“Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh”

Sevgili Hakan, Gerçek Hayat’taki yazısında “La havle” çekiyor.

Onu anlıyorum. Bu “lâ havle”yi, 5816 sayılı “koruma kanunu”nun pençesine düşen niceleri çekti.

Hakan’ın yazdıklarında hakaretin izi yok. Bırakınız açık olanını, hakaretin iması bile olsa zaten savcı beraat isteme cesaretini gösteremez. Ama bu kimin umurunda. Konu Atatürk olduğu zaman hukukun tüm ilkeleri unutuluyor. Mahkeme, mahkeme olmaktan çıkıp bir hasım konumuna düşebiliyor.

O zaman mı?

O zaman da “Hasmın kadı olursa yardımcın Allah olsun” demekten başka söylenecek söz yok. Çünkü yapılacak hiçbir şey yok.

Hakimler bile böyle görüyor olayı. Eğer mahkemenin önüne 5816. maddeden bir dava gelmişse, hakimlerin rengi atıyor, savunmanın nutku tutuluyor, sanığın umudu kesiliyor.

Bu maddeden açılan dava dosyaları “hukuki” olmaktan çok “dogmatik” alana müdahale kabul ediliyor sanki. Hani çocuklar arasında “ekmek çarpsın” diye bir yemin edilir ya? Ekmeğin çarptığı görülmemiştir ama 5816’nın çarptığı çok görülmüştür. Onun için de bu maddeden önüne çıkan sanığa mahkeme heyeti bile daha yargılanmadan “çarpılmış” gözüyle bakıyor.

Hakan “lâ havle” çekiyorsa, haksız mı?

Şöyle bir düşünelim: 5816 sayılı “koruma kanununa” muhalefetten önüne dosya gelen bir hakim ne kadar tarafsız olabilir? Çünkü mesele mahkemenin ideolojisiyle ilgili bir olay. Diyeceksiniz ki “Hiç mahkemenin ideolojisi olur mu?” Ama var. Bunu tartışmak bile abes. Burası Türkiye ve Türkiye’de devletin ideolojisi var. Mahkemeler her ne kadar “Türk halkı adına” karar verdiklerini iddia etseler de bu böyle değil. Dolayısıyla mahkemeler “devletin mahkemesi” olduğu için, devletin ideolojisi mahkemelerin de ideolojisi olmuş oluyor.

Gözünüzde şöyle bir manzara canlandırabilirsiniz: Bir vatandaş mezkur kanuna muhalefet suçlamasıyla adaletin yerini bulması için mahkeme önüne çıkıyor. Hakimin sırtını dayadığı duvarda asılı kocaman bir Atatürk portresi sanığı ters ters süzüyor. Söyler misiniz, bu durumda sanığın içinden neler geçer? Kaç sanık kendisini savunacak mecali bulabilir? Bu hem mahkeme heyetinin, hem de sanığın daha baştan psikolojik baskı altına alınması değil midir? Mahkeme heyeti için bu “ihsas-ı rey” değil midir?

Hakimin ihsas-ı reyde bulunması (yargılamadan önce hükmünü açıklaması) evrensel hukuk kurallarına göre âdil yargılamaya aykırıysa, bu duruma ne diyeceğiz peki?

Böylesi bir durumda 5816’dan mahkemeye çıkmak daha baştan kaybetmek değil de nedir? İşte Hakan Albayrak ve onun durumunda olanların talihsizliği budur. Bu durumda “Atatürk’ün cenazesi kılınmadı” sözü bile cezaya çarptırılmanın bahanesi olur. Yazarı “Faka Bastım” başlıklı bir yazı yazıp bu konudaki bilgi yanlışını düzeltse, bu yazıda yanlışını tashih ederek “Atatürk’ün cenaze namazının Dolmabahçe Sarayı’nın avlusunda kapalı devre kılındığı”nı söylese de bir şey değişmez.

Çünkü işin içine son günlerin meşhur tabiriyle “niyet okuma” girmiştir. Bunun birçok nedeni olabilir. Ne bileyim, birileri bir yerlerden aferin bekleyebilir. Birileri kendilerini bir yerlere ispatlama fırsatı olarak düşünebilir. Terfi veya iyi bir tayin için ayağına kadar gelmiş bir fırsat olarak görebilir. Her şey mümkün. İş baştan yanlış olunca, gerisi gelir.

Bu yanlışın nasıl düzeltileceğini doğrusu bilmiyorum. Hükümetin “hak ve özgürlükler” hassasiyeti, İncili Çavuş’un hesabı “zülf-i yâre” dokunmayan alanlarla sınırlı. İş zülf-i yâre dokunan malum alanlara gelince hep “aman çıngar çıkmasın” üslubuyla sorunlar halının altına süpürülüyor. İyi de, halının altına süpüre süpüre artık halının altı da kaldırmaz oldu. Bu daha ne kadar böyle gidecek?

Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh’ın lafzi manası “güç de kuvvet de mutlak anlamda sadece Allah’a aittir” olsa da, kinâi manası muhataba “Sizden umudumu kestim” demektir.

İnşallah mağdurlar hükümete “Lâ havle” okumadan, hükümet hak ve özgürlükler konusundaki dokunulmazlara da dokunur.

 

Yorum Yaz