Korkmadan ve titremeden dinden söz etmek

Dini konuşma, dinden söz etme, özellikle bugün, dinden söz etme nasıl mümkün olmaktadır?

Nasıl ondan, tekil olarak, korku ve titreme olmaksızın söz etmeye cür’et edilebilir bugün? Ve de bu kadar kısa ve hızlı bir şekilde? Kim burada söz konusu olanın, aynı anda hem kimliği belirlenebilir hem de yeni bir konu olduğunu iddia etme densizliğinde bulunabilir? Kim buraya birkaç veciz düşünce iliştirme kibirliliğinde bulunabilir?”

Jacques Derrida’nın, geçen yazımda söz ettiğim tebliğinden yaptım bu alıntıyı. Bu alıntının devamında Derrida, korkmadan ve titremeden, birtakım soyutlamaların ardına sığınarak dinden söz etmeyi “küstahlığa sahip olmak” olarak niteler.

Evet, etrafımıza baktığımızda, titremeden ve korkmadan, yarım ağız ya da çalakalem, hiçbir yetkinliği, bilgisi, saygısı ve de imanı olmadığı halde dinden söz eden ne kadar da çok “densiz”, “küstah” ve “kibirli” zerzevat görüyoruz.

Bu ülkede, ihtisasa saygı duyan, bir meselede başvuracağı mercii belirlerken o alanın uzmanını arayanlar dahi, iş din konusuna geldiği zaman, cehaletlerine bakmadan uzman kesiliverirler. Utanmadan, yüzleri kızarmadan, titremeden incilerini döktürür de döktürürler. “Ebu Hanife’nin 12 ayetinden”, “Hz. Muhammed’in ayetinden” söz ederler, “iki rekatlık akşam namazından”, “abdest”ten, “kulfal”dan, “Cuma’yı evde kılmaktan”, “Orucun Ramazan’a geldiğinden” söz ederler.

Peki, mesele sadece bu tür zerzevatın küstahlığı, kibirliliği, densizliği ya da dinsizliği midir?

Sanmıyorum. Hatta sorun entelektüel duyarlık ve bilimsel tavırdan da öte, bir ahlak ve kişilik sorunudur. İnsanın, kendisini ciddiye alıp almadığıyla alakalı ontolojik bir problemdir aynı zamanda. Din gibi, her bir insanı hem varoluşsal düzeyde, hem de psikolojik ve sosyolojik olarak dikeyine derinliğine ve yatayına ilgilendiren bir konuda, öyle titremeden, korkmadan konuşmak için gerçekten de Derrida’nın dediği gibi kibirli, küstah ve densiz (ve dahi dinsiz ve imansız) olan zerzevata dahil olmak gerekir.

Bu ülkede, dine karşı laubalilik resmen özendirilmiştir. İşte bu tür zerzevatın piyasada bu denli mebzul miktarda bulunuyor oluşunun gerçek nedeni de budur. Kendine, dolayısıyla hakikate, topluma ve insanlığın değişmez değerlerine saygısını yitirmiş bir türün, İslam hakkında söylediklerini ciddiye almak mümkün mü?

Laisizm, sadece “imkansız” değil, insan tekinde bir vicdan oluşturamama anlamında “vicdansız”dır da. Onun için insan teki laik olamaz, bu muhal üstü muhaldir. Onun tâbi olduğu bir değerler sistemi vardır ve onu yönlendiren, vicdanına komut veren bu değerler sistemidir.

İslam, duruşunu Allah’a ayarlamış bir mü’minde yalnızca vicdan oluşturmakla kalmaz, aynı zamanda bir “hayat tasavvuru” ve “alem görüşü” de telkin eder. İslam’ın bu müstesna tabiatını Batılı efendileri dahi anladığı halde yerli/yersiz oryantalist kopyalarının anlayamaması bundandır.

Bakın ne diyor Graham Fuller: “…İslami yasaları anlamak için yasaların oluştuğu ‘bağlam’ı göz önünde bulundurmak gerekir.” Buna karşın yerli/yersiz oryantalistlerden biri kalkar “din yasalarının değişmezliğinden” dem vurarak “laisizmin matematiksel izahı” gibi bir garabetten söz edebilir. Galiba, yer yüzünde böylesi bir gülünçlük yalnızca bu ülkenin “imkansız ve “vicdansız”ı savunan okumuş-yazmışlarından sadır olur.

Kıyaslayın lütfen. Sorun yalnızca Müslüman olup olmama sorunu değildir, sorun kendi kendine yabancılaşma ve sonuçta kendi kendinden nefretle ilgili psiko-patolojik bir sorundur.

Şu bir gerçek ki, kuklalarının kullanışlılıktan çıktığı gün, kuklacılar perdenin arkasından çıkıp saldırıyı doğrudan üstlenecekler. Bu uzun bir yürüyüştür. Herkes, kendi donanımını ona göre hazırlasın. Müslümanlar her tür yanlışı yapabilirler, fakat “imkansız” ve “vicdansız” olanın ayakta kalması için her hangi bir gerekçeyle koltuk değneği olamazlar.

İslam, insanın dünyasını anlamlandırır ve ahiretini de vaad eder. Ona alternatif diye sunulan tek dünyalı beşeri sistemler ise sadece dünyayı vaad edebilirler. Bizdeki savunucuları, onu da mahvettiler. Dolayısıyla, onların vaad edeceği hiçbir şeyleri kalmadı.

Onun içindir ki, vaad etmek yerine vaad edenlere saldırıyorlar; umut vermiyorlar, umut veren kaynaklara “abdest” bozuyorlar.

( 20 Ekim 1999 )

 

Yorum Yaz