla baş başa) bırakıldınız!

Bu surenin mealini yaparken “fe a’rıd anhum” ibaresi üzerinde takıldım: Mevcut mealler gibi “onlardan yüz çevir!” ya da “onları kendi haline bırak” karşılıkları, problemli geldi bana. Birincisi hem metin hem de peygamberlik müessesesi bağlamında oturmazken, daha makul olan ikincisi, yine Kur’an’da sık kullanılan “fe zerhum” ibaresine daha yakın gibi durdu. Çünkü “fe zerhum”de hitabın vurgusu muhatabın başkalarıyla ilişkisine (dışbükey) iken, “fe a’rıd anhum”de hitabın vurgusu muhatabın kendisiyle olan ilişkisine (içbükey) idi. İşte bunun için ben de bu ibareyi “işine bak!” diye çevirdim. Bu karşılığı tuttum; kendi kendime her gün tekrarlıyorum:

İşine bak!

Yorum Yaz