İslam hukuku ve kimsesiz çocuklar (1)

Meseleyi yazarımız Kürşat Bumin’in köşesine taşıması üzerine içimden konu hakkında birkaç makale kaleme almak geçti.

Fakat her zaman olduğu gibi, bu kez de mesele “magazinin” dayanılmaz hafifliğine kurban gider endişesiyle vazgeçtim. Takdir edersiniz ki “ağır” bir konuyu “hafif” bir zeminde ele almak ne yazarı tatmin eder, ne de okuru. El-hasıl, yazmakla yazmamak arasında kararsız kalmıştım ki, Kürşat Bey’in hayırlı “tahrikleri” devam etti. Konunun arkasını bırakmadı. Bence, iyi de etti.

Mesele malum: Urla’daki Barboros Çocuk Köyü’nde gerçekleşen taciz ve tecavüz skandalı çerçevesinde gündeme taşınan konu İslam’ın kimsesiz çocuklarla ilgili tavrı. Daha doğrusu, bu konuda Prof. Çiğdem Kağıtçıbaşı’nın İslam Hukukunu suçlayıcı sözleri.

Bumin’in “gelişim psikolojisinin ülkemizdeki en önemli isimlerinden” diye tanıttığı Kağıtçıbaşı, Hürriyet gazetesinin Pazar ekinde yayımlanan mülakatında şunları demiş:

“İslam Hukuku kan bağlarını esas aldığı için evlat edinmeyi onaylamaz. Yine de Osmanlı’da yüzyıllar boyu aileler kimsesiz çocukları evlatlık aldı, ev işlerinde kullandı, yaşı gelince evlendirdi. Ama evlatlık ailenin çocuklarıyla eşit hakka sahip değildi. 1926’da Medeni Kanun, evlat edinmeye yasal statü getirirken gelenekten etkilendi. 40 yaşın üzerinde, çocuk sahibi olmayan çiftlere hak tanıdı. Diyanet İşleri Başkanlığı geçmişte yaptığı bir açıklamada nüfusa geçilmediği durumlarda evlatlık edinmenin sevap olduğunu, miras hakkı verilemeyeceğini ve evlatlıkla evlenilemeyeceğini belirtiyordu. Bu, çağdaş dünyada kabul edilemeyecek bir yaklaşım.”

Bu pasajı aktaran Bumin, hemen ardından şunu da söylemeyi ihmal etmemiş: “Kağıtçıbaşı’nın bu açıklamaları -mutlaka- bazı eleştirilere konu olacaktır. Benim bu açıklamalar karşısında -konuyu bilmediğimden dolayı- söyleyecek bir sözüm yok.”

Bayan Kağıtçıbaşı’nın benzer ifadelerine daha sonra bir kanalda da rastladım. Demek ki bunlar söz konusu bayana ait. Bu satırdan sonra biz bir “kişi”yi, yani Bayan Kağıtçıbaşı’nı değil bu ülkede benzerine mebzul miktarda rastlanan tipik bir “aklı” ele alıp tartışacağız. Yani şu andan itibaren bir “özel ismi” değil kendini “çağdaş” diye niteleyen ve zımnen kendine uymayan her şeyi “çağdışı” ilan ederek mahkum eden (sözün bitiş kısmını hatırlayın) bir “cins ismi” konuşacağız.

Açıktır ki bu sözler bilimsel olmanın en temel kuralı olan “anlama”yı ve “tanıma”yı değil, “anlatma”yı ve “tanımlama”yı esas alan bir üslup içeriyor. Üstü örtük bir biçimde İslam’ı, İslam hukukunu yargılıyor, dışlıyor ve “suçlu” gösteriyor.

İşin esası, bu sözlerin yanlış olup olmadığını tartışmadan önce, bu lafları eden akla bunları söyleten ruh halini, satır arkalarında bir dip akıntısı gibi akan önyargılarını, ideolojik bagajlarını tartışmak, bu aklın insan-din-iman-toplum-hukuk tasavvuru üzerine birkaç söz söylemek gerekir. Ama işin bu faslını geçiyoruz.

Bununla yetinmiyoruz. Ortada “bilimsellik” kisvesi altında bu tür tartışmalarda hep yapılan bir “hokus-pokusu”da geçiyoruz. Nedir o? Tartışmayı asıl mecrasından çıkarmak, hedef saptırmak. Tartışılan konu, içinde SOS gibi malum odakların eli olan ve malum basın tarafından en başında “çağdaş proje” diye pazarlanan bir kurumda gündeme elen “tecavüz ve taciz skandalı”dır. Tamam, bu skandalın temelinde kimsesiz (Kimsesiz mi? Bunların ne kadarı gerçekten kimsesiz? Ne kadarı “çağdaş”lığın şanından olan zina, kumar, içki, faiz gibi İslam’ın haramlarını irtikap sebebiyle çöken ailelerin çocukları?) çocuklara ilişkin tavır yatıyor.

İyi de, bu ülke İslam Hukuku ile yönetilmiyor ki, çuvallanılan ve ağza yüze bulaştırılan her konuda İslam’ın ve İslam Hukuku’nun yakasına yapışasınız. Bunun adına bir şey derler, ama hatırlayamadım. Dünyada Anayasası’nda laiklik olan ender ülkelerden biri Türkiye. Dini ancak ölülerin yaşayacağı bir “vicdan işi” olarak tanımlayan ultra laik bir Cumhurbaşkanı var. Medeni Kanunu İslam’dan almamış, İsviçre’den ithal etmiş. İslam’ı “yasadışı” ilan etmiş ve belli yaşın üzerindeki çocuklara Kur’an’ı yasaklayacak kadar dine karşı önyargılı. Kıblesini 80 yıl önce değiştirmiş ve bir daha da eski kıblesine dönmemiş. Bütün bu gerçekler gün gibi ortadayken, başarısız olunan sosyal bir konuda kalkıp da hâlâ İslam’ı ve İslam Hukuku’nu suçlayabilmek bilimle, insafla, vicdanla bağdaşır mı? Tam da Yahudi’ye “Neden İsa efendimizi öldürdünüz?” diye sopa çeken Yeniçeri misali. “O senin dediğin 1700 yıl önceydi” diyen Yahudi’ye yeniçerinin cevabını hatırlıyorsunuzdur: “Ben yeni duydum!”

Alıntıdaki sözler, zımnen, İslam’ı muhtaç çocuklara sahip çıkmamakla itham ediyor.

Yazıya virgülü koymadan iki soru:

1. İslam tüm inanç sistemleri içinde şehitliğe en çok değer veren, Allah davası uğrunda cihadı ibadet kılan, ahiret bilincini her an diri tutan bir din. Bu yüzden, İslam tarihinde yetim sayısının aşırı arttığı yıllar, İslam’ın yoğun yaşandığı yüzyıllardır. Bunun zirveye vardığı dönem ise Muhammedi davetin ilk asrıdır. Peki, sizce İslam başka hiçbir toplumla kıyaslanmayacak kadar çok olan bu yetimlerle o şartlarda nasıl başa çıkmıştır?

2. İslam kendine özgü fetih anlayışı sayesinde kısa zamanda yeryüzünün dört bir yanına yayılmıştır. Thomas W Arnold’un da itiraf ettiği gibi, İslam’ın fütuhat topraklarında tutunmasını sağlayan silahlı güçler değil, yerli müminler olmuştur. Bunlar içerisinde en dikkate değer kesim de İslam’ın “evlat” edindiği kimsesiz yerli çocuklardır. Bunun bilinen en tipik örneği Hui Çinlileridir ve bunların kökenini Çin’den toplanan kimsesiz çocuklar oluşturur. İslam, bu ve buna benzer eşi görülmemiş başarılara nasıl imza atmış ve bakıp büyüttüğü bu çocuklar arasından ünlü bilginler, fatihler ve düşünürleri nasıl çıkarmıştır?

İslam Hukuku’nun meseleye bakışı gelecek yazıda.

Yorum Yaz