”Muhterem cemaat, hutbemizin mevzusu enfilasyondur!”(!)

Bir türlü bulamadığı manevi şahsiyetine elbette saygım var, fakat Diyanet, Cumhuriyet kurumları içerisinde en geri bıraktırılmış kurum (!) olma özelliğini koruyor.

Bu sonuç, Cumhuriyetin kurucu kadrolarının hayat tasavvurunda dine biçtikleri yer göz önüne alındığında, ‘doğal’ bile sayılabilir.

Fakat “doğal” ve de “anlaşılabilir” olmayan bir şey var: Diyanet’in mevcut halini değiştirmeden Avrupa Birliği’ne ısınma turları çerçevesinde “Uluslararası Avrupa Birliği Şûrâsı” düzenlemesi. Yerinde sayarak koşuyormuş görüntüsü verme kurnazlığı, Türkiye’deki tüm kurumların tarihten tevarüs ettikleri –derin- bir hastalık.

Geçen hafta bir vesileyle bulunduğum bir ilçede kılmak zorunda kaldım Cumayı. İmam-Hatip Efendi, tıklım tıklım dolu caminin minberine çıkıp, anlamını bilmeden ezberden tekerleme gibi okuduğu (vurgu ve fasılalardan anlaşılıyor) bir girişten sonra o tanıdık serlevhasını okudu: “Muhterem cemaat, hutbemizin mevzusu enfilasyondur!” Elindeki kağıttan okudu hesapta. Ama anlaşılan, okuduğu metne ya hiç göz gezdirmediği için, ya da düşürüldüğü komik durumun verdiği eziklik nedeniyle, 4, bilemediniz 5 dakikayı zor doldurdu. Sanırım yarısını da atladı. Kesekli tarlada otomobil kullanır gibi dili damağına dolaşarak bitirdi şükür. Sonunda o da kurtuldu, cemaat de…

Aynaya bakmadım ama o anda yüzümün hafifçe kızardığını hissettim; tabi yüzüme vuran içimden geçen karmaşık duyguların izdüşümüydü.

Minberdeki bu genç adamın eline, bilmem nerede bilmem hangi sivri zekalının –harika- dil bilgisi ve Türkçesiyle kaleme aldığı bir fotokopiyi tutuşturup, onu 23 Nisan müsamere çocukları konumuna düşürmeye kimin hakkı vardı?

İmam, “önder, örnek, rehber, lider” demek. Bu insanları çocuk yerine koyanlar, haydi onların kendilerine olan saygılarını yitirmelerine aldırmıyorlar, bunun orada, imanlarının emriyle ibadet için cem olan müminlere saygısızlık demeye geldiğini de mi akıl edemiyorlar? Hem imamlar, muhatap oldukları bu aşağılayıcı ve küçük düşürücü tavırlar karşısında cemaat üzerinde nasıl saygı uyandırsınlar? Kendisine saygısı olmayana başkaları niçin saygı duysun?

Camileri kontrol altına almak için icat edilen bu fotokopi hutbe –bid’atının-, en çirkin bir sansür ve inanç özgürlüğü ihlali olduğunu niçin kimse aklına getirmiyor? İnsanların önlerine geçip namaz kıldırma görevi verilen bu insanlara, beş-on dakikalık konuşma fırsatı vermekten korkan bir yapı, hangi tebliğden, hangi dini hitabetten, hangi Avrupa Birliği’den, hangi diyalogdan, hangi şûrâdan söz ediyor?

Avrupa’daki her hangi bir kilisenin papazı, bırakınız bir caminin imamını, Diyanet İşleri Başkanı’ndan daha özgür, daha özerk, daha sivildir. Bu noktada tüm suçu Diyanet’e ya da onun başkanına atmak elbette haksızlık olur. Fakat onlar mevcut durumu değiştirmek için üzerlerine düşüne yapıyorlar mı?

Avrupalı demez mi: “Önce sen kendi müftünle, imamınla diyalog kur; kendi dindaşınla, cemaatinle diyalog kur, sonra gel benimle diyalog kurmaktan söz et!” diye? Hiçbir Avrupalı, Türkiye’deki din-devlet ilişkilerini anlayamaz. Çünkü bu ilişkiler “ne kuş ne deve” hesabı, “laik” desen alakası yok, “teokratik” desen yine öyle.

Alman-Fransız ortak kanalı RTL televizyonunun Türkiye muhabiri Mm. Ariane Bonzon dün benimle yaptığı televizyon mülakatında hayretle soruyor: “Laikliğin beşiği Fransa’da başörtülü okumak sorun olmaktan çıktı, Türkiye’de sorun olmaya devam ediyor; Türkiye dinî değerleri savunduğu gerekçesiyle bir partiyi kapattı, Avrupa bunu onaylanamaz buluyor; nasıl laiklik Türkiye’ninki Yoksa Türkiye Avrupa’dan daha mı laik?”

Madam Ariane’ın mülakatının eksenini Türkiye’deki dini hayat oluşturuyor ve Diyanet’in yapısını anlamaya çalışıyor. En çok şaşırdığı şey, Türkiye’de Diyanet’ten/Devletten bağımsız bir Müslüman ibadethanesine izin verilmemesi. Bir şeyi anlamakta hayli zorlanmış: “İstanbul’da bir imamla söyleşi yapmak için yetkili makamlardan izin istedik, vermediler; bu ne demek?” diyor?

Ben, “Verselerdi sürpriz olurdu?” dedim. Aslında açıklaması basit: Türkiye’de 657 sayılı yasaya tabi tüm memurların basına izinsiz konuşmaları yasaktır. İmamlar da memurdur. O halde imamların konuşmaları da yasaktır… Tam da Aristo mantığına uygun bir analoji oldu… Ama Mm. Ariane’a gel de anlat. O zaman İmamların memur oluşunu anlayamayacak. Ya tutar da “Anlaşılan o ki, alaturka laikliğiniz dini devletleştirmiş, sizce bu alanda da özelleştirme düşünülebilir mi?” derse ben ne cevap veririm?

Şaka bir yana, içimiz yanıyor. Biz bugün bunları mı konuşuyor olacaktık? Bu topraklar, tarihte imanın trampleni olmuş; bu bereketli toprakların mübarek insanları bir zamanlar, bir yürek sakası gibi İslam’ın öbür adı olan mutluluğu taşımışlar gönül gönül. Fetih medeniyetinin murabıtlığını yapmışlar. Siz hiç Sarı Saltuk diye birini duydunuz mu? O günün şartlarında, ardındaki bir avuç iman eriyle tamamı Hıristiyan olan Balkanlar’a geçmiş. İman ekmiş gittiği yere. Kılıçla değil, yürekle fethetmiş. Ölürken, cesedinin hangisinde olduğunun bilinmeyeceği yedi tabut hazırlanmasını, her birinin yedi -kafir diyarına- gömülmesini vasiyet etmiş: Moskov, Leh, Çeh, İsveç, Edirne, Boğdan, Dobruca.

Bu bir medeniyet inancıdır. Başka izahı yok bunun. Bir insan, ait olduğu medeniyetin tarihin kurucu öznesi olduğuna iman ediyorsa yapar bunu. 13. yüzyılda bir adam İslam medeniyetinin müstakbel sınır taşı yerine tabutunu çakıyor. Moskova nere? İsveç nere?

Ey Diyanet! Var mı böyle bir ufkun? İşte Batı, önüne ciğerparelerini sunuyor. Ne yapmayı düşünüyorsun? İnsanlığın İslam adlı değişmez değerlerini, Batının yüreği çorak, gönlü kurak nesillerine sunabilecek misin? Dahası, böyle bir ufkun var mı? Böyle bir perspektifin var mı? Fıtratına yabancılaşmış milyonlarca Batılı insanın acısını duyuyor musun? Sen kendi insanını ne yaptın? Doğunun çocuklarının acısını duymuyorsan, Batının çocuklarının acısını duyman mümkün mü?

Birkaç söz de FP’ye :

Görüyorsunuz, yerim dar. Fakat Diyanet için söylediklerimin çoğu Fazilet için de geçerli değil mi: Fazilet önce ne olacağına bir karar vermeli. “Ne kuş, ne deve” ya da “hem kuş, hem deve” mantığıyla sadece hayal kırıklığı üretti, üretiyor, üretecek. Fazilet bir parti değil de deformatif anlamıyla bir “cemaat”se, eyvallah, işleri rast gelsin: Bey’at da alsınlar, bey’at da etsinler, “imama itaat etmek”ten de söz etsinler. Hatta muhtaç olduğu ‘itaat’ anlayışı geleneksel kültürün ‘mübarek mübarek’ aktığı damarlarında mevcuttur: Onu kullansınlar. Gölgeci-gölge ilişkisini kutsasınlar. Taife-i nisvanı kullanarak “ahiretini yakmaktan” bile söz edebilirler. Benim bir sözüm olamaz. Çünkü “Sana ne!” diyebilirler ve doğrudur: “Fazilet Cemaati”nden bana ne, sana ne, ona ne?

Ama Fazilet eğer bir ‘cemaat’ değil de “siyasi bir hareket”se, beni de, seni de, onu da ilgilendirir. Umutlarımız, aşkımız, geleceğimiz üzerine ipotek koyma yetkisini kimse kendisinde vehmetmesin. Ne diyordu Hz. Ömer, çarpık bir ‘itaat’ anlayışını istismar ederek saltanatının temellerini yükselten bir yöneticiye:

“Anaların hür olarak doğurduğu insanları, kendinize köle mi edeceksiniz?”

Eğer toplumda saygı uyandırmayı bekliyorsanız, öncelikle kendi insanınızın iradesine saygı duymak zorundasınız. Siyasetin “Bizans Entrikası” değil de “hizmet yarışı” olduğunu, Fazilet çizgisi değilse kim öğretecek bu ülkenin insanına?

 

( 8 Mayıs 2000 )

 

Yorum Yaz