Ölüsüne dahi kıymet yetmez ya dirisine ?

“Arafat’tan seller gibi çağlayıp da Meş’ari’l – Haram ‘a geldiğimizde…” diyordu ya ayet, işte o sellerin, o insan ırmağının nasıl gürül gürül akıp coştuğuna şahit oldum bu haccımda…

İlk defa bu yıl, Arafat’tan Müzdelife’ye arabayla değil, yürüyerek inmenin inanılmaz hazzını yaşadım. Hiçbirimizin normal zamanda yürümeyi göze alamayacağı bu uzun mesafeyi, tıpkı Hz. Peygamber zamanında olduğu gibi yürüyerek alan yüzbinlerin arasında olmak, denizde damla olmak gibiydi.

Eni-konu bir damlasınız işte…

Göle düşerseniz göl olursunuz, çöle düşerseniz buharlaşır çöl olursunuz. Ben de insan okyanusuna düşmüştüm. Denize düşen her damlanın hakkı değil mi “Ben denizim!” diyebilmek? Benim de içimden bu duygularla “Ben deniz oldum!” diye haykırmak geldi. Siyah, sarı, beyaz kardeşlerimin arasında; Asyalı, Avrupalı, Afrikalı hatta Amerikalı kardeşlerimin arasında tek yoldan tek hedefe bir tek yürek olarak yürümenin doyumsuz hazzını bir kez daha ta iliklerimde duydum ve her zaman dile getirdiğim o sözü daha bir yürekten söyledim:

“Haccın ölüsü bile çok para eder, ya dirisi?”

Evet, bu hacların bir gün dirildiğini… Buraya gelen milyonların geldikleri toprağa birer Hz. İbrahim, birer Hz. İsmail, birer Hz. Hacer şuuruyla döndüğünü… Taşladıkları şeytanı ve şeytanları ömür boyu taşlama şuuruna ulaştıklarını… Kurbanla “adayış bilincine” erdiklerini… Arafat’ta marifete, Müzdelife’de (ya da Meş’ar’da) şuura ulaştıklarını… Tavafı Allah’la sözleşme için atılmış bir imza bilip sa’yi İsmail’i uğruna baygın düşünceye kadar koşan Hacer duyarlığı içinde yaptıklarını…

Bütün bunların gerçekleştiğini düşünün hele bir? O zaman neler olmazdı ki?

Bırakınız gerisini, Müslümanlar ABD kadar dahi haccın taşıdığı muhteşem potansiyelin farkında olsunlar, çok şey değişir. Nitekim ABD, hac ibadetini boşuna adım adım izlemeye almıyor.

ABD’nin tedirginliğini de, haccın taşıdığı muhteşem potansiyelin farkına varmasıyla açıklayabiliriz. Çünkü artık kamuoyunun da haberdar olduğu gibi ABD makamları Kâbe imam ve hatiplerinin – isterse duada olsun- siyasal imalarda dahi bulunmamaları için Suudi yönetimini uyarmış bulunuyor.

Ben Ecyad Kalesinin yıkımı ertesinde malum medya tarafından başlatılan hac karşıtı kampanyada da aynı odağın parmak izlerini görür gibiyim. Hatta belki adı geçen kalenin yıkımında bile…

Aslında Türkiye Müslümanlarına yönelik hac karşıtı kampanya kimi zaman açık, çoğu zaman örtük bir biçimde hep sürdü… Türkiyeli hacılara hac hizmetinin dünyadaki tüm diğer ülke hacılarından kat kat daha pahalıya gelmesi, bu kampanyanın örtük boyutlarından biridir. Bu kampanyada hacıların sırtından yüklü para vuran THY ve Diyanet gibi kurumlar yanında, diğer birçok devlet birimi de dolaylı yoldan bu vurguna katılmaktadır.

Bu vurguna dur demenin bir yolu olmalı, ama nasıl?

Hicaz demiryolu 1908’de Medine’ye kadar tam kapasite hizmete geçtiğinde, İstanbul Haydarpaşa’dan bir hacıyı 4 (Yazıyla: Dört) Osmanlı Lirasına taşıyordu. Şimdi oturup bu demiryolunu tahrip eden İngiliz casusu Lawrens gibilerine kızmak kolay… Peki, şimdi yapılanların mahiyet açısından Lawrens’in yaptıklarından farkı ne?

Ama Lawrens’in ne kadîm ne modern versiyonlarının, Müslümanların Kâbe’yle ilişkisini kesmeye gücü yetmeyecektir.

Allah’ın davetine “Lebbeyk Allahüme Lebbeyk (Buyur Allah’ım buyur!) diyen birileri hep olacaktır.

Yorum Yaz