Laik Türk aydını “hilkat garibesi”dir;”melezleşme”yi bile beceremez!

Beceremez, çünkü “melezleşmek” için iki taraf gereklidir:

Özne olan, kendinde olan, kendisi olan, aidiyeti olan iki taraf… Dahası özgün, orijinal, doğal olan iki taraf…

Sözlükler melezleşmeyi şöyle tanımlar: İki ayrı türü çiftleştirerek elde edilen ortak/üçüncü tür. Sözcüğün kökeni Arapça “meles”ten geliyor. Melez’e kırma, azma, bozma, metis de diyorlar. TDK sözlüğü “melezleşmek” sözcüğüne yukarıdaki sözlük anlamına ilaveten mecazi anlamını da veriyor: “Yabancılaşma”.

Sözlüklere “melezleşme”ye bir örnek ver diyoruz, “katır” diyor: “Eşek türüyle at türünün çiftleştirilmesiyle elde edilen üçüncü türdür” açıklamasını da ilave ederek.

Bu işin dilbilim faslı… Taha Akyol’dan Serdar Turgut’a, ondan Kürşat Bumin’e kadar, melezleşmeyi tartışan isimler, elbet filolojik, biyolojik ya da botanik melezleşmeyi tartışmıyorlar. Onların tartıştığı sosyolojik, daha derinlerde sosyo-psikolojik ve hatta teolojik bir melezleşme.

Ama sözcükler anlamın kabı, anlamlar ise bu kabın taşıdığı muhteva ise, hangi alanda kullanıyor olursak olalım, melezleşmeden muradımız aynı olmak durumundadır: İki ayrı türden üçüncü bir tür elde etmek. Demek oluyor ki, her melezleşme, aynı zamanda bir yabancılaşmadır. Çünkü elde edilen üçüncü tür, kendisinden elde edildiği “ana-babasından” ayrı bir türdür. Bunun katırdan başka bir örneği de var: Şeftali ile eriğin melezleşmesi yoluyla elde edilen, şu bildiğiniz tüysüz ve dahi tatsız-tuzsuz meyve. Her melez gibi o da tutmadı. Çünkü her melez gibi doğal değil sentetik. İster şeftali, ister erik niyetine yenebilir. Ama doğrusu ona kimse ne “şeftali” der, ne de “erik”.

Melezleşme, aslında renklerin diliyle konuşursak “grileşme”dir. Gri, yani beyazın “kirlenmişi”. Renklerden bir renk olarak kullanıldığında, bir zevk meselesidir ve tartışılması da gerekmez. Ama insanla, ahlakla, inançla ilgili olduğunda “grileşme” hiç çekilmez bir eklektizm olur çıkar. Tüm oportünizmler, tüm eyyamcılık ve şahsiyetsizlikler, tüm münafıklıklar işte bu tür bir grileşmenin farklı görüntüleridir.

Kur’an, inanç alanında melezleşmeye “şirk”, melezleşmiş kimseye de “müşrik” adını verir. Esasen şirk, kök olarak “birbirinden mahiyet olarak farklı iki şeyi katıp karıştırmak, ortak etmek” anlamına gelir. “Şirket”, “müşterek”, “iştirak” gibi aynı anlamı çağrıştıran kelimeler Türkçemizin malı olmuştur. İslam akaidinde şirk, “hakk!” ile “batıl”ın melezleştirilmesi yoluyla elde edilmiş, affı dahi mümkün olmayan sapma türüdür. Bu anlamda, dünya tarihinin inanç ve ahlak açısından “melezleşme”ye örnek olarak gösterilecek en tipik toplumu Mekke müşrik toplumudur. Allah’a, meleklere, hatta vahyin mümkün olduğuna inanan bu toplumun kusuru İbrahimî hakikatin içerisine cahili bâtıldan yüzde bilmem kaç katmış olmasıdır…

Melezleşme, insan, ahlak, inanç ve toplum alanında bu kadar vahim bir sapma olmasına rağmen, yine de “bir şey olmak”tır. Türev de olsa, yine de her melez bir “tür”dür ve kendine ait bir “duruş”u vardır.

Fakat laik Türk aydını, en olumsuz anlamdaki bir melezleşmeyi dahi beceremez. Çünkü laik Türk aydını hiç bir “tür”e girmez. Onun ne ben bilinci, ne aidiyet duygusu, ne “benim” diyeceği özel ve öznel bir kimliği vardır. O, sosyolojik, psikolojik ve teolojik anlamda tam bir “hilkat garibesi”dir.

Batılı desen batılı değildir. Batılı olduğunu söylerken dahi kendi vicdanına karşı yalan söyler ve buna kendisi de inanmaz. Batıcıdır belki, hatta Batıperesttir; fakat onda bir putperestin putuna karşı ödemek zorunda olduğu bedeli ödeyecek “samimiyet” dahi bulunmaz. Osmanlı Batıcıları bu açıdan daha tutarlı ve bir “perest” olmanın sorumluluğunu üstlenecek kadar da yürekliydiler. Beşir Fuad intihar etti, Ahmet Rıza “Batı”yı ciğerlerine kadar bilirdi, Tevfik Fikret, oğlu Haluk’un Papaz oluşuna ses çıkarmayacak kadar tutarlıydı (!), yine aynı isim suikastten canını kıl payı kurtaran Abdülhamid’i hedef alan Ermeni teröristine “Ey şanlı avcı” diyecek kadar tersinden tutarlıydı…

Doğulu desen doğulu hiç değil. Tüm kendini inkara rağmen Doğunun ne kadar rezileti varsa kendi bünyesinde toplamıştır. Buna karşın Doğunun hiçbir meziyetiyle muttasıf olmamış, bilakis onlara düşman olmuştur.

Say gitsin: Hristiyan desen o değil, Yahudi desen o değil, Müslüman desen o değil. Muvahhid firavun Akhnaton’dan Arius’a, Nietzsche’den Prudhon’a kadar, ateizmin entellektüel tarihini bilen biri laik Türk aydınına ateist de diyemez; ateizmin alnına leke çalmak olur.

Geriye denilebilecek bir tek şey kaldı: Ataist… Fakat laik Türk aydını, Mustafa Kemal konusundaki kadar, hiçbir konuda ikiyüzlülük ve istismarcılık yapmamıştır. Kemalistliğinde de samimi ve dürüst değildir. Kaldı ki, bu topraklarda Kemalizm, hiçbir zaman melezleme yöntemiyle üçüncü türün imal edileceği bir “asli” tür olmamıştır. Çünkü, en iddialı ifadeyle (Kürşat Bumin’i tebessüm ettirmeyi de göze alarak) Kemalizm’i bir doktrin saysak bile, kendisi melez bir “doktrindir” ve melezin melezi olmaz…

Görüyorsunuz; nereden baksak, laik Türk aydınının melezleşme yollarının tıkalı olduğunu görüyoruz. Çünkü o özgün, orijinal ve doğal bir “tür” değil; aksine a-tipik, deforme olmuş, sentetik ve ıslah olmaz bir “hilkat garibesi”dir…

“Yaşamdaki büyük boşluğu” ve “bireyin ahlak meselesi”ni yeni keşfeden Serdar Turgut, kendisine verilen “iki-yüzlü” teorilere aldırmaz da düşünsel çabasını sürdürürse, en sonunda bu söylediklerimin doğru olduğunu kendisi de görecektir.

( 23 Şubat 2001 )

 

Yorum Yaz