Mehmet Aydın Hoca’nın söylediği

Abant’ta, onu daha yakından tanıma fırsatım oldu.

Mete Tunçay’ın yanında genel kurula eşbaşkanlık ettiği gibi, benim dahil olduğum alt komisyonun da başkanıydı. Daha sonra da birkaç mecliste beraber olduk.

Felsefeciliğinin getirdiğini rasyonelliğe rağmen kalbî, uluslararası ününe rağmen mütevazı idi. Onun bende bıraktığı izlenimi tek kelimeyle ifade etmek durumunda kalsam, o kelime “itidal” olurdu.

Mehmet Aydın Hoca’dan söz ediyorum. O şimdi Diyanet’ten sorumlu Devlet Bakanı. Gazetemizde yayımlanan 26 Kasım tarihli röportajında, üzerinde durulması gereken bazı tespitlerde bulunuyor Hoca.

“Her şeyden önce nazari ve ameli boyutları sağlam şekilde inşâ edilmiş bir yeni İlm-i Kelam’a, bir Din Felsefesi’ne ihtiyaç var. Dahası, Kur’an merkezli fikri ve ilmî bir açılıma ihtiyaç var” diyor.

Ona göre, “şimdi karıştırma Kitab’ı, zaman değişti” demenin ruh alemi Kitap ile yoğrulmuş Müslüman Türk’ü (ve dahi Kürdü, Arap’ı, Çerkez’i, Laz’ı SH) nasıl bir maddi ve manevi çöküntüye uğratacağını tahmin etmek için tarih filozofu olmak gerekmiyordu.

Bu yerden göğe haklı tespitleri yapan Aydın şimdi icra makamında. Sorumlu olduğu Diyanet’i, bu tespitler ışığında yeniden yapılandırmak için elinden geleni yapacağından kuşkumuz yok.

Diyanet’in kullandığı “din dili” (bu ifadeyi teolojik anlamından öte, Dîni Hitabet’i de içine alacak bir biçimde kullanıyorum), artık hiç kimseyi tatmin etmeyen, muhatabı uyuklatmaktan başka bir işe yaramayan “köhne” bir dil. Bu dilin köhnemişliğine bakan dininden habersiz kimi önyargılı kesimler, din diliyle dini aynı şey sanma gafletine düşerek, dinin de “köhnemiş” olduğu sonucuna varıyorlar.

“Bu onların sorunu, dinlerine Fransız kalmasalardı” diyerek geçiştiremeyiz olayı.

Ya, insanlara dini sunma görevi üstlenenlerden kaynaklanan sorunlara ne demeli?

Bu sorunun çözümü için de yeni bir İlm-i Kelam’ın gerekliliği ortada. Bu İlm-i Kelam, hitabi/retoriksel değil, Kitâbi, yani Kur’âni olmalıdır. Cedelci/polemikçi değil, tanıtıcı olmalıdır. Savunmacı ve olumsuzlamacı değil, kendinden emin ve isbatçı olmalıdır. “El-fark beyne’l-firak”çı değil, “el-muvafakat”çı olmalı, yani, çatışma noktalarını öne çıkaran değil birleşme ve uzlaşma noktalarını öne çıkaran bir yapıda olmalıdır.

Kadim İlm-i Kelam’ın Kitabi olmak yerine hitabiliği öncelemesi, akidenin sulandırılmasıyla neticelendi. Akideden olmayan birçok unsur akidedenmiş gibi sunuldu. Bu sulandırma, ibadetlere de yansıdı. Âdetler ibadetleştirilince ibadetler de âdetleştirildi. Sonuçta cahil sofular dine zam, düpedüz cahiller de dinden iskonto yapmaya başladılar.

Öyle bir noktaya geldik ki, geçenlerde bu sorunlar çerçevesinde konuştuğumuz İslami akla sahip bir köşe yazarı arkadaşım, söz arasında “Batıl inançları fazla kurcalamamak lazım, galiba hurafeyi atınca dinden de bir şeyler gidiyor” demeye getirdi sözü.

Benim ağzım açık kaldı. Dindar camia içerisinde yazıp-çizen birini bu yargıya vardıran neydi? Yoksa Artık Müslümanlar da kendi dinlerine Hıristiyan dindar aydınlar gibi mi bakmaya başlamışlardı? Kant gibi “imanla aklın arasını ayırmadan olmaz” demeye kaç adım kalmıştı? Ve biz “aklı olmayanın dini de olmaz” mütearifesinden “aklı imana karıştırmayacaksın arkadaş” noktasına nasıl, hangi iman metamorfozları sonucunda getirilmiştik.

Ve bu süreç, Kur’an’ın inşa ettiği “akleden kalbin” aleyhine böylesine vahim boyutlara varırken, bu ülkede varlığını dine borçlu olan Diyanet ne yapıyordu?

Ne yapacak, elbette daha önemli işler yapıyordu.

Adı “Dini Yayınlar Fuarı” olan fuarlar açıp, dini yayınlara sansür uyguluyordu. Ortaçağ Engizisyonu’nu hatırlatan zihniyetle, bazı eserlerin üzerine çarpı işareti atıyordu.

Devletin yasaları, yasakları, kolluk güçleri, adliye mercileri yetmemiş gibi, bütün bunların rolünü tek başına üstlenerek, sanık sandalyesine oturttuğu kitabı suçluyor, yargılıyor, infaz ediyordu.

Diyanet, sansürcülük gibi üstüne lazım olmayan işler yaparken, siz onun mensupları arasında acaba kaç Turan Dursun var diye merak edip duruyordunuz. Çünkü bazı Diyanet görevlileri “dindar imam” avcılığına çıkıp, onları “mürteci” diye bazı mahfillere şikayet yarışına girmişlerdi.

Evet, “dindar imam” olmak, Diyanet içerisinde artık kuşku odağı olmak anlamına geliyor. Geçenlerde bir dergi, yaptığı soruşturma çerçevesinde, “70’lerde 80’lerde olduğu gibi neden kitleleri motive eden karizmatik imam-hatipler yok” diye soruyordu?

“Diyanet teşkilatındaki çözülme, karizmayla bastırılamayacak seviyelerde” demekten başka ne söylenebilirdi ki? Bu gidişin önü alınmazsa, yakın bir gelecekte “inançlı müftü-inançsız müftü” ayrımı yapmak zorunluluğu hasıl olacak gibi. Geçenlerde bir hac firması yetkilisi, “Uyarsanız da, Diyanet’in hac bürosundaki birileri, Ramazan’da sigaralarını gizli içseler” diyordu. Şaştım kaldım.

Mehmet Aydın Hoca, dinimiz için de, Diyanet’imiz için de bir umut. O başarılı olursa, hepimiz sevineceğiz.

 

Yorum Yaz