Kuran: Rabbani terbiyenin müfredatı

Er-Rahmân… “Alleme’l-Kur’ân Halaka’l-İnsân “Allemehu”l-Beyân… (Rahman 1-4)

“Eğer sonsuz merhamet kaynağı olan Rahman’ın kimliğini merak ediyorsan ey insanoğlu, dinle o zaman: İnsanı yaratan O’dur, yarattığı insana tenezzül buyurarak Kur’an vahyini öğreten O’dur; hepsinden öte insana kendini ifade etmeyi öğreten yine O’dur?”

Bu ayetlerde “yaratma” fiili iki “öğretme” fiili arasında gelmiş. Bu şu demek: Beşer’in insan suretinde yaratılması onu “insan” kılmaya yetmez. İnsan, ancak talim ve terbiye/eğitim ve öğretim ile insan olur. Rahman suresinin girişi, eğitimin ekseninin şefkat ve merhamet olduğunu ifade eder. İnsanı yaratan Allah, aynı zamanda insana öğretenin ta kendisidir. Allah’ın insana öğretmesi er-Rahman oluşunun bir ifadesidir. İnsanın öğrenme yeteneğine sahip olması da öyle. Zaten “öğrenme” olmasaydı, “öğretme” olayından söz edilemezdi.

Öğretme, yani Kur’ani ifadesiyle ta’lîm, şöyle tarif edilir: “Anlamın tasavvuru için benliği tahrik edip harekete geçirmek” (İbn Aşur). Bu sayede benlik anlamın peşine düşecek ve öğrenme işlemi gerçekleşecektir. Bunun da arkasında insana yaratılıştan verilen “merak” güdüsü yatar. Öğrenme, insanı insan eden vasıftır. Bunu yine Kur’an’dan öğreniyoruz. İnsanoğlunun sembol atası Âdem’e secde etmesi emredilen meleklere sunulan tek gerekçe vardı: Âdem’e tüm isimlerin Allah tarafından öğretilmiş (ta’limu’l-esmâ) olması (2:31). Ta’limu’l-esmâ, Âdem ve âdemoğlunun ayırıcı vasfı olarak sunulmakta ve meleklere verilmeyenin âdemoğluna verildiği ifade buyrulmaktadır (2:32). Melekler Âdem’e işte bu yüzden secde etmelidirler.

Bakara suresindeki bu pasajdan anlaşılan şudur: Meleklerin de insanın da bilgisinin kaynağı Allah’tır. Ne var ki, melekler kendilerine verilen bilgiyi üretememekte, sadece verileni kullanmaktadır. Fakat insan kendisine verilen bilgiyi üretebilmektedir. Zaten İbnu’l-Cinni gibi otoriteler Âdem’e isimlerin öğretilmesini “insanın eşyaya isim koyma yeteneği” olarak değerlendirirler (el-Hasâis).

Rabbani terbiyenin müfredatı olan Kur’an vahyinde meleklerin Âdem’e secdesinin gerekçesi olan bilgi, teslisçi Hıristiyanlıkta Âdem’i cennetten kovduran “yasak meyve” olarak yorumlanır. Ucunda âdem ısırığı bulunan elma simgesi, işte Hıristiyanlığın bu anlayışını temsil eder. Bu anlayış aslında Putperest Yunan’daki Prometheus Efsanesi’nin Kitab-ı Mukaddes’teki Âdem kıssasına uyarlanmasından başka bir şey değildir. Prometheus Tanrıların ateşini çalmış ve çaldığı ışıkla aydınlanmış ve aydınlatmıştır. İnsan da aydınlanmak ve aydınlatmak istiyorsa ışığı elinde tutan tanrılara karşı mücadele vermek, onların ışığını çalmak zorundadır. Bu efsaneyi Kiliseye adapte eden akıl Prometheus’un yerine Âdem’i, ateşin yerine “yasak meyve”yi koymuştur. Batı biliminin seküler ve kutsaldan kopuk tabiatının temelinde böyle bir arka plan yatar.

İslam aklında bilgi, melekleri Âdem’e secde ettiren unsur iken, Yunan-Batı aklında bilgi Âdem’i cennetten kovduran unsurdur. Birincisi bu yüzden bilgiyi ilahi bir emanet olarak görürken, ikincisi bilgiyi Tanrı’dan çalınmış bir şey olarak görür. Batı ortaçağındaki iman-bilim çatışmasının nedeni de, Laisizmin Batı’da ortaya çıkış nedeni de budur.

İslam’a göre bilgi sadece emanet değil, aynı zamanda ibadet ve ubudiyettir. Bu yüzden Kur’an’dan ilk nazil olan ayetlerin konusu tartışmasız “bilgi”dir. Alak suresinin ilk inen beş ayetinde anahtar kelimeler şunlardır: Üç kez alime kökünden “öğrenme-bilme” fiili, iki kez “oku” emir fiili, iki kez “Rab” ismi, iki kez “yarattı” fiili, iki kez “insan” cins ismi, “ilgi-sevgi”, araç olarak da “isim” ve “kalem”. 23 yıl sürecek olan son ve kamil vahiy, konusu “bilgi ve öğrenme” olan bir pasajla başlamıştır. Bu, o vahye muhatap olan bütün insanlığa verilmiş ilahi bir mesajdır. Bunun, bilginin ve öğrenmenin Allah katındaki önemine ve değerine yönelik bir mesaj olduğu açıktır.

Bu mesajı alan nebi, “cahiliye” adı verilen bir dönemin ümmi insanları arasından, en rafine haliyle bilgiyi elde eden, üreten ve ileten bir toplum çıkaracaktır. Üstelik bu bilgi ahlaktan neşet eden ve hayatın ta içinden süzülen bir “hayat bilgisi” olacaktır. Üretilen bu bilgi nesilden nesle giderek katlanacak, en sonunda insanlığın geleceğine damgasını silinmez bir biçimde vuracaktır. Özetle, kendisinden sonraki tüm medeniyetlerin inşasında altın terkipli bir maya olarak kullanılacaktır.

Vahyin ilk inşa ettiği şahsiyet olan Hz. Peygamber, ilk pasajla verilen ve bir dip akıntısı gibi tüm vahiylerde açık ya da zımni atıflarda bulunulan eğitim ve öğretim işine öylesine önem atfetti ki, Mekke’de bir ibadethane tesis etmek yerine ilk yaptığı iş bir eğitim merkezi tesis etmek oldu: Daru’l-Erkam. Onu Medine’de bir sosyal eğitim müessesesi olarak inşa edilen Mescid-i Nebevi ve Daru’s-Suffe izledi. Her biri bir veya birkaç mezhebin doğmasına ve birçok müçtehidin yetişmesine medar olan Kûfe, Basra, Şam, Fustat ve Bağdat mescitleri ve bu mescitlerde en çaplı ilmi tartışmaların yapıldığı ilim halkaları? Sahabeden Ali b. Ebi Talib, Abdullah b. Mes’ud, Abdullah b. Abbas, Enes b. Malik, Zeyd b. Erkam ve daha başkaları tek başlarına birer okul olmuşlar, etraflarına ışık saçıyorlardı.

Ümmet-i Muhammed’in tarihindeki ilköğretim mektepleri olan Küttab’ların daha sahabe döneminde ortaya çıktığını biliyoruz. İlk hicri yüzyılın ikinci yarısında yaşamış olan ikinci nesle mensup Ebu’l-Kasım el-Belhi’nin (öl. 104/723) okulunda 3000 talebe öğrenim görüyordu (Yakût). Kaldı ki, tüm mescitler müfredatı Kur’an olan doğal birer mektep hükmündeydi. İmam Malik mescitlerin çocuk mektebi haline getirilişini uygun bulmadığını söylüyor ve talebenin müstakil öğrenim kurumlarında okumalarını teşvik ediyordu.

Kurtuba’da ilk üniversitenin temelleri atılırken, Batı’da ilk üniversitenin açılması için aradan 300 yıl geçmesi gerekecektir. Sadece Endülüs’ün Ömer b. Abdülaziz’i denilen II. Hakem döneminde açılan üniversite sayısı 28’dir. Bu rakam, Batı kapkaranlık ortaçağı yaşarken İslam medeniyetinin eğitimde geldiği düzeyi gösterir. Medrese geleneği daha sonra Kayravan, Kahire, Nişabur, Semerkand ve Bağdat’ta hızla yayılacaktır.

1 Yorum

fazli için bir cevap yazın X