Şeyh Said ve İngilizler

Bu tartışmayı kim çıkardıysa, fena bir şey yapmadı.

Çünkü bir vesile olmadan “resmi tarihin” maskesi düşürülmüyor. Şimdiki vesile, İngiliz-Amerikan siyasetinin kadim “Kürt kartını” Kuzey Irak’ta kendi emelleri için masaya sürmesi.

İngiliz-Amerikan siyaset oyununda kullanılacak Kürt kartlarının, Talabani ve Barzani’nin örgütleri olması tesadüf mü? Ya her iki örgütün de “ulusçu ve laik” olmaları? Bu da mı tesadüf? Siz bu ikiliye “nasyonal-Marksist-laik” Öcalan’ın PKK-KADEK’ini de katabilirsiniz. Çünkü el altından bu örgüt de az yardıma mazhar olmadı.

Size bir soru: Laik-ulusçu Kürt örgütleri İngiliz-Amerikan desteğine mazhar olurken, İslami Kürt örgütleri neden kimyasal silahlara ve B-52’lerin bombalarına “mazhar” olur?

Halepçe’nin kimyasal silahla haritadan silinmesi tesadüf değildi. Çünkü Kuzey Irak’taki en güçlü İslami örgüt Şeyh Osman Halebcevi liderliğindeki el-Hareketü’l-İslamiyye fi-Kürdistani’l-Irak’tı. Halepçe bu örgütün her şeyiydi. Halepçe’nin kimyasal silahla yok edilmesi, görünürde Saddam, gerçekte bir İngiliz-Amerikan projesiydi. Biliyor musunuz, bu katliamdan dolayı bu iki güç Saddam’ı hâlâ kınayacaklar.

Bir soru daha: Son işgal sırasında ABD-İngiliz işgal güçlerinin Irak toprakları üzerinde topyekûn ortadan kaldırdıkları tek örgütlü yapı hangisidir? Evet, bildiniz, Ensaru’l-İslam adlı Kuzey Irak’taki organize olmuş tek İslami yapı. ABD, Saddam’a ve Saddam’ın adamlarına gösterdiği hoşgörünün binde birini İslami herhangi bir yapıya göstermedi, göstermiyor, göstermeyecek. Çünkü onların emperyalist emelleri için İslam ve onun şekillendirdiği her tür yapı, yerküre üzerindeki tek sahici tehdit.

Bunun son örneği Irak Şiileri’dir. Kendilerine on yıllarca kan kusturan Saddam’ı ‘görevden alan’ İngiliz-Amerikan işgal güçlerine “eyvallah” etmemişlerdir. Ur’daki sözde “muhalifler” toplantısında piyon olmayı reddetmişlerdir. Necef caddelerinde yankılanan “Ne Saddam! Ne Amerika!” sloganı bu tavrın ifadesidir.

Bu bir girizgâhtı. Fakat girişte işaret ettiğimiz tartışmayı bu girizgah olmadan ele almak doğru olmayacaktı. Çünkü günümüzde yaşananlar, dün yaşananların izdüşümüdür. Tarihe, biraz da bugün olup bitenleri anlamak ve açıklamak için başvurulur.

İşte söz konusu “tartışma” da bu yüzden gündeme getirildi. Tartışma 1925’te yeni rejime karşı ayaklanan Şeyh Said’in İngilizlerin yardımına mazhar olup olmadığı, hatta bu ayaklanmanın, bazılarının iddia ettiği gibi- bir İngiliz planı olup olmadığı meselesi.

Siyasetin efendiliğini bozamadığı ender kimselerden biri ve sahici bir entelektüel olan Abdülmelik Fırat adını duymuşsunuzdur. Kendisi sırf Şeyh Said’in torunu olduğu için ömür boyu (“sülale boyu” desek daha doğru olurdu) “persona non grata” ilan edilmiştir.

Abdülmelik Fırat’la bu yakınlarda bir mülakat yapıldı. Bu mülakatta Fırat, dedesinin, kıyam sırasında İngilizlerin yardımına mazhar olduğu tezini kesin bir dille reddediyor.

Aslında Şeyh Said’in İngiliz yardımı aldığını ileri sürenler başından beri bir tek ciddi delil gösterememişlerdir. Delil diye ortada dolaşan şey Londra’dan kimin postaladığı bilinmeyen ve alıcı adresinde “Kürdistan Kraliyet Harbiye Nazırlığı” yazan İngiliz silah fabrikalarına ait birkaç katalogdur.

Bu tırışkadan “belgeyi” (!) delil olarak kabul edenlerin cevaplamaları gereken bir dolu soru vardır: Kimdir bu katalogları Londra’dan yollayan? Neden işin hazırlık safhasında değil de işin işten geçtiği 9 Mart tarihinde? Neden kimin eline geçeceği bilindiği halde Ankara’nın denetiminden hiç çıkmamış olan Takrir-i Sükun altındaki Diyarbakır’a yollanmıştır? Bunun adına “adrese teslim” demezler mi?

İngiliz istihbarat geleneğinde rejim muhalifi piyonlarıyla resmi posta kanalıyla iş tutma yöntemi mevcut mudur? Eğer durum böyleyse ve bu iş gerçekten İngilizlerin işiyse, bu durumda İngilizler Şeyh Said’in lehine değil, basbayağı aleyhine çalışmış olmuyorlar mı? Evetse, şu halde İngilizler bu karalama işini kimin ya da kimlerin lehine yapıyorlardı?

Görüyorsunuz, sor sor bitmiyor.

Bitmez de. Neden derseniz, olayın üzerinden 78 yıl geçmiş olmasına rağmen, hâlâ ilgili arşivler kamuoyuna açılmamıştır. Gidin sorun isterseniz, eğer resmi ideolojiye iman etmiş bir “yeminli tercüman” değilseniz, size verecekleri tek cevap vardır: “Tasnif dışı”. Ne demekse? “Yassak hemşerim”in adını “tasnif dışı” koymuşlar. Anladık “para iman ve günah gizlidir” de, bu kadar da gizli olmaz ki canım. Hem o dediğiniz, “tevbe edince Allah affeder” diye bireylerin günahı için geçerlidir. İyi de, devletin ruhu yok ki ahirete gitsin. O tevbe edecekse bu dünyada edecek.

Sözün özü, neredeyse cumhuriyetle yaşıt bir olayın belgelerini açıklamaktan köşe bucak kaçan “muhafazakar mı muhafazakar” bir devletle karşı karşıyayız. Vatandaşının aklını bazı tarihi gerçeklerden muhafaza etmek konusunda sanki yemin etmiş bir devlet.

Galiba çok şey bekliyorum. Peki, bu talebimden vazgeçmeye razıyım. Tek o gün asılanların gömüldüğü yeri asılanların torunlarına söylesinler, ben “buna da şükür” diyeceğim. Baksanıza, Güneydoğu’nun kan davalı aşiretleri bile barıştı. Devleti bu anlamsız kan davasından vazgeçirecek, onu vatandaşıyla barıştıracak birileri yok mu?

Benim “arşivler açılsın” talebimden vazgeçmem gerçeği öğrenmekten vazgeçmem anlamına gelmiyor. Bu, biraz “nasıl olsa arşivler çoktan steril hale getirilmiştir” diye düşünmemden kaynaklanıyorsa, biraz da alternatif kaynakların varlığını bilmemden kaynaklanıyor.

Mesela “gizli İngiliz arşivleri” gibi. O da Pazartesi’ye.

 

Yorum Yaz