Puzzle’ın parçaları

“Devlet cinayet işlemez” diyen Cumhurbaşkanı’nın şimdilerde unutulan bir lafını hatırlıyorum:

“Devletin eli yok ki öpülsün.” Kürşat Bumin, bu üsluba “otoriter demagoji” adını veriyor. Bizce de isabetli.

Cumhurbaşkanı on yıllardır fikri “tutarlılığını” sürdürüyor ve hiç değişmediğini son sözleriyle teyit ediyor. Tutarlı dedim, çünkü öpülecek eli olmayan devletin vuracak eli de olmamalı; değil mi ama? Zaten biz bu yazıda devletten söz ediyor değiliz. Fransa Kralı 14. Lui edasıyla “Devlet? İşte o benim!” diyerek kendini devlet yerine koyan ve cinayet de dahil canının istediğini işleyen karanlık ve derin odaklardan söz ediyoruz.

Şu halde bu ülkede, bir Cumhurbaşkanı’nın zihninde yer alan pespembe, melek-sıfat, layuhti (ve tabii ki la-yüs’el), ütopya (u: olmayan, topos: ülke, yani “hayal ülke”) olan bir devlet var, bir de kendisini “devlet” yerine koyup toplu cinayetten vatandaşına zorla pislik yedirmeye kadar varan (bu dava AİHM’de tazminatla sonuçlandı) “ecinni” misali kendisi görünmeyip şerri dokunan ‘derin’ odaklar var.

“Bir ülkede iki devlet olur mu?” diye sormak bana düşmez. Onu da Cumhurbaşkanı düşünsün. Yalın bir gerçek var: Biz Cumhurbaşkanı’nın dediği melek devleti görmedik, fakat kendileri bizim her gün gördüğümüz ‘ecinni devleti’ 6 kez gidip yedi kez gelirken ‘yolda’ gördüler.

Puzzle’ın tüm parçaları gözümün önünde. Cumhurbaşkanı’nı dinledikten sonra “Sana mı inanayım gözüme mi?” diye sormam boşuna değil. Bir de sizin gözünüzün önüne sereyim şu Puzzle’ın parçalarını da, yanlış yerleştirdiklerim olursa siz uyarırsınız:

80’lerde PKK, şovenist Kürt örgütlerinin en yenilerindendi. Ondan önce bölgede hayli ağırlığı olan Rizgari, PUK gibi örgütler güneydoğuyu parsellemişlerdi. PKK’nın piyasaya girme arzusunu kullanan derin odaklar örgütü kontrolleri altına almakta zorlanmadılar. Bir MİT’çinin kızı olan Öcalan’ın eski karısı Kesire ve örgütün beyni konumuna gelen “Pilot” kod adlı Yüzbaşı Necati, derin odakları temsil ediyordu.

PKK, kendisine verilen destekle kısa zamanda bölgedeki denetim dışı tüm Kürt örgütlerini temizledi. Son günlerin moda tabiriyle “iti ite kırdırma” politikası başarıyla sonuçlanmıştı. PKK’nın kârı rakipsiz kalmasıydı, onu kullananların kârı ise saymakla tükenmez.

Beklenmeyen (ABD için ‘beklenen’) bir gelişme oldu: Körfez Savaşı. Savaş, ABD’nin Kuzey Irak üzerinden bölgeye ve bölge halklarına yönelik kapsamlı bir senaryosu olduğunu ortaya çıkardı. Bu senaryoda başrol bölge devletlerinin tümüne dağılmış olan Kürtlere verilmişti. Bu durumda, elini hayli güçlendirmiş olan PKK’nın senaryo dışı kalması düşünülemezdi. Beklenen oldu ve PKK bölgede gözü olan tüm uluslararası güçlerin üzerine hesap yaptığı enstrüman haline geldi.

“Derin” odaklar besledikleri PKK kargasının kendi gözlerini oymak için kullanılacağını anladıklarında “Hizbullah” adını taktıkları yapılanma henüz silaha sarılmamıştı. Bu yapılanmayı silahlandıran ilk odak, “iti ite kırdırma” politikasını varlığının temel politikası haline getiren “derin odak” olmuştu. Nasıl PKK’yı diğer örgütleri temizlemek için kontrol altına alıp kullanmışlarsa, şimdi de adına “Hizbullah” dedikleri bir örgüt eliyle kontrollerinden çıkıp uluslararası güçlerin kontrolüne giren PKK’yı elimine edeceklerdi.

Türkiye’de olanlar, aslında ABD’nin globalizasyon politikasının bir parçasıydı ve kapsamlı bir tasfiye operasyonunun işaretlerini veriyordu. Amerika sorunlu Ortadoğu’yu stabilize etmek istiyordu ve terörün Türk-İsrail yakınlaşmasında “itici güç” olarak kullanılması, terörün getirilerinden sadece biriydi. Asıl getirisi siyasal ve ekonomik “küreselleşme”nin bir uzantısı olarak “düşünsel küreselleşmenin” (köşelerinin törpülenerek yuvarlak hale getirilmesi) teminiydi.

Şu satırları bundan iki buçuk yıl önce (19 Haziran 77) bu gazetede kaleme almışız:

“Küreselleşmenin mimarları bu süreçte oyunu bozacak, kendisinin koyduğu kurallara itiraz edecek ya da örneğin ‘cıvalı zarlar’ için ‘bu zarlar hileli” diyecek çatlak ses istemiyordu. Bunun için de tedbirlerini aldı. Oyunu kuranlar, sorun çıkartacak tarafların her biri için ayrı bir politika belirlemişti. Bu politikanın temel rengi her unsura kendi iddiasını yedirmek ve birbirlerine kırdırmaktı… 28 Şubat, iki serti birbirine sürtüp vurarak uslandırma ameliyesiydi. Uluslararası sistemin Kemalistlerin iplerini bıraktığını sunmak doğru değil. Anlaşılan o ki her iki taraf için de sınır çizildi. O çizgiyi aşmaya teşebbüs eden taraf kendisini büyük oyuncunun karşısında bulacaktır. Çünkü büyük oyuncu ‘sorun’ istemiyor.”

28 Şubat’a siz bir de bu gözle bakınız. 28 Şubat, Baş Kuklacı’nın koçbaşı olarak kullandığı kapalı rejim yanlısı Kemalist oligarşiye karşı kurulmuş bir tuzak olamaz mı? Bu sorudan yola çıkarak şu sorulara cevabı da siz bulun:

Durup dururken 150 milyar dolarlık silah alımı niçin gündeme getirilmişti? Bu 150 milyar dolarlık “tedarik planı” ABD’ye hangi mesajı vermek amacını güdüyordu. ABD bu ganimeti niçin yemedi? Kamuoyundaki tartışmaların ardından hemen geri çekilen 100 tank alımı gündeme getirilerek “Avrupa’nın şişmanı” Almanya’ya hangi mesaj veriliyordu. Ve Almanya da tıpkı ABD gibi niçin bu ballı böreği reddetti?

Aslına bakarsanız ben bu işlerden, hele işin şiddete ve silaha dönük olanlarından hiç anlamam. Anlamadığım içindir ki ancak soru sorabiliyorum. Anladığım alan ‘sözle’ ilgilidir. Başkalarının neyi niçin yapıyor oldukları beni ilgilendirmiyor. Ben Söz’ün (Kelam’ın) önü açılıyor mu, ona bakarım.

Gördüğüm o ki, sözün önü açılıyor; hem de rüyamızda görsek inanamayacağımız yepyeni ufukları da kapsayacak şekilde. Söz güçleniyorsa umut da artıyor demektir. Geleceğe ilişkin umudumun her zamankinden daha fazla olması işte bu yüzdendir.

( 4 Şubat 2000 )

 

Yorum Yaz