”Rabbimiz! Biz efendilerimize ve büyüklerimize uyduk; onlar da bizi yoldan çıkardılar!”

Akfırat’ın “sahte şeyh”inin sırtından tasavvuf düşmanlığı yapmak, çirkin bir istismardır.

Fakat son dönemlerde sıkça görülmeye başlayan bu nahoş olaylardan ibret alıp, “Şeytan bunun neresinde?” diye düşünmemek de, gaflet ve vurdumduymazlığın dik âlâsıdır.

“İslâm irfanı”nın öbür adı olan tasavvuf, onun büyük imamı Kuşeyri’nin ifadesiyle bir “zevk”, bir “ince işçilik”tir. Bilgi ve hikmet sahibi üreticilerinin elinde, kalbi paslanmaya karşı koruyan bir cilâdır. Cahil ve kifayetsiz muhterislerin elinde ise, aldatıcı bir imaj ve maskeye dönüştürülmüştür.

Ne diyordu Yunus:

Dervişlik olaydı tac ile hırka

Biz dahi alırdık otuza kırka

Kalpazanlarının elinde otuza kırka alınıp satıldığını görenler, tasavvufu “imaj” ve “aksesuar” sandılar. Bazıları ise sırf bu yüzden düşman oldular. Kur’an ahlâkının vazgeçilemez bir boyutu olan İslâm irfanını, bir zümrenin malı sandılar.

N’olurdu bilselerdi “cennet kuşu”nun yerinden uçtuğunu, onu ömründe hiç görmeyenlerin, onun yerine konan çamurdan kuş maketini “cennet kuşu” sandıklarını:

Hümâ uçtu yuvasından, yerine koydular humu

Görenler dediler eyvâh, Hümâ dedikleri bu mu?

Her mesleğin arıları da vardır sinekleri de. Tasavvuf mesleğinin de arıları ve sinekleri olacaktır. Fakat son yüzyıllarda bu mesleğe sinekler ve arı diye geçinen eşek arıları hücum etmiştir. Belli ki bu meslekte, işletmeye uygun bir “maden”, yağmalamaya uygun bir “petek” keşfetmişlerdir.

Müşterisi boldur, bu doğru. Müşterilerden çoğu, dindar olmak isteyen, fakat dinini bilmeyen kitlelerdir, bu da doğru. Bir doğru daha var:

Nerede “sahici arz”, talebi karşılamıyorsa, orada “fazla talebi” karşılayacak “sahte arzla” karşılaşılır.

Sahtekârları cesaretlendiren, talep sahiplerinin cehaletidir. Talep sahiplerinin cehaleti arttıkça, kalpazanların cesareti ve cüreti de artar. Yani ki cahiller, tuzaktaki peyniri görürler de, o peyniri oraya kimin, niçin ve ne amaçla yerleştirdiğini sorgulamazlar.

Oysaki fareyle insanı ayıran fark, “sorgulayan akıl” farkıdır. Fare de tanır peyniri, insan da. Fakat fare “akletmez”. Soramaz, “Bu peynir burada ne geziyor? Yeri burası mı? Kim, neden koymuş?” diye.

Sormadığı için de, yer ve tuzağa düşer.

Vakit gazetemizden öğrenmiştik: “Sahte Şeyh” nam zat, yaşadığı beldedeki tüm oyları, Müslümanlara “yarasalar” diye hakaret eden ve bu ülkenin kaynaklarını haramice yağmalayan bir partiye yönlendirmiş.

Tamamen mi? Evet, tamamen, istisnasız. Türkiye’de bunun ikinci bir örneği var mı, bilmiyorum.

Koskoca belde ahalisinin içinde hiç mi “aklı hür, vicdanı hür” adam yokmuş?

Bu nasıl olur?

Olur, bal gibi olur. Eğer ayaklar baş, başlar ayak olursa… Cahiller konuşur, âlimler susarsa… İnsanlar, Allah’ın Kitabı’nı bilmeden Müslüman olmaya kalkarlarsa… Ataların âdeti, Resulullah’ın sünnetinin önüne geçerse… İnsanlar din aldıkları kapıyı, don aldıkları kapıdan daha fazla ince eleyip sık dokumazlarsa… Akleden bir kafa yerine, sallanan bir kafayı tercih ederlerse, olacağı budur.

Bakın, başlıktaki âyet ne diyor: “Rabbimiz! Biz efendilerimize ve büyüklerimize uyduk; onlar da bizi yoldan çıkardılar!” (Ahzab 33.67)

Dahası da var: “(Hesap) gününde kendine kıyan kişi (aldanmanın can sıkıcı pişmanlığıyla) elini ısırarak diyecek ki: Ah n’olaydım! Keşke Rasûl ile birlikte bir yol tutmuş olaydım! Vah n’olaydım! Keşke falanca kimseyi kendime yol gösterici dost edinmeyeydim!” (Furkan 25.27-28)

Yorum Yaz