Keşke ”Yerli” Olsaydı

III. Ahmed döneminde başladığını savunduğumuz 280 yıllık batılılaşma serüveni, başlangıçta “yerli” bir temayül olarak belirmişti.

Ancak Tanzimat’tan sonra, artık “yersiz”, hatta “yabancı” bir “siyasal proje” halini aldı. O günden bu güne, bu topraklarda gerçekleşen kayda değer hiçbir siyasi olayın “yerli” olma hüviyeti taşıdığı düşüncesinde değilim.

Gerek Tanzimat sonrası Osmanlı modernleşmesi, gerek Cumhuriyet modernleşmesi ve bütün bu süreçte gerçekleşen siyasal gelişmeler, hep uluslararası güç odaklarının yazdığı senaryonun yerli/yersiz aktörler tarafından sahnelenmesiyle gerçekleşmişti.

Siyasal tarihine, kuklacı-kukla ilişkisinin böylesine sindiği bu topraklarda gerçekleşen önemli bir siyasal gelişmeyi, bu negatif gelenekten bağımsız olarak değerlendirmeye kalkmak, varılan tüm sonuçları anlamsız ve “göz boyamaya” matuf kılacaktır.

Bizim gençliğimizin en çarpıcı kitap isimlerinden biriydi “Lozan Zafer mi, Hezimet mi?”. Elbette bunu tartışacak değilim. Olmayacak şey ama birileri çıkıp, Sevr’in bile gerçekte bir “hezimet” değil bir “zafer” olduğunu savunabilir.

Tabi bu nereden baktığınıza bağlı…

Siyasal bir gelişmeyi “zafer” olarak niteleyenlerle, “hezimet” olarak niteleyenlerin birbirlerine tam ters açılardan baktıkları için bu birbirine zıt sonuçlara varıyorlarsa, bu kolay anlaşılabilir bir şeydir.

Konumuz da zaten bu değil. Asıl konumuz, Lozan’da yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin “azınlık” tanımında “dini”, yani “İslam’ı” kriter olarak alan, “azınlık” tanımını “gayr-ı müslimlerle” sınırlayan, yeni ulus devletin farklı ırktan da olsalar aynı dine mensup olan tüm Anadolu halklarının ortak eseri olduğunu deklare eden bir anlayıştan bugünlere nasıl gelindiği.

Abdullah Öcalan’a, başta Sabancı suikastinin tetikçisi Mustafa Duyar’ı susturanlar, Bursa’nın ve Ankara’nın ünlü tefecilerini öldürtüp, dünya kadar servetlerinin üstüne konanlar, derin devletin allı-“yeşil”li derin çeteleri, bankaların içini boşaltıp tüm borçlarını milletin sırtına yıkanlar, millete “yarasa” diye hakaret edip seçimlerde milletin karşısına çıkacak yüzü olmayanlar, Apo’nun araba yakan sempatizanlarını dağıtmakla yetinen polisi başörtülü körpe yavruların üzerine joplarla ve panzerlerle sürmekten çekinmeyen ve tek umudunu Apo’ya bağlayan azınlık hükümeti, içten içe minnet borçlu olabilirler. Çünkü bu kadar keskin ve iğrenç bir kokuyu ancak Apo yorganı bastırabilirdi. Kokusunu bastırmak için kalın yorganlara ihtiyacı olmayan sıradan insanların, yani kamuoyunun merak ettiği sorular var:

Mahir Kaynak diyor ki: “Türkiye’nin Kenya’ya safari (vahşi hayvan avı) için göndereceği adamı bile yoktur.”

Eğer, bu yakalama operasyonu gerçekten iddia edildiği gibi yerliyse şu sorunun cevabını bilmek kamuoyunun hakkıdır: 14 yıldır, burnumuzun ucundayken niçin yakalanamadı? Apo’nun yakalanması için ille de Kenya’ya gitmesi mi gerekiyordu?

Yok, eğer bu operasyon resmi açıklamaların aksine, uluslararası basının dile getirdiği gibi,  ABD ve İsrail gizli servislerinin işiyse, bu işi sevabına mı yaptılar? Apo çok büyük bir koz, böyle bir kozu ele geçiren hiçbir uluslararası güç, bunu karşılıksız vermez. O halde, Apo karşılığında “verilen” ya da “verilmesi vaad edilen” nedir?

Kamuoyunun merak ettiği daha başka sorular da var: 1984’te, Asala’nın bittiği yerden PKK başlamıştı. Şimdi PKK’nın bittiği yerden birilerinin başlamayacağı ya da başlatılmayacağı yönünde bir garanti verilebilir mi?

Hepsinden öte, 28 Şubat’tan beri kulaktan kulağa yayılan bir fısıltı var. Söylentiye göre, 28 Şubat’ın mimarlarından kimileri, Apo ile “Sen biraz geride dur, şu irticacıların işini bitirelim, daha sonra görüşürüz” yollu pazarlıklar yapmış. Bu söylentilerin gerçeği ne derece yansıtıp yansıtmadığı da açığa çıkacak mı?

Bütün bunlar kamuoyunun merak ettiği sorular. Biz sadece bu soruların dile getirilmesine aracılık etmekle yükümlüyüz.

Her şeyden öte, Öcalan’ın ele geçmesi, bu ülkenin yeniden yapılanması ve kendi halkıyla barışık bir Türkiye’nin temellerinin atılması için bir fırsat olarak değerlendirilebilir. En büyük temennimiz budur.

Çünkü vicdanı nasır bağlamamış hiç kimse, anaların ağlamasından zevk almaz.

( 19 Şubat 1999 )

 

Yorum Yaz