Niçin?

Bir çocuk… Eli yüzü kirli, burnu akmış, üstü başı pejmürde…

Elinde piposu, sırtında askılı pantolonu, çenesinde keçisakalı bir bay, çocuğu semiyotik bir okumaya tabi tutuyor. Bayımızın gözünde çocuk şimdilik kaydıyla sadece fenomen… “Elleri kirli” diyor.

Bunun, büyüdüğünde eli kanlı olacağına delalet ettiğini söylüyor. Üstüne başına bakıp geleceğin anarşist adayı olacağı öngörüsünde bulunuyor. Akmış burnunu fark edemeyen birinin, yapısal olarak “öteki”ne dönük olduğu kehanetinde bulunuyor ve buradan şu sonuca varıyor: Geleceğin terminatörü…

Sosyolog, çok bilmiş, simsiyah saçlarını sarıya boyamış, özgüveni olan (!) bir bayan. Çocuğu sosyolojik açıdan okumaya tâbi tutuyor: Çocuk onun gözünde, “geri kalmış” toplumun “az gelişmiş” bireyi. Tipik bir “Doğu manzarası” olduğunu düşünüyor bunun. “Hımm!” diyor, suçu doğum kontrolü uygulamadığını düşündüğü anne-babaya çıkarıyor. Ülkedeki doğum artış hızının sosyal yapı üzerindeki olumsuz etkisine olan imanını bir kez daha tazeliyor.

O bir ekonomist. Matruş yüzü, sarkık göbeği ve parlayan ensesiyle çocuğu iktisadi bir fenomen olarak okumaya çalışıyor. Onun gözünde çocuk bir parça suçlu; çünkü GSMH içerisinde kişi başına düşen gelir seviyesini daha aşağıya çekmekten başka bir değeri yok. Üstü-başı tüketmediğini, tüketmeyen bir ailesi olduğunun göstergesi. Ekonomiye de katkısı yok. Tüketmiyorsa üretmiyor demektir. Yani ekonomik değeri olmayan irantabl bir unsur…

Bir başkası yüzünü buruşturup başını çeviriyor. Öteki -sözde- daha insaflı; asıl günahın onda değil, onu doğuran ebeveynde olduğunu düşünüyor. Bilmişin biri işin arka planını görmek gerektiğini söylüyor ve bunun bir “kültür ve uygarlık sorunu” olduğunda ısrarlı.

Yukardakilerin “soft” bir biçimde yaptığını, üniformalı biri “hard” bir tavra dönüştürüp, “pis çocuk!” diyerek yüzüne tükürüyor ve başlıyor tokatlamaya. Ağladığı için de, gürültü kirliliğinden “suç duyurusunda” bulunuyor.

Bunların hepsi çocuğu suçlarken, onun bir anne babasının olup olmadığını sorgulamıyorlar. Oysaki o, köyün mütecaviz ağası tarafından babası hunharca, anası alçakça öldürülen bir öksüz ve yetim.

Yuvasına ağa tarafından el konulduğu için çocuklar dağılmış. Her biri bir köprü altını mesken tutmuş.

Çocuğun elinin yüzünün kirini gündeme getirenler, onu öksüz ve yetim bırakan zalim ağadan hiç söz etmiyorlar. Ağanın cinayetinin üzerini örterek suçuna ortak oluyorlar.

Niçin?

Batı’nın kalkındığı şartlarda kalkınmak, yüz kızartıcı bir insanlık suçudur. Biz Müslümanlara Batıyı bir model olarak dayatanlara, ağalarının sömürgeci, köleci ve soykırımcı cemaziyelevvellerini hatırlatmaya gerek var mı? Dünü bırakalım, şu rakamlar bugünün dünyasına ait:

BM verilerine göre dünya nüfusunun yıllık kayıtlı geliri 30 trilyon dolardır. Bunun 24 trilyonu dünya nüfusunun % 16’sına aittir. Geriye kalan 6 trilyonluk dilim ise dünya nüfusunun % 84’ü tarafından paylaşılmaktadır. İsviçre’de kişi başına düşen yıllık gelir 40 bin dolarken, Mozambik’te, Bangladeş’te, Afganistan’da 90 dolar civarındadır. Günde çeyrek dolarla insanı açlığa mahkum etmektir bu…

1996 verilerine göre dünyada 800 milyondan fazla insan açlık sınırında yaşamaktadır. Bu rakam bugün daha da artmıştır. ABD petrol devi Exxon’un yıllık net kârı 13 Afrika ülkesinin toplam borcuna eşittir. En zengin 358 ailenin yıllık geliri dünya nüfusunun üçte birinin gelirine eşittir. İşin garibi, bugünün aç halkları, geçen yüzyılların kendi kendine yeten halklarıdır.

Her yıl su kirliliğinden ya da suya bağlı nedenlerden ölen çocuk sayısı 3 milyondur. Avrupa’da ev hayvanlarının mama satışlarının yıllık cirosu 17 milyar dolardır. Susuzluğu önlemek için tüm dünya genelindeki projelerin toplam bedeli 8 milyar dolardır. Avrupalının köpek mamasına ayırdığı kaynağın yarısı su projelerine ayrılsa, her yıl suya bağlı nedenlerden ölen 3 milyon çocuk ölmeyecektir.

Kafalarındaki “ilerleme mitini” sorgulamaya yanaşmayan Batı’nın Doğulu devşirmeleri, Müslümanları geri kalmışlıkla suçluyorlar? Fakat Batı’nın ilerleme paradigmasının iflas ettiğini görmüyorlar…

Niçin?

“Yavuz hırsız ev sahibini bastırır” derler. Daha dün bana anlatılan şu örneğe bakın: Dünyada belli başlı ülkelerde üretilen bir sanayi ürününü Türkiye’de MÜSİAD üyesi bir firma üretiyor. Bir müşteri bu üründen iki adet sipariş veriyor, hem de hiç pazarlıksız. Fakat bir şartı vardır; alıcı reddederse ürünü geri verecektir. Satıcı “Ürünümüzde bir kusur olursa, hay hay!” diyor. Sonunda alıcı dilinin altındaki baklayı çıkarıyor:

“İyi saatte olsunlar’a ait falanca sağlık kurumuna satmak üzere alıyorum bu ürünleri, fakat onlar ellerindeki listeye bakıp, o ürünün falanca iş adamları derneğinin üyesi tarafından imal edildiğini tespit edebilirlerse, o ürüne ambargo koyuyorlar.”

Hem hummalı muamelesi yapıyor, hem de suçluyorsunuz.

Hem çocuklarını örtülerinden dolayı okul kapılarından sokmuyor, hem de Müslümanlara “geri” çamuru atıyorsunuz.

Hem vuruyor, hem de “Yandım anam!” diye bağırıyorsunuz.

Hem dövüp sövüyor, hem de “uslu çocuk” olmasını istiyorsunuz.

Hem soyup soğana çeviriyor, hem de yoksul diye aşağılıyorsunuz.

Hem işkenceyle çıldırtıyor, hem de “deli” diye tempo tutuyorsunuz.

Hem bilgiye ulaşmasını engelliyor, hem de “cahil” yaftası asıyorsunuz.

Hem suçlusunuz, hem güçlüsünüz.

Niçin?

Yorum Yaz