Hayatımın hiçbir döneminde “parti-ci” de olmadım. Bırakın “parti-ci” olmayı, partili olmaya bile hep mesafeli kaldım. Fakat Müslümanların politika yapmasına hiç karşı olmadım; hem niçin karşı olacakmışım ki?
Oldum olası, “bir şey-ci” olmayı içime sindiremedim. “Cı-ci” eki Türkçede meslek eki olarak da kullanılır. Hürmete layık olduğuna inandığım değerlerin”…ci”si olmayı, “demir-ci”, “simit-çi”, “emlak-çı” gibi, onları sıradan bir mesleğe indirgediğini düşündüğümden,“islam-cı”, “din-ci”,”şeriat-çı” tanımlamaları hep gîrân geldi bana.
Bu nahoş ekin insanın tasavvurunda daha kötü bir çağrışımı da, “pazarlama-cı” idi. Kişi, inandığı bir değerin “işporta-cı”sı, ya da “pazarlama-cı”sı olmayı nasıl içine sindirebilirdi ki? İşte benim de içime sinmeyişi bu yüzdendi. O nedenle bir ırka mensup olmayı değil “ırkçı” olmayı lanetli bildim. Bir mezhebe mensup olan “mezhepli”ye değil, bir mezhebin pazarlamasını yapan, onu tüketime sunan, onu işportaya çıkaran ”mezhepçi”ye karşı oldum. Yüce İslam şeriatını kişisel tavır ve davranışlarına sindirerek onu komple bir ahlak sistemi olarak yaşanan bir hayata dönüştürmek yerine, Kur’an’ı politik bir manifesto, Peygamber’i ideolog, İslam’ı ideoloji gibi anlayan ve anlatan ”şeriatçı” ve “İslamcı”ları uyardım. Dini ve din ilimlerini öz benliğine sindirerek ilmiyle âmil bir âlim olma yerine, onu bir “meslek” ve”uzmanlık” alanı olarak algılayan “dinci”lerden Allah’ın desteğini çektiğini gördüm.
Tabi ki, hayatımın hiçbir döneminde “parti-ci” de olmadım. Bırakın “parti-ci” olmayı, partili olmaya bile hep mesafeli kaldım. Fakat Müslümanların politika yapmasına hiç karşı olmadım; hem niçin karşı olacakmışım ki? Hem ”ibadeti siyaset siyaseti ibadet olan” bir inanç sistemine mensup olacaksınız, hem de “siyasetten, şeytandan Allah’a sığınır gibi Allah’a sığınacaksınız”. Bu tavır, doğru bir tavır olamazdı.
Şimdi hayli eskide kalıp unutulan “siyaset mi, tebliğ mi?” tartışmalarının en popüler olduğu zamanlarda bile, bu primitif ve dahi “körün taşı körün gözüne” tartışmasına hiç bulaşmadım ve ciddi de bulmadım. Hele, oy vermeyi “küfür”, oy vereni “kafir” ilan edip şapı şekere karıştırarak ”koyveren” mantığa, yıllar yılı sürekli olarak Gazali’nin “el-İktisad fi’l-İ’tiqat “isimli eserindeki o harika ölçüyü hep hatırlattım:”Tekfir’in ölçüsü akıl değil nakildir.”
Siyasetsiz siyasetçi, politikasız politikacı…
Siyaset, en genel anlamıyla ”yönetme sanatı”dır. İnsanların olduğu yerde elbet bir “yönetim problemi” de ortaya çıkacaktır. Siyaset, işte, hem bu problemin çözümünün, hem de çözüm için ortaya konulan yöntemin adıdır.
Müslümanlar bu ülkede siyaset yapmaya yeni başlamadılar elbet. Bugün Müslümanlar arasından çıkıp da siyaset yapmaya soyunanların sıkıntısı biraz da her şeyin kendileriyle başladığını sanmalarındandır. “Ne yapmalı?” sorusunun doğru cevabının “Nerede kalmıştık?” sorusuna doğru cevap bulmadan geçtiği akl-ı selim sahibi herkesin teslim edeceği bir hakikattir. Daha II. Meşrutiyet’in ilanının hemen ardından Derviş Vahdeti, Said Nursi gibi isimlerin kurduğu İttihad-ı Muhammedîye Fırkası, bu topraklarda kendisine İslam’ı referans alan ilk “İslami parti” sayılabilir.
İttihat ve Terakki terörünün Osmanlı ülkesini kasıp kavurduğu o günlerden bugünlere geldiğinizde aslında ileriye doğru değil daha geriye doğru bir gidişin olduğu görülür. Tabi ki, o dönemin şartlarıyla bu dönemin şartlarının birbirinden hayli farklı olduğunu görmezden geliyor değiliz. Fakat asıl vurgulamak istediğimiz, Müslümanlar içerisinden siyasete soyunan insanların İslami bilgi, birikim ve ufuk açısından bir mesafe kat edip etmedikleri. “Bu ülkede, Müslümanlar, bu günkünden daha çaplı politik kadrolar ortaya çıkarmaktan aciz midirler? ” sorusu, ciddi bir sorudur ve cevabı üzerinde düşünülmeye değer.
Günümüzün önde gelen Müslüman politikacılarını, ufuk ve çap olarak, değil başkalarıyla, Said Halim Paşa gibi İttihatçılarla dirsek temasında olup da İslami siyaseti benimseyen bir isimle dahi karşılaştırdığımızda, mesafenin ne kadar büyük olduğunu görebiliyoruz. Siyasi başarı da insan unsurunda düğümleniyor.
İşte bunun için diyorum ki “Bize oy verin kurtulun!” diyenler de size doğruyu söylemiyorlar.”Koyverenler” kurtulamayacak da “oy verenler” kurtulacak mı sanıyorsunuz? Hayır, kurtuluşu, hele bizim gibi “düdüklü demokrasilerde”, oyda, seçimde, sandıkta arayanlar, ya gerçeği bilmiyorlar ya da bildikleri halde aldatmayı tercih ediyorlar.
Bu tespitler kesinlikle depolitizasyon sürecine katkı sağlayacak bir biçimde anlaşılmamalıdır. Siyasetsizleştirme süreci 28 Şubat’ın amaçlarından biridir ve bu ülkenin yönetimini halka devretmek istemeyen “derin oligarşinin” işine yarar. Fakat inancımız başta olmaz üzere, geleceğe ilişkin umutlarımızı, rüyalarımızı, hülyalarımızı “siyasileştirmek ”de bir o kadar yanlış ve aldatıcı bir tavır olur.
İşte sözün tam burasında, size, siyaset başta olmak üzere, insanla ilgili hayatın tüm alanlarına ne denli nüfuz ettiği şimdilerde daha iyi anlaşılan “ders halkalarını”, “ev sohbetlerini” soracağım; ne ettiniz o halkaları?
Eğer, birilerinin burun kıvırdığı, dudak büktüğü o ders halkaları, o ev sohbetleri canlı ve diri bir biçimde hala sürüyorsa, umut “sermayemizi” sandık “kedisine” yüklemek zorunda kalmayacağız.
Bu konuda yaşanmış iki başarı öyküsü var. Onları daha sonra aktaracağım. Fakat bir sevincimi sizinle paylaşmadan edemeyeceğim: Eşim, bugün mahallenin 9-14 yaş grubu tüm çocuklarına şu anda ziyafet veriyor, biraz sonra topluca namaz kılacaklar.
( 12 Nisan 1999 )
Yorum Yaz