Kadın: Modern çağın Kandıralısı

İndirgemeci modern çağ, kesintisiz ve biteviye akan coşkun bir nehre benzeyen insan hayatını, hem enine (“çocukluk-gençlik” gibi), hem de boyuna (“kadın-erkek” gibi) böldü. Önce, hayatı parçalara ayırarak kategorize etti, sonra bu “parça”ları “bütün”den bağımsız ele alarak “mutlaklaştırdı”.

Dahası, “bütün”den ayırdığı her “parça”nın bütün içerisindeki anlamlı yerini inkar ederek, ona yepyeni ve bütünden bağımsız bir ‘”rol” yükledi. İşte, cinayet burada başladı.

Oysaki parçalanan hakikat, hakikat olmaktan çıkardı. Hiçbir noktasında kesintiye tahammülü olmayan hayat ırmağını, enine ya da boyuna parçalayıp, bu bütünden, mesela “gençliği” ya da “kadını” çekip çıkardığınızda, aslında mazi ve istikbaliyle ya da kadın ve erkeğiyle anlamlı olan insan hayatının, anlamına kastediyordunuz. Böyle bir mantık, hayatı, kendi bütünselliği (vahdet) içerisinde nasıl kavrasın?

İşte bu indirgemeci mantık, hayatı bir “uyuşma” alanı olmaktan çıkarıp bir “çatışma” alanına dönüştürmüştü. Modern zamanların “kuşak çatışması” veya “feminizm” adı verilen hastalıkları, aslında bu mantığın doğal bir sonucu değil miydi?

“İnsan”, varlıklar içerisinde özgün ve seçkin bir kategoridir. Peki, “insan” olmakla yetinmeyip, kişinin seçiminde kendi dahli bulunmayan “kadın”lığını ya da “erkek”liğini öne çıkarması, hangi psiko-patolojik yaklaşımın ürünüdür? “İnsan hakları”ndan söz edilen bir yerde, ayrıca bir de “kadın hakları”ndan söz ediliyorsa, orada kadına “Kandıralı” muamelesi yapılıyor demektir: “Bölük dur! Kandıralı, sen de dur!”

Geleneğin kadına biçtiği rol, elbette tartışılmalı. Fakat “geleneksel kadın” imajını, “İslam’ın ideal kadın modeli” gibi takdim etmenin tutar dalının olmadığı da bilinmeli. Hz. Ömer’in oğlu Abdullah şu mealde bir şey söylüyor: “Hz. Peygamber hayattayken, kadınlara sesimizi çıkaramazdık, çünkü aleyhimize olurdu. Ne zaman Hz. Peygamber vefat etti, o zaman kadınlara istediğimiz gibi davrandık.” Bu itiraf, geleneksel kadın imajının, bir parça, İslam’ın ideal modeline rağmen oluştuğunu açıklamıyor mu?

İslam’ın öngördüğü kadın modeliyle geleneksel kadın modelini yan yana koyduğumuzda, birincisinin ikincisinden hayli farklı ve önde olduğu su götürmez. Ya, geleneksel kadınla, modern kadını karşılaştırdığımızda, aynı şeyi söyleyebilir miyiz?

Bence, kesinlikle hayır… Modernite, tüm iddiasına rağmen, kadın varoluşuna “insani” anlamda hiçbir şey, evet hiçbir şey eklememiştir; aksine kadını insanlığından ederek “metalaştırmış”, onu kelimenin tam anlamıyla “istismar” etmiş, ruhunu öldürdüğü kadının bedenini her anlamda “tepe tepe” kullanmıştır ve kullanmaya da devam etmektedir. Geçmiş çağlarda, erkeğin gölgesi altında ikincil bir “özne” olarak yaşayıp giden kadını, modern çağ “teşhirlik bir nesne” haline getirdi; bunun “ilerleme” olduğunu düşünenler, sevinebilirler.

Türk modernleşmesi de, bu kadın istismarı ve sömürüsüne, payına düşen katkıyı sağlamıştır. Bugün, Türk modernleşmesinin ürünü olan kadın yazarlar, bunca modernleştirme çabalarının ardından hâlâ “Kadının Adı Yok” diyorlarsa, bu yalnızca bir “eleştiriyi” değil, modernleşmenin Tanzimat’tan bu tarafa kadını getirip bıraktığı -daha doğrusu tükettiği için bırakamadığı- kapının “tespitini” ifade etmektedir.

İnsanı diğer canlı/hayvanlardan ayıran aklı, diğer canlılar için olağan olan çıplaklığı insan için olağandışı kılmıştır. Çünkü insan, güzeli çirkinden, iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan, hakkı batıldan ayırabildiği için ve bunun sonucunda da utanabildiği, inanabildiği, sevebildiği için insandır. İslam’daki tesettür (örtünme) emri, insanı, diğer canlıların tabi olduğu “beşerî doğallık” olan çıplaklıktan, sadece insanın tabi olduğu “insani doğallık” olan örtünmeye çağırır. Başörtüsü, bu örtünmenin bir parçasıdır. Tesettürün sınırlarını, o bu değil, Müslümanların, yalnızca kendilerini kayıtsız şartsız teslim edince Müslüman sayıldıkları “Allah’ın iradesi” belirler.

Pazartesi akşamı, “Müslümanların TRT’si”nde, dersine iyi çalışmadığını düşündüğüm Ilıcak’ın programında izlediğim ve kendi içinde tutarlı bir kişilik olarak takdir ettiğim Gülay Göktürk’ün anlayamadığı da, işte budur.

Sayın Göktürk, Müslüman kadınları “özgürleştirme” adına açılmaya çağırırken şunu unutuyor: Biz Müslümanlar, Allah’ın bize emanet ettiğine inandığımız özgürlüğümüzü, Allah’a rağmen kullanmayız. Böyle yapınca, içgüdülerimizin ve ayartıcı öz benliğimizin kölesi haline geleceğimizi bilir/inanırız. Bu durumda, yalnızca Allah’a değil, “emanete”, yani kendi kendimize de ihanet etmiş oluruz. İnsanın kendi kendisine ihanet etmesinin en kötü sonucu, kendi kendisine yabancılaşması ve dolayısıyla hakikate karşı yabancılaşmasıdır. Bu da, kişinin kendisiyle ve her şeyle barışık olmaması neticesini doğurur. Bu netice ise, mutluluğumuzu kendi ellerimizle boğduğumuz anlamını taşır.

Oysaki biz Müslümanların “iman”dan en büyük beklentisi; öncesiz dünü, kısa günü ve bitimsiz yarınıyla, bütün bir hayatımızın mutluluk tarlasına dönüşmesidir. İşte bu nedenle Müslüman kadın, örtüsüne yapılan her saldırıyı özgürlüğüne ve mutluluğuna yapılmış bir saldırı olarak algılıyor. Bu gerçeği göz ardı ederek, tesettür emrini ve Müslüman kadını anlamak ne mümkün.

Kadın konusuna devam edeceğiz.

Yorum Yaz