O gece ne oldu?

Dün, ikinci kez deprem bölgesindeydim. Felaket bölgesini ilk ziyaretimi, depremden 48 saat sonra gerçekleştirmiştim.

İlk ziyaretimle son ziyaretim arasında, felaket bölgesinde ne değişiklik meydana gelmişti? Bu soruyu kendi kendime sorduğumda, ikna edici bir cevap bulamadım doğrusu. İnsanların yaralarını sarmak şöyle dursun, kabuk bağlamaya yüz tutan yaralar dahi, ‘devlet’ adına hareket eden güçler tarafından sürekli kanatılıyordu.

İlk ziyaretimde insanlar “Devlet nerede?” diye haykırıyorlardı. Her istenmeyen yerde hazır ve nazır olan devletin en gerekli zamanda ve yerde bulunmayışı, belli ki onları şok etmişti. O şok, şimdi bilinçli isyana ve nefrete dönüşmüş durumdu. Bir çadırkent sakininin dün ekran aracılığıyla tüm dünyaya haykırışı bunun tipik bir örneğiydi. Şöyle diyordu Değirmendereli depremzede: “Yunanistan kabul ederse, onun vatandaşlığına geçmek istiyorum.”

Gülay Göktürk’ün Türkiye için “gidemeyenlerin ülkesi” tespiti bir kez daha kendini hatırlatıyordu. Bölgeyi gezerken, bu tepkinin çok ilginç yansımalarını da haber aldım. Kimi aileler, tepkilerinden dolayı depremden sonra doğan çocuklarının nüfus kaydını dahi yaptırmamışlardı.

Musibetin sıcak saatlerinde “Devlet nerede?” diyenler, devleti yardım etsin diye çağırmışlardı. Devlet, olayın üzerinden günler geçtikten sonra gelmişti; gelmişti gelmesine de, iş yapmak için değil, iş yapanların tekerine çomak sokmak için gelmişti.

Şimdiye kadar bölgede canla başla çalışıp depremzedelerin yaralarını sarmaya çalışan gönüllü yardım ekipleri ve vakıflar, devletin kendilerine açtığı soğuk savaşa daha fazla dayanamayıp bölgeyi terk etmişler. Etmişler etmesine de, bu süreçte, bölge insanıyla gönüllüler arasında duygusal bir bağ da oluşmuş. Yardım ve hizmet edenler, insana hizmet etmenin tadına doyum olmayan hazzını almışlar bir kez.

Bu hazzı bilirim, onu yaşayanlar bir daha kolay kolay vazgeçemezler. Zaten onlar da, gözlerinin ta içine melul mahzun bakan bu mağdur insanları ‘kutsal’ (!) devlet kaşlarını çattı diye kendi kaderlerine terk etmemişler. Şimdi yardımlar, sanki bir suç işlermiş gibi, güvenlik güçleri nezaretinde gizlice (!) yapılıyor.

Bu nasıl oluyor demeyin sakın. Biraz gülünç ama aynen böyle; güvenlik güçleri nezaretinde gizlice. “Niçin?”i basit: Müslümanları tehdit olarak algılayan paranoyak zihniyet, şimdiye kadar olduğu gibi bundan böyle de ayıplarını örtmek ve suçlarını bastırmak için onları kullanmada bir beis görmüyor. Onun rahatsızlığı, Müslümanların ‘kamusal alanda’ boy göstermeleri. Tesettüre karşı, kendilerini tarihe kara bir leke olarak geçirecek ve milyonların lanet ve nefretini üzerlerine çekecek yobazlıklar sergilemelerinin nedeni de bu.

Ben, Çeçenistan’da üzerlerine bomba yağdırılan anaların yaşadığı zulümle, Marmara Üniversitesi Göztepe Kampüsü’nde başörtülülerin yaşadığı zulüm arasında, nitelik açısından hiçbir fark göremiyorum. Biri insanların canlarına yönelik bir saldırıyken, diğeri dinlerine ve özgürlüklerine yönelik bir saldırı.

Peki, kim kazanır?

Hiç tereddüdüm yok; ‘kuva-yı milliye’ kazanacaktır. Belki çok acı çekilecek, sıkıntı yaşanacaktır. Fakat bu ülkenin ruh köküne ihanet edenler, bu kökü söküp atmayı beceremeyeceklerdir.

İsterseniz dün bana aktarılan şu olay üzerinde düşünün, o zaman bana hak vereceksiniz:

“Donanma komutanlığında subaydır. Deprem gecesi saat 02’ye doğru eve gelir. Ağlamaklıdır. Gelir gelmez banyoya gider, boy abdesti alır ve hıçkırıklar içerisinde Kur’an’ı Kerim’i alır öper, öper, öper… Deprem gerçekleşir. Eşinin tüm ısrarlarına rağmen bir şey söylemez. Sadece “ben suçumu biliyorum” demekle yetinir.”

Bu öyküyü, olayın kahramanının birinci derecede yakınından dinledim. Nasıl yorumlayacağımı bilmiyorum. Fakat umutlu ve dirençli olmak gerektiğini biliyorum. Tıpkı, imanın en büyük imkan olduğunu bildiğim gibi.

Hz. Ali’nin, adalet ordusuna dediğini diyorum:

“Sen değil, dağlar sallansın!”

( 8 Ekim 1999 )

 

Yorum Yaz