Peygamberimizi sevmek (2)

Hicretin 3. miladın 625. yılıdır. Uhud’un yaraları henüz tazedir.

Medine civarındaki kabilelerden biri, içlerinden yeni Müslüman olanlar için İslam’ı öğretecek bir muallim kadrosu istemektedir. Allah Rasûlü, öz elleriyle yetiştirdiği seçkin öğretmen kadrosu arasından 6 kişilik bir ekibi gönderir. Kafile bir subaşında mola verince haince bir saldırıya uğrar.

Saldıran Huzeyl kabilesinin eşkıyasıdır. Öldürmek için değil, Kureyş’e satıp para kazanmak için bu tuzağı kurduklarını söylerler. Buna rağmen kafileden üçü şehit oluncaya kadar çarpışır. Geri kalan üçünü esir edip Mekke’ye götürürler. Abdullah b. Tarık, yolda eline bağlanan ipi keserek ellerinden kaçar. Geriye Zeyd b. Desinne ve Hubeyb kalmıştır.

Hain haramiler, Zeyd’i, Saffan b. Ümeyye’ye satarlar. O, Müslümanlar tarafından öldürülen babası Ümeyye b. Halef’e karşılık olarak Zeyd’i öldürmek için satın alır. Zeyd asılmaya götürülürken, yolda Ebu Süfyan karşı gelir ve ona sorar: “Şu anda senin yerinde onun (Hz. Peygamber) olup; asılmasını, senin de ailenin yanında olmanı ister miydin?” der. Zeyd’in cevabı açıktır: “Değil onun asılması, ayağına diken batmasına dahi gönlüm razı olmaz” der. Ebu Süfyan, bunun üzerine şu itirafta bulunacaktır: “Vallahi böylesine bir bağlılık ve sevgiyi dünyanın hiçbir tarafında görmedim.”

Sıra Hubeyb b. Adiyy’e gelmiştir. Yirmili yaşlarının başlarında, fidan gibi bir gençtir Hubeyb. Kendisinden sonrasına muhteşem bir sünnet bırakmıştır: İdamdan önce kılınan iki rekat namaz. Bu namaz, imanın ölüme meydan okumasıdır. Bu namaz, tüm zalimlere “Hiçbir gerçek mümini ölümle korkutamazsınız!” mesajıdır. Bu namaz, “Ölüme giderken dahi Rabbime karşı esas duruşumu bozmadım” mesajıdır.

İşte bu, ayette emredilen “içinde yakınlık bulunan” sevgidir. Zira bedeli ödenmiş, hesabı verilmiş, lafta kalmamıştır.

Şöyle bir soru gelebilir: Allah Resulü vefat edip gitmiştir. Şimdi biz ona sevgimizi bu şekilde ifade etmeye kalksak bile edemeyiz. O halde, bizim sevgimizin de “yakın” vasfını kazanması için ne yapmamız gerek?

Bu sualde yanlış bir mantık var. Sahabe-i kiram, durduk yerde sevgi edebiyatı yapmadı ki. Mesela; Zeyd ve Hubeyb, din öğretmek için Hz. Peygamber’in görevlendirmesiyle yola düştü ve şehit edildi. O, “Asılayım da sevgimi ispat edeyim” de demedi. Yaptığı, İslam’ı öğretmek için ölümü göze almaktı. O da onu yaptı.

Peki, şimdi dini öğretme görevi Müslümanların omzundan kalktı mı? Elbette kalkmadı. O halde, Hz. Hubeyb’in sevgisinin çağımızdaki karşılığı, ucunda ölüm dahi olsa, İslam’ı öğretmek için hiçbir fedakârlıktan çekinmemektir. Bu, Hubeyb’in yolunu izlemektir. Bu, Rasûlullah’ı sevmenin bedelini ödemektir.

Bedeli ödenmeyen sevgi zehirlenir. İşte Hıristiyanların Hz. İsa’ya olan sevgisi böyle bir sevgidir. Hıristiyanlar Hz. İsa’yı seviyorlar; bunu kim inkâr edebilir? Hem de o kadar çok seviyorlar ki, hâşâ onu “Allah’ın oğlu” derecesine (!) yükseltiyorlar. Onun iyi bir insan olması, peygamber olması, Allah’tan vahiy alması, hatta mucizevi bir doğumla dünyaya gelmesi ve kendisine karşı kurulan tuzağa karşı Allah’ın özel yardımını alması, onları tatmin etmiyor, onları kesmiyor. Sonunda “Allah’tan bir parça” sayma sapıklığına düşüyorlar.

Hz. İsa zehirli sevgi sonucu ilahlaştırılınca, Peygamber İsa buharlaşıyor. Teslisçi kilise, İsa’yı model gösteremiyor. Kendini takip edenlere, “İsa gibi olun” diyemiyor. Nasıl desin ki? Bunu demek, “Tanrı olun” demekle eşanlamlı. Bu sefer kilise uyanıklık yapıp, Hz. İsa’dan boşalttığı peygamberlik makamına kendisi kuruluyor. İsa’yı İsa aşkına öldüren kurucu baba Tarsuslu Pavlus’un dilinde somutlaşıyor bu uyanıklık: “Kilise kurtuluştur.”

Sevgi işte böyle zehirleniyor. Sevgiyi zehirleyenlerin bu işi bir peygamber adına yapmaları hiçbir şeyi değiştirmiyor. Zehirledikleri sevgi de, dönüp kendisini zehirleyenleri zehirliyor. Onları Peygamber İsa’dan mahrum ediyor. Yerde yürüyen ve iz bırakan bir modelden mahrum ediyor. Kim bilir, belki de sevgiyi zehirleyenlerin derdi bu: Yerde yürüyen, ahlâken model alacakları “insan” bir peygamber istememek. Hıristiyanlığın şeriatsız/hukuksuz olmasının temelinde de bu zehirli sevgi yatar. Bugün Hıristiyan kilisenin kendi vatanı olan Batı’da bile tükenişe geçmesi, hayata müdahil olamaması, modern çılgınlık karşısında alternatif bir model geliştirememesinin sebebi de budur.

Ve emin olun ki; bizim modern cinnet karşısında her şeye rağmen hâlâ direniyor oluşumuzun sebebi, “insan” bir peygambere inanıyor oluşumuzdur. Peygamberi ilahlaştırmayı küfür biliyor oluşumuzdur. Bu hassasiyet bize haddimizi öğretti. Zira biz Müslümanlar, Peygamber’e makam biçmenin, onu “terfi ettirmeye” kalkmanın, onun zaten yüksek olan makamını daha da yükseltmeye kalkışmanın haddimizi bilmemek olduğunu öğretti.

Biz Peygamberi terfi ettirecek “âmir” değiliz, biz onun kadrini bilmeye “memur”uz.

Bunu bildiğimiz içindir ki; onun “insan” olduğunu, ama “insanlığın ufku” olduğunu biliriz. Onun insan olması, bize hep umut aşılar. Melek peygamber isteyen sapık kavimler gibi insan soyundan umut kesmemizi engeller. “O insansa” deriz, “İnsan olmak iyi bir şeydir.” Ve biz de insan olmaya çabalarız. Kur’an’da ona nida siğasıyla sadece bir yerde “Yâ-sîn: Ey insan!” diye hitap edilişinin sırrını, işte bu sayede anlarız. Allah’ın onu neden “güzel örnek” olarak tanıttığını, bu sayede anlarız. Bize kelime-i şahadeti öğretirken, neden kendisi için “O’nun kulu ve elçisi” dedirttiğini de?

Biz işte bu yüzden ona kurban oluruz.

 

Yorum Yaz