Lütfen hayata ve ölüme biraz daha saygı!

Modern insanın hayata olan saygısının azaldığı bir gerçek…

Bunun birçok sebebi olabilir. Ama bizce bunun en büyük sebebi, ölüme olan saygısını yitirmiş olması. Paradoks gibi gelecek, ama ölüme saygı hayata saygının olmazsa olmazıdır. Tek dünyalı modernizm, hayatın “öteki” kanadını kırdığı için, geriye kalan tek kanada yatırım yaparak insanı mutlu etmeye (!) çalışıyor. En hayati ilim dallarını da kendi çirkin emellerine alet ediyor.

Tıp ilmi, bunların başında geliyor. İnsana şifa versin diye İslam medeniyetince icat edilen “şifahane”nin, birer hastalık üretim merkezine dönüşen “hastaneye” inkılâp etmesindeki garabete değinecek değilim. Dahası insanı kâinatın gözbebeği olarak görmeyen bir tıbbın, ruhsuz bir disiplin haline geleceği gerçeğini de geçiyorum bi yol. Ama ruhsuz bırakılan tıp gibi bir disiplinin eline insanın nasıl güvenileceği sorununu geçemiyorum.

Bir hekim değilim. Ama “beyin ölümü” ile ilgili çevremde yaşananlar beni öteden beri hep irkiltmiştir. Genelleme yaparak haksızlık etmek istemem. Fakat 80 yaşındaki bir zengini yaşatmak için 8 yaşındaki “beyin ölümü” ile öldü ilan edilmiş bir yavruya “sakatat görmüş kediler” gibi yaklaşmanın neresi masum? Üstelik 2238 sayılı yasanın 5. maddesine rağmen.

Nasıl ki “bilgiden önce bilgi ahlakı” diye dertlendimse, “tıptan önce tıp ahlakı” diyorum.

Sağlık Bakanlığının beyin ölümü raporu verilen hastaların yaşam destek ünitesinden çıkarılması kararını aile onayına bırakan yasada değişiklik yapma hazırlığından haberdardım. Hazırlanan taslağa göre beyin ölümü raporu 4 yerine 2 uzmanın onayı yeterli görülecekmiş. Daha da kötüsü, yeni yasada aile onayına yer verilmiyormuş.

Süreci takip edemedim. Ama böylesine “hayati” bir konunun istismara daha da açık hale gelmesi beni rahatsız etti. Zira ağır bulunan mevcut yasanın dahi açgözlüler tarafından nasıl istismar edildiğinin tipik örneklerini biliyorum.

Modern tıp “egonun tanrılaşması” sorununu sorun olarak dahi görmemektedir ki, çözümü için hekimi eğitsin. Hekim farkında değil, yaptığı işle istediğine hayat verdiğine basbayağı inanmış. “Şu kadar kişiye hayat verdim” diyor. Tabi bunu neyin karşılığında yaptığını ve dahi neye mal olduğunu hatırlamadan… Böyle eforik bir halet-i ruhiye sahibinin eline insanı teslim etmek ne kadar ürkütücü?

Peki, gerçekten “Beyin ölümü” İslam’a göre “ölüm” müdür? Bu suali, ünlü bir bürokratın “fişinin çekilmesi” tartışmasında Ebubekir Muhammed el-Bakillânî’nin (ö. 403 h.) üçlü tasnifiyle cevaplamıştım:

“Ruh, kalp, beyin ve ciğerde olmak üzere üç kuvvettir. Kalptekine kuvve-i hayvaniyye, beyindekine kuvve-i nefsaniyye, ciğerdekine kuvve-i nebatiyye denir.”

Bu tasnifte de bilinç beyne atfediliyor. Beyin ölümü, irade, akıl ve bilinç gibi melekelerin kaynağı olan kuvvetin son bulmasıdır. Geriye iki kuvvet daha kalmaktadır. Kan dolaşımı ve solunum sisteminin çalışmasıyla var olduğu anlaşılan “hayvani” ve “nebati” kuvvetler. Şer’î ölüm tam olarak bu iki organın da işlevsiz kalmasıyla gerçekleşir.

“Tek başına beyin ölümü, insanı bilinçsiz ve iradesiz bir canlı konumuna indirger. Bu noktadan sonra bu canlıya bakışınızı, varlık tasavvurunuz belirleyecektir. Eğer o canlıyı diğer canlılarla eşit görüyorsanız hükmünüz ona göre şekillenecek, yok o canlıyı henüz irade, bilinç ve akletme yeteneği gelişmemiş bir yeni doğan gibi görüyorsanız ona göre şekillenecektir. Hele ki tasavvurumuzu inşa edecek bir vahye sahibiz. İnsanı köpekler tarif etseydi, halimiz nice olurdu sonra?”

Doç. Dr. Şahin Aksoy işin uzmanı… Medimagazin adlı internet sitesinde “Yüzyılın en büyük yanılgısı” dediği “Beyin Ölümü” hakkında yazdıklarından işte sadece birkaç satır:

“Beyin ölümü kavramı 1968 yılında başarılı kalp nakli ameliyatlarının yapılmasından sonra Harvard Üniversitesi Tıp Fakültesi tarafından ortaya atılmış ve bugün tıp çevreleri ve hükümetler tarafından hüsnükabul görmüş, 20. yüzyılın en büyük yanılgısından birisidir. “Literatürde beyin ölümü teşhisi konulan hamile kadının aylarca bu durumda kaldığı ve sağlıklı bir bebek dünyaya getirdiği ile beyin ölümü gerçekleşen bir çocuğun ‘yaşam destek makinesi’ne bağlı olarak ve gerekli beslenmesi yapılarak 14 yıla kadar hayatta kaldığı rapor edilmiştir. Beyin ölümü kavramının organ nakillerine ‘malzeme’ sağlama ile yoğun bakımdaki belli hastaları ‘sessiz gemi’ye vakitsizce bindirme dışında hiçbir pratik faydası bulunmamaktadır.”

“Beyin ölümü” ile öldü ilan edilen gerçekten ölmüş müdür? Bu soruya İngiliz Anesteziyolog Dr. Phillip Keep cevap versin: “Beyin ölümü gerçekleşmiş kişinin organlarını alırken bıçağı vurduğunuzda nabız ve kan basıncı fırlar. Eğer hastaya anestezi vermezseniz hasta kımıldamaya başlar, kıvranır ve ameliyat etmek imkânsız bir hal alır.”

Organı için, “beyin ölümü” teşhisiyle kaç yarı canlının hayatına son verilmiştir acaba?

Son sözü yine Dr. Aksoy’a bırakalım: “Beyin ölümü tanısı konulan hastalardan alınan organlar, esasında halâ canlı olan, kalbi atan, yardımla bile olsa nefes alıp-veren, kan dolaşımı devam eden, insan sıcaklığını taşıyan, hatta belki de ağrı duyan insanlardan alınmaktadır.”

Sahi, “vicdan ölümü” gerçekleşen sağlık sektörünün fişini kim çekti?

 

 

Yorum Yaz