İyi adamlar iyi atlara binip gidiyorlar

Nedendir bilmem; onu son görüşümde Ramazanoğlu Mahmut Sami Efendi’nin son yıllarını hatırladım.

Ali Ulvi Bey’i de, Sami Efendi gibi şeffaflaşmış bir halde gördüm. Bedenini ait olduğu yere terk edip, ‘selam yurduna’ gitmek istiyormuş gibi geldi bana. Pür-nûr olmuştu.

Son görüşmemiz geçtiğimiz yılın hac mevsimindeydi. Nurlu Medine’de mukim kılavuzumuz Muhsin Bey “Hocam sizi bekliyor” deyince, yola koyulduk. Üstadı son görüşümde zihnimde yaptığı çağrışımlar yukarıdaki gibiydi. Aslında gitmeden önce “Bu gelişimde mutlaka ziyaret etmeliyim” kararlılığındaydım. Bunun nedenini de yanımdaki arkadaşlara “Neslinin son temsilcilerindendir. İşte Abdurrahman Hoca’yı, Asım Hoca’yı peş peşe yolladık. Allah ömürler versin ama…” gibi bir gerekçeyle açıklamaya çalışmıştım.

Meğer göçe hazırlanıyormuş. Meğer hissettiklerim boş bir kuruntu değil, bir “hiss-i kable’l-vuku” imiş. Bu hisle, bile isteye Ali Ulvi Bey’i anılarına döndürmeye çalışmıştım. Çünkü o bu yüzyılın tanığıydı. Özellikle bu ülkenin başından geçen asırlık kazanın görgü şahidiydi.

Türkiye-Mısır-Arabistan üçgeninde geçen hayatı, bugünün parçalanmış coğrafyasına rağmen, yüreğindeki coğrafyanın hâlâ parçalanmadığının göstergesiydi. Konya’da başlayıp Medine’de son bulan 80 küsur yıllık hayat yürüyüşünde, kulağı hep bu topraklardan gelecek “sevap seslere” dönük yaşadı.

Bir dönem bu topraklarda sık boğaz edildikleri için hicretin tozlu yollarına “Bismillah” diyerek ailesiyle birlikte Hz. Peygamber’in konuğu olarak Medine’ye giden Ali Ulvi Bey, ömrünün son yıllarında daha bir düşmüştü doğduğu topraklara. Davetleri reddetmiyor, ziyarete gelenleri her durumda kabul ediyordu. Bütün bunlar sırasında sürekli anlatıyor, ömrünün hasılatını muhataplarıyla paylaşıyor, onları hep hakka ve hayra yönlendiriyordu.

En çok üzerinde durduğu “insan yetiştirmek”ti. Gençlik üzerine vurgu yapıyordu. Öteden beri içinde kalmış bir ukde de, “alim yetiştirecek kurumlar kurulması” konusuydu. Bu konudaki açığın farkındaydı. İmkanı olanlara dilinin döndüğünce bu konunun önemini anlatmaya çalıştığını ifade ediyordu.

Gerçek bir Peygamber aşığıydı. Üç cümle konuşursa, mutlaka birinde sözü Hz. Peygamber’e getirirdi. Bununla farkında olmadan “sünnetin hayat tarzı olduğunu” isbat eder gibiydi.

Kitaplar üzerine yaptığımız sohbetlerden birinde uzun yıllar yöneticiliğini yaptığı Medine Arif Hikmet Bey Kütüphanesi’nde kayıtlı bulunan değerli eserler üzerine konuşmuştuk. Şair ruhluluğu, kitap sevgisinde de kendini dışa vuruyordu belli ki.

Son ziyaretimde bir şeyi fark ettim: Ezher yıllarını konuşmaktan özel bir haz alıyor ve o yıllardan söz açılması onu heyecanlandırıyordu. Bunu, onunla bu konuyu paylaşacak insanların azlığına yordum.

Hocalarından söz açtı. Özellikle de Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi ve Yozgatlı İhsan Efendiler…

Mustafa Sabri Efendiden söz ederken o yaşına rağmen, sanki hocası oradaymış gibi kendisini toparlaması dikkatimi çekti. Onun ünlü eserini kastederek “Mevkıfu’l-Beşer Tahte Sultani’l-Kader (=Kaderin otoritesi altında insanlığın konumu) adlı kitabını ben tebyiz ettim” demişti. O eseri temize çekerken kimi yerlerini anlamakta zorlandığını, kimi yerlerini de kabullenmekte zorlandığını ima etti. Eseri matbaaya veren de yine Üstadın kendisi olmuş.

Sözün buraya gelmesi benim için de bulunmaz bir fırsattı. Mustafa Sabri Efendi’nin bu eserde neden katı bir Eş’ari yorumuna meylettiğini, hatta “kader” konusunda adeta su katılmamış bir Cebriyye müntesibi gibi düşündüğünü sordum.

Belli ki, Hocası hakkında olumsuz bir şey söylemekten dikkatle kaçınıyordu. Olağanüstü nazik bir üslupla, bu konuda Mustafa Sabri Efendinin neden böyle bir tavrı tercih ettiğini kendisinin de merak ettiğini, bunun mutlaka bir sebeb-i hikmeti olması gerektiğini, ama kendisinin bunu bilemediğini söyledi.

Ben, bu noktada kendi düşüncemi açtım: “Acaba” dedim, “Efendinin Osmanlı bakiyesi topraklarda ve özellikle de Anadolu’da baş döndürücü bir hızla gerçekleşen kırılmalar ve alt-üst oluşlar karşısında yaşadığı hayal kırıklığı ve umutsuzluk hali mi onu bu noktaya sürükledi?”

Üstat uzun uzun düşündükten sonra “Bilemiyorum” demekle yetindi.

Onun vefatı, sadece bir Peygamber aşığının kaybı değil, aynı zamanda bir çağın tanığının da kaybı anlamına geliyor. Bu güzide insanın kaybını hiçbir şey telafi edemez elbet; fakat gönül onun hayat hikayesini kendi elleriyle kaleme almış olduğunu duymak istiyor. Eğer böyle bir şey olduysa, bu sadece onu sevenlere bıraktığı en güzel yadigar olmakla kalmayacak, aynı zamanda dönemindeki kimi karanlık noktalara ışık tutan bir belge hüviyetini de taşıyacaktır.

Ruhu şâd, mekanı cennet olsun.

 

Yorum Yaz