Raptedilmemiş olanlarla rabıta kurulamaz

İslam tefekküründe, “düşünen insan” ile “insanın düşüncesi” arasında varoluşsal bir kopuş yoktur.

İnsanın tasavvuruyla aklı, aklıyla şahsiyeti, şahsiyetiyle eylemi arasında var olan rabıtanın bir benzeri, düşünenle düşünülen arasında da mevcuttur.

Fakat varoluşsal olmasa da, bunlar arasında bir kopma ve kırılma her zaman mümkündür. Küfür ve şirk, bu anlamda insanın altyapısı olan “fıtrat”la üstyapısı olan “hayat” arasındaki radikal kopuşun değişik biçimlerine verilen adlardır.

Günahlar da, ancak sapma açıları oluşturan kayma ve savrulmalar sonucunda oluşan durumlardır. İlahi format olan fıtratına sadık kalarak kimse günah işleyemez. Bu nedenledir ki her günah, bilerek ya da bilmeyerek, küçük ya da büyük, fıtrata yönelik bir sapma açısını, bir sadakatsizliği, en azından bir ihmali ve vurdumduymazlığı içerir.

İşte vahiy, bu savrulmaları, kırılmaları ve nihayet radikal kopuşları önlemek için insanın inşa olunabilen yanını (konstrüktif), insanın bahşedilmiş formatı olan sabit yanına (kognitif) çivileyen bir rabıtadır.

Çivisi olmayan insanların, çivisi çıkmış bir dünyada, hele de çivisi çıkarılmakla kalmayıp her şeyin tersinden çivilendiği bir ülkede, Müslümanca bir düşünce, akıl, şahsiyet ve eylem üretmeleri mümkün mü?

Bunu ancak çivisi olanlar becerebilecektir. Bunda kimsenin bir tereddüdü olamaz. Çünkü bu dehşet savrulma karşısında kendini ve yerini koruyabilenler, ancak tasavvuru, aklı, şahsiyeti ve hayatı sağlam çivilerle olması gereken yerlere raptedilenler olacaktır.

Raptedilmemiş olanlarla rabıta kurulamaz.

Ve rabıta kurulmadan, irtibat gerçekleşmez.

Değil mi ama? Rabtedilmemiş olan, bir “yeri” olmayan, konjonktüre göre yerlerden yer, söylemlerden söylem, kavramlardan kavram, (hadi onu da siz ekleyin: “Eylemlerden eylem”) beğenen biriyle, nasıl rabıta kuracaksınız?

Adresi olmayanın, ya da verdiği adreste durmayanın, bir şeye “davet” edip etmemesinin, bir “teklifle” gelip gelmemesinin o kadar da önemi var mı? “Davet” ve “teklif” edenin davet ve teklifinin ciddiye alınmasının ilk şartı, onun “durduğu bir yer”in olmasıdır.

Bir yerde durmak, bir yere ait olmak, yani bir “yeri” olmak evleviyyetle gerek şart ama yeter şart değil. O yerin kendi yeri olması, yani “doğru yer” olması gereklidir. “Yarattığını bilen (“ela ya’lemu men halak: O yarattığını bilmez mi?”) yarattığının olması gereken yeri de en iyi bilendir” diyenler çivisini kime çaktıracaklarını da bilirler.

Özetle, rabıta kurmak için rabtedilmiş olmak şarttır. Peki, içinden geçtiğimiz ve “varmış gibi” duran birçok şeyin gerçekte bir “soğuk şakadan”, bir “yanılsamadan” ibaret olduğu şu uzun fetret döneminde bazı insanların, iddialarına rağmen, düşünceleri, duyguları, kişilikleri ve nihayet bizzat kendileriyle irtibat kurulamamasının nedeni daha iyi anlaşılmıyor mu?

Ve neden “en okkalısı” gibi görünen düşünceler dahi “teğet düşünceler” olmaktan öteye gidemiyor? Neden “hakikate”; doğrudan ve açıkça sadece “hakikate” işaret etme kaygısı taşınmıyor da bazen “idare”, bazen “maslahat” ve her zaman “idare-i maslahat” ediliyor? Neden “ispat” yöntemi değil de “nefy” yöntemiyle götürülüyor işler? Neden “evetleme” yoluyla değil “değilleme” yoluyla “ima”, “işaret” ve “İhsas” ediliyor?

Hiçbir düşünce, hiçbir akıl, hiçbir şahsiyet ve hiçbir eylem kaynağını aşamaz da ondan.

Çıkış noktasında “gerçeğe teğet” olan bir düşünce, varış noktasında “gerçeğin kalbine” işaret edemez. Düşmandan yola çıkarak dostu tanımaya kalkmak, dostu dolaylı tanımaktan -yani bizzat tanımamaktan- öte geçemez. “İdare-i maslahat” edilen bir yerde “mahza maslahat” gözetilemez.

Bu da, vahyin ifadesiyle “ümmi” olma niteliğini kazanamamış bir tasavvurla düşünce ve eylem üretmekten kaynaklanır. Ümmî olmanın etimolojik anlamı, “anne’ye mensup olmak”tır. “Anne” kavramı sadece “doğurganlığın” ve “üretkenliğin” öznesine işaret etmez, aynı zamanda üretmenin olmazsa olmaz şartı olan bir “yere” ve “rabıtaya” da işaret eder.

Düşünce alanında bu anlamda “ümmi”, yani “anneye mensup” olmayanların ürettikleri düşünceler, başkalarına ait olan sperm ve yumurtaların yabancı bir batna yerleştirilmesiyle elde edilen tüp bebek hükmündedir. Böyle bir düşünce üretiminin, sağlığı ya da sığlığından önce “meşruiyeti” sorgulanmalıdır.

Bütün bunlar göz önüne alındığında, en azından bu ülkede İslam adına “düşünce üretenlerin Müslümanlığı” değil ama “ürettikleri düşüncenin Müslümanlığı” ya da “ne kadar Müslüman olup olmadığı”, ciddi bir sorgulamaya tâbi tutulmalıdır.

Geçen yazımızda, içinden geçtiğimiz “fetret dönemi düşüncesinin” tipik özelliğinin “düşüncede fetreti” temsil ettiğini söylemiştik. Hiç kuşkusuz bunun nedeni, kendine ait düşünce damarlarından beslenememekti. Düşüncede “anneye mensup olma” problemi yaşayanların cezası, anne sütünden mahrum olarak ‘büyümek’ olacaktı. Suni mamalarla sağlanan gelişmenin ise hormonlu ve problemli olacağı bir gerçek.

Şimdi, “anne”ye dönmenin tam zamanı. Bir musibet olarak başa çıkınca mecburen savuşturulan fetretler, her ne kadar bir yanıyla kırılma ve kopuşu temsil etseler de, bir yanıyla da “yeniden bağlanma” ve ana damarı “arayışı” temsil ederler. Bir başka ifadeyle söylersek “fetretler fıtratları ortaya çıkarabilirler”.

Nasıl mı? Onu da gelecek hafta ele alalım.

Yorum Yaz