Noktayı yerine koymak

“Eski Türkçe’de” diyor, “göz’ün noktasını koymazsanız ‘kör’ olur, ‘âile’ye nokta koymaya kalkarsanız ‘gâile’ olur.”

“Nokta deyip de geçmeyin” demek istiyor, karşısında oturduğumuz ‘pür insan’. Adeta, “Melek de, şeytan da ayrıntıda gizlidir” demeye getiriyor. Dikkatimizi kalemin en küçük ameli olan ‘nokta’ya çekmekle, hayatın yapıtaşlarına atıfta bulunuyor. Yani, nefesi dikkate almayan hayatı, çakıl taşını dikkate almayan binayı, hücreyi dikkate almayan insanı, habbeyi dikkate almayan kubbeyi, damlayı dikkate almayan denizi gereği gibi anlayamaz, demek istiyor.

Eyvallah! ‘Göz’deki ‘zel’in noktasını ‘aile’nin ‘ayn’ına koyarsanız, her ikisini de anlamından etmiş olursunuz. Hatta anlamlarının zıddına döndürmüş olursunuz. Gözünüz “kör” olur, huzur ve mutluluk kaynağı aileniz başınıza musallat olmuş bir “gaileye” dönüşür. Evet, “hikmet” bir şeyi yerine koymaktır, bir şeyi yerinden etmeye ise “zulüm” adı verilir.

İşte bana bunları hatırlatan girişteki cümlenin sahibi kelimenin tüm olumlu çağrışımlarıyla bir “bey” ve bir “efendi” olan, baba dostu Ali Öztaylan. Çağların imbiğinden süzülüp gelen İslam irfanının ‘edep’ suretinde dondurduğu bir sima. Haliyle, yüzüyle, gözüyle, duyan bir yüreği olana özüyle konuşuyor. Bütün bunların üzerine ipek bir şal gibi örtüyor sözü; sözüyle konuşuyor.

Nureddin Şirin’i ziyaret için gittiğim Bandırma’da, “Allah için ziyaret” gibi unutulmaya yüz tutmuş bir ibadetin hemen ödenmiş ‘ücreti’ olarak algıladım bu buluşmayı. Nureddin’i göremedim, “postu ziyaret dostu ziyarettir” deyip bir parça buruk dönerken, böyle bir teselli armağanıyla ödüllendirildiğimi düşündüm.

“86 yaşındayım” diyor Ali Beyefendi Amcamız. Bana “münkirin kocası hiç olur, mü’minin kocası koç olur” sözünü hatırlatıyor: Duru bir hafıza, uyanık bir şuur, keskin bir zeka.

Osmanlı’dan Cumhuriyet’e miras kalan, fakat Cumhuriyet neslinin babadan kalma serveti har vurup harman savuran mirasyedi evlat gibi israf ettiği “bakıyye” etrafında dönüp dolaşıyor sohbetimiz. Ben, daha dün sayılabilecek kadar bize yakın olan bir adım gerimiz konusunda ne kadar bilgi yoksulu olduğumuzu biliyorum. Bu konudaki açığımı hatırat kitapları okuyarak gidermeye çalışmışımdır hep. Ama işte karşımda, canlı bir tarih oturuyor. Bu ne nimet!

Muhatabım titrek ve usûl sesiyle “Hepsi de zarif insanlardı” dediği eski dostlarını anlatıyor. Bunlardan biri ünlü Mesnevi Şarihi ve İstiklal Mahkemesi’nde İskilipli Atıf Hoca’yla birlikte yargılanan ve son anda ipten dönen Tahiru’l-Mevlevi (Ongun). Onun kendisi için yazdığı uzun şiiri hiç teklemeden okuyor. Hafızasına ben de orada bulunan herkes gibi şaşırıyorum. Mevlevi’nin bu şiiri bir kitabına aldığını söylüyor.

Söz, ünlü İslam yazısı âşığı Süheyl Hoca’ya, yani Ord. Prof. Dr. Süheyl Ünver’e geliyor. Birbirlerine gelip-gidecek kadar ahbap olduklarını anlatıyor. Onun için de “zarif insandı” diyor. Dostunun uğradığı bir haksızlığı nasıl izale ettiğini de aktarıyor bu arada: Meal sahibi ünlü alim H. Basri Çantay, Prof. Ünver’in mason olduğu kanaatindedir ve bunu yazmaktan da geri durmaz. Çantay Hoca’yla bir beraberliklerinde Üstad konuyu açıyor ve bizzat Süheyl Ünver’den dinlediği hatırasını naklediyor: “Bir gün Süheyl Hoca masonlardan söz açtı ve dedi ki: “Bu uğursuzların hepsi beni tanır ben de onları tanırım.” Masonluğun içyüzünü ve karanlık yapısını anlattıktan sonra “ABD’de de üzerime çok düştüler, fakat Allah’a hamdolsun ki hiçbirine de hain niyetini bana açma cesareti vermedim.” Çantay Hoca hemen oracıkta nedamet edip özür dileyecektir.

Neyzen Tevfik’le ilk karşılaşması hayli ilginç: Üstad Neyzen’in ziyaretine gider. Neyzen yine kör-kütüktür. Hatta Mehmet Akif’in Safahat’a düştüğü “Bu, Neyzen’in 2400. Kez tevbesini bozması üzerine” notunu hatırlatır. (Allah taksiratını affetsin, Neyzen’in her tür ‘akıl örtücüyü’ kullandığını da öğrenmiş oluyoruz.) Melami meşrep Neyzen, müziksever zannederek “Niçin beni ziyarete geldiniz; ben ne konservatuar hocasıyım, ne de mezunuyum!” der. Üstad “Efendim, ben Mehmet Akif’i severim, onun sevdiklerini de severim. Onun sizi sevdiğini bildiğim için geldim” der. Neyzen, çıldırmış gibi hıçkıra hıçkıra ağlamakta, kafasını duvarlara vurarak “Gidin, Allah aşkına gidin! Ben ayyaşın, ben sarhoşun biriyim! Beni adamdan saymayın!” diye bağırmaktadır. Ne kadar kötü sıfat varsa hepsini üzerine almaktadır. Üstad, “O ağladı, ben ağladım; ‘Aman efendim kendinizi heder etmeyin, biz sizi üzmeye gelmedik!” dedimse de nafile.”

Neyzen’le son görüşmelerini şöyle anlatıyor: “Neyzen’le son görüştüğümüzde, sizi bir zaman çok üzmüştüm, bugün falan yere gelin de size bir veda neyi üfleyeyim, ödeşelim” dedi. Gittim. Kimler yok ki: İbnülemin Mahmut Kemal İnal, Süheyl Ünver, Ebulula Mardin, Eşref Edip, Mahir İz ve daha birçok zarif insan. Beni karşısında bir yere oturttu. Ney üflerken neyle beraber o da ağlıyordu, dinleyenler de ağlamaya başladı. Meğer gerçekten ‘veda neyi’ imiş. On gün sonra vefat etti.”

Şeyh Şamil’in torunuyla olan hatıralarına da değindi Üstad. Sultan Abdulhamid’in kızı Ayşe Sultan’la ilgili hatırası bende farklı bir iz bıraktı. Şahbaba’da gördüğümüz Avrupalı madamlara benzeyen hanım sultanların portresinden hayli farklı bir portreydi onun çizdiği Ayşe Sultan portresi. Ya “Kabe Arabın olsun / Çankaya bize yeter” diyen Behçet Kemal’in, bu hezeyanını hatırlatan Üstad’a, “redd-i miras” edercesine, bir ayıp kapatma telaşıyla “Rica ederim, rica ederim efendim; onları kapatalım, onları bırakalım!” deyişini.

Siz de benim gibi düşünmüyor musunuz: Aramızda canlı tarihler dolaşıyor da, farkında değiliz? Yakınlarının yerinde olsaydım, Ali Öztaylan Beyefendi Amcayı, hatıralarını yazmaya ikna ederdim. Çünkü noktayı yerine koymak için buna şiddetle ihtiyaç var.

( 5 Mayıs 2000 )

 

Yorum Yaz