O can yakıcı soru orada duruyor

Dün İstiklal Marşı’nın kabulünün 83. yıl dönümüydü. Yüzyılın yüz akı Mehmet Akif’in, İstiklal Marşı’nı kime ithaf ettiğini biliyorsunuz değil mi?

Orduya. İstiklal Marşı’nın en tepesinde iki kelimelik bir ithaf cümlesi var: “Kahraman ordumuza”.

Peki, kendisine ithaf edilen İstiklal Marşı’nın kabulünün yıldönümünde bu jeste karşılık bir vefa, bir kadirbilirlik gösterisi olarak, tadımlık kabilinden olsun ithaf edilen makamdan bir ses çıktı mı? Ne bileyim, mesela bir anma töreni, sembolik bir ziyaret, hiç olmazsa kuru bir demeç falan?

Darbe gerekçesi olan 1979’daki olaylı Konya mitingine tepkinin sonucu mudur nedir, 80’li yıllarda olurmuş. Ama son yıllarda, hele bu yıl ben duymadım, duyana da rastlamadım. Peki bu normal bir durum mu? Anlaşılabilir bir durum mu?

Sanmıyorum. Peki ya sebep?

Onu bu işin muhataplarına sormalı. Toplumun tüm kesimlerini izlemeye alıp fişlemek gibi çok ağır bir yükün altına girildiği doğruysa, “iş yükü” bir mazeret teşkil edebilir. Böylesi bir yoğunlukta bunlar ayrıntı kabilinden sayılabilir.

Ama 1999’da Mehmet Akif için söylenenler hâlâ hafızalardan silinmedi. Akif’in ruhunu sızlatan bu konuşma üzerine TSK’dan kamu vicdanını tatmin edici bir açıklama o gün bu gündür hâlâ yapılacak.

Sahi ne olmuştu 1999’da?

Prof. Diş. Tbp. Tuğgeneral Yalçın Işımer Gülhane Askeri Tıp Akademisi 1999-2000 Eğitim-Öğretim Açılış Töreni münasebetiyle 27 Eylül 1999 tarihinde Atatürk’üm ve Türkçem isimli bir konuşma yapmıştı.

Mezkur tuğgeneral o konuşmada Hz. Peygamber’in aziz sahabilerine “250 bedevi Arap” diyerek hakaret etmekle kalmamış, “bu kişi” diye tahfif ettiği Akif’e demediğini bırakmamıştı. Sonunda Akif’le aynı inancı paylaşan millete bir de tehdit savurmuştu: “Biz bu adamlara ‘adam sen de’ demeyeceğiz, onları belleyeceğiz.”

Koca bir milletin inancına, değerlerine, Mehmet Akif gibi abide şahsiyetlerine böylesine gözü kara bir biçimde hücum edilmesinin doğurduğu şaşkınlık, önceki gün ortaya çıkan “fişleme” talimatının doğurduğu şaşkınlıktan hiç de aşağı değildi.

Daha sonra bir gazetede adı geçen generalin Ankara Vadisi Uyanış Muhterem Locası’na üye bir mason olduğuna dair bir belge yayınlanacaktı. Bunlar tartışılırken Atanur Ankara Vadisi Locası’nın 14. sıradaki kurucu üyelerinden olduğu bilgisi de ortaya çıkacaktı. Tabiî, manevi değerlere ve Akif’e hakaret tartışması bu vesileyle bambaşka bir kılığa bürünerek olayın aslı kaynadı gitti.

Mehmet Akif, görene “işte insan” dedirtecek kadar adamın hasıydı. Meclis’in verdiği 500 liralık ödüle el uzatmamıştı. Tıpkı İstiklal Marşı’nı “O artık benim değil milletindir” diyerek Safahat’ına almadığı gibi. Fakat o tarihlerde sırtına bir palto alamayacak kadar zaruret içinde olduğuna dostları şahitlik ediyor.

Ne bilsindi o “Bugün bir hanümansız bir serseriyim öz diyarımda” mısraının “kurtuluştan” sonra bile kendisi için değişmeyeceğini? Sürekli taciz ve istiskal edildi. Ülkesini terk etmek zorunda bırakıldı. Abdülhamit muhalifleri gibi kendisini balla börekle besleyecek Avrupalı dostları yoktu onun. Mısır’da yaşadığı gurbet hayatında çektiği hasret ve acının Mısırlı tanıkları, daha yakın zamana kadar hayattaydılar. Meraklısı bulup, öğrensin.

Akif’in dirisine yapılan muamele ölüsüne de yapılmıştır. Bu ayrı bir acıdır. Bir anekdot nakledeyim, gerisini siz hesap edin: O zamanlar talebe olan Prof. Dr. Abdülkadir Karahan Akif’in mezarı başında taziye konuşması yaptığı için sorguya çekilmiştir.

Yalnız ona çektirmekle kalmadık, onun evladı olmaktan başka suçu (!) olmayanlara da çektirdik. Üzerine tir tir titrediği, İngilizce ve Arapçayı çeviri yapacak derecede öğrenmesini sağladığı oğlu Mehmet Emin’in birliğinde dini eser okuduğu için başına gelenler filmlere, romanlara konu olacak çapta bir dramdır.

İşbu Mehmet Emin’in nasıl evsiz-barksız ve beş parasız sokak serserisi haline getirilişinin görgü tanıklarından biri de, onu ölümünden kısa süre önce gören Çetin Altan’dır. Bu milletin asil evladı Mehmet Akif’in yadigarı bir çöp bidonunda ölü bulunacaktır.

Birileri yedi ceddini Amerikalarda ve Avrupalarda okutup bedelini millete ödetirken, İstiklal Marşı şairinin çocuğu için böyle bir akıbet reva görülmüştür.

Bir zamanlar bu ülkede bir “kurtuluş savaşı” verildi, bu kesin.

Savaşıp ölenlerin kimler olduğunu biliyoruz. Akif örneğinde olduğu gibi, savaşıp sağ kalanların ekserisinin nasıl kırgın, bezgin, yılgın ve üzgün göçüp gittiğini biliyoruz.

Fakat bilmediğimiz ve çok merak ettiğimiz bir şey var: Kurtulanlar kimler?

 

Yorum Yaz