Ramazan bir imkandır

“Ey iman edenler! Oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi size de farz kılındı ki Allah’a karşı sorumluluğunuzun bilincine varasınız” (2 Bakara, 183)

Öncelikle geç kalmış bir tebrik: Bu köşenin tüm okurlarının Ramazanlarını tebrik ederim. Ramazan zaten bizzat mübarektir. Hep hoş gelir. Fakat insana düşen de onun bereketinden azami istifade etmektir. Onu hoş karşılamak, onu hoş etmek ve hoş göndermektir.

Sık sık unuttuğumuz bir gerçek var. İbadetler kendi başlarına amaç değildirler. Her ibadet daha üst bir amacı gerçekleştirmenin aracıdır. O amaç göz ardı edilerek ibadet ne edâ edilebilir, ne de anlaşılabilir.

Oruç ibadetinin amacı, bu ibadeti farz kılan yukarıdaki ayette açıkça yer almıştır: Sorumluluk bilincine kavuşmak…

Bu, önce insanın kendisini tanımasıyla başlar. Kendisini tanıması için ilgisini kendisine yöneltmesi gerekir. İlgisini kendisine yönelmekten kasıt, etine kemiğine, saçına sakalına, kilosuna, boyuna, midesine, tenine yöneltmesi olamaz. Çünkü bunlar insanı “insan kılan” tarafı değildir.

Peki, nedir ya?

Elbette vahyin “kalp” dediği iç dünyasına, duygusuna, düşüncesine, akleden kalbine yöneltmesidir. İlgisini iç alana yönelten insan, kendini tanımaya başlayacaktır. Kendini; yani Allah karşısındaki acziyet ve muhtaçlığını, dünyalık karşısındaki şeref ve üstünlüğünü.

Bu sonucu elde eden insan, “sorumluluğunun bilincine varan” insandır.

Bu üç boyutlu bir bilinçtir. Allah’a karşı, kendisine karşı ve başkalarına karşı… Açlara karşı sorumluluğu olduğunu, yoksullara, yetimlere, kimsesizlere, darda kalmışlara karşı sorumluluğu olduğunu da insan, oruç sayesinde öğrenir.

Ramazan’ı festivale çevirenler, onu zayıfların beslenme, kilolu insanların diyet ayı gibi görenler, bu amacı nasıl gerçekleştirirler?

Zaten bu bakış açısına sahip olanlara göre Ramazan’ın ilk akla getirdiği, İstanbullu Levanten kantocuların icra-yı sanat ettiği “direklerarası” eğlenceleridir.

Eh, Peralı (!) bir kantocudan da zaten daha fazlasını beklemek abestir. Onun Ramazan’la Rio de Janerio Karnavalı arasındaki farkı fark etmesini bekleyemeyiz.

Fakat müsaade edin de “ben Müslümanım” diyenlerden bu farkı fark etmelerini bekleyelim. Hatta isteyelim. Onları uyaralım. Özellikle İstanbul’daki merkezi semtlerin belediyelerinin Ramazan’ın karnavallaştırılmasına alet edilmesinin önüne geçelim.

Osmanlı’yı diriltmek adına İstanbul’un “İslâmbol” yanını değil de İstanbul’un “Peralı” yanını diriltmeye kalkmak, tersinden kalkmaktır.

Sadece o kadar da değil, kendi inancına “Fransız”, hatta “Levanten” kalmaktır.

İftar çadırları uygulaması ne harika bir uygulama. İşte İstanbul’un “İslâmbol” yanını hatırlatan bu ve bunun gibi uygulamalardır.

Sahi belediyelerimiz neden sadece çadırlara gelenleri düşünür de tam iftar saatinde trafikte sıkışmışları düşünmez. Çok değil, oruç açacak (“bozacak” değil) bir hurma, küçücük bir poğaçadan oluşan mütevazı bir menü yeterli.

Eğer örnek istiyorlarsa, birkaç yıldan beri bu işi Vatan Caddesi’nde uygulayan Akabe Vakfı’ndan model alabilirler. Hatta yardımcı olabilirler. Tam iftar saatinde trafikte sıkışıp kalan insanların, arabalarının camından uzatılan iftariyelikleri alınca gözlerinin nasıl ışıldadığını adeta görür gibiyim. Siz olsanız, sizinki de ışıldamaz mıydı?

Tabii ki midelere ikram, Ramazan’ın en küçük tarafından ikram. Bir de büyük tarafından ikram var. Kafalara ve kalplere ikram… O da, insanlara Kur’an ikram etmektir, vahyin sofrasına oturtup onların açlıktan kırılan yüreklerini ve kafalarını doyurmaktır.

Yorum Yaz