Siretü’l Kur’an-18.Ders-“İkinci Yıl Giriş Dersi”

SİRETÜ’L-KUR’AN – 18. DERS
-İKİNCİ YIL GİRİŞ DERSİ- 06.10.2019

Değerli dostlar, hepinizi selamların en güzeliyle selamlıyorum.

Selamun aleyküm, sabahu’l-hayr, sabah bi hayr, roj baş, pari rui, good morming, guten morgen, huten morgen, bonjour, bonjorna, dobro utro, cindobre, selamat pagi, ohayoou gozaimasu, zaoen, haberi, şalom.

Dünyanın neresinde insanlar birbirlerine nasıl selamlıyorlarsa, ben   de sizleri ve tüm herkesi sesimizi ulaştığı, ulaşamadığı ya da gelecekte ulaşması muhtemelen olan herkesi kendi selamıyla selamlıyorum. Zira selam barış parolasıdır. İslam selamdır. İslam Allah’ın  küresel barış projesidir. Kendisini Müslüman olarak adlandıran yığınlar, kitleler, kütleler maalesef İslam’ı yeryüzünün bir barış projesine dönüştüremediler. Bu mesajı yerine getiremediler. Bu mesajın hakkını vermediler ve maalesef İslam savaşla anılır oldu, savaş projesi oldu!

Kendilerine bir cennet kazanmak isteyenler, yaşadıkları toprakları cehenneme çevirdiler ve hepimiz ondan fena halde etkilendik. Müslümanlar, insanlığın hastalığını tedavi eden birer insanlık hekimi olması gerekirken enfekte bir topluma dönüştüler, hastalık saçtılar. Ve bugün başkalarını hasta etmekten daha çok kendilerini hasta ettiler. Ve maalesef hastalıklarına o kadar alıştılar ki kendilerini tedavi edecek olan herkese saldırır oldular. Sen hastasın diyenlerin sessini kestiler. Sen tedaviye muhtaçsın diyenlerin sözünü ağızlarına tıktılar ve bugün artık hasta olmamak, enfeksiyon kapmamak; ayıplı olmak, suçlu olmak, hatalı olmak, kusurlu olmak anlamına geldi!

Bir sene önce yine böyle bir ekim ayında Bismillah diyerek başlamıştık ve insan olmadan Müslüman olunmaz diyerek yola çıkmıştık. Dindarlığını Allah’a göster bana insanlığın lazım diyerek yola çıkmıştık. Bir din ki müntesibinin aklını, iradesini, vicdanını, adaletini, merhametini, insanlığını, kalitesini artırmıyorsa; cinnetini, holiganlığını, canavarlığını, ahlaksızlığını, şefkatsizliğini, merhametsizliğini artırır. Böyle bir dinden Allah’a sığınırız, Allah’a sığınmalıyız. Böyle bir din insanlığın yüz karasına dönüşmüş bir dindir. O dinden Allah da beridir, Peygamber de beridir. İyi insanlar da beri olmalıdır.

O zaman sorun nerede diye sormak akıllı her insanın yapması gereken bir vazifedir. Sorun nerede? Çünkü sorunu tespit etmeden çözüm gelmez. Hastalığı teşhis, tedavinin yarısıdır. Tanıyı doğru koymazsanız tedaviyi de yanlış uygularsınız. Onun için tanı nedir? Hastalığın kökenleri nedir? Sebepleri nedir? Ama bu sorudan biz bile isteye kaçtık. Bu soruyu sormamak için sahte mazeretler icat ettik. Zihnimiz insani şeylere çalışmazken şeytani mazeretlere çok güzel çalışmaya başladı. Büyük oyunu gördük, küresel güçleri keşfettik. Fakat bir türlü kendi yüzümüze, kendi özümüze şöyle dönüp bakıp içimizi aydınlatmadık, oraya ışık tutmadık, oranın karanlık yerlerini ışıtmadık! Çünkü aynaya bakacak yüzümüz yoktu. İçimizden bazılarına zorla ayna tutanlar, başlarına ne geldiğini iyi bilirler. Yüzünü görmeye tahammülü olmayanlar aynalara saldırdılar, aynaları kırdılar. İnsanlara ayna olan kırılmaya hazır olmalı.

Ben o kırılmışlardan biriyim. Bütün kırıklığıma rağmen ömrüm boyunca önce kendime, sonra başkalarına ayna olmaya devam edeceğim. Zira bu bir sorumluluk. Bu sorumluluktan kaçamayız. Bizden öncekiler eğer bu sorumluluklarını yerine getirmiş olsalardı bugün daha iyi bir dünya bulabilirdik. Daha iyi bir geleceğimiz olabilirdi daha ümitvar olabilirdik.

O zaman bizden sonraki nesle yine benim gibi bu şikâyetleri bırakmayalım miras olarak. Bizden sonraki nesil arık böyle şikâyet etmesin. Şöyle desin: “Sağ olsunlar, bizden önce birileri kırılmak pahasına, yorulmak pahasına, yıpranmak pahasına ayna olmuşlar ve bize daha iyi bir gelecek bırakmışlar. O zaman gelin desinler biz de bizden sonraki nesle ayna olalım, daha iyi bir gelecek bırakalım, daha iyi bir dünya bırakalım.” İnşallah bu sorumluluğunu yerine getirenlerden oluruz.

Değerli dostlar Kur’an’ın Hayat Yolculuğu derslerimizin ikinci yılındayız. 2019-2020 sezonu demek de mümkün. 6 Ekim 2019 bugün. İkinci yıl giriş dersi, ilk dersimiz. İkinci yılın ilk dersi giriş dersi. Böyle bir girişe neden ihtiyaç duydum? Şundan:

İnsan oğlu nisyan ile maluldür, unutur. Mutlaka hatırlatmak lazım. Aslında dini vecibelerde tekrar olarak gördüğünüz şeyleri, tekrar olarak değil hatırlatma olarak görmenizi isterim. Onlar birer tekrar değil, birer hatırlatma. Fatiha’yı okuduğunuz her rekât aslında bir nakarat değil, bir hatırlatma. Bir şey ne kadar değerli ve önemliyse onu unutmak da o kadar zararlı ve o kadar büyük bir beladır. O zaman o unutulan ve unutulunca büyük bir belaya ve felakete dönüşen o şeyi ne kadar sık hatırlatırsanız o kadar yararlıdır. Onun için neden Fatiha bu kadar sık hatırlatılıyor sorusunun cevabını ilgili derste bir daha dönüp umarım dinlersiniz, izlersiniz. Zaten dersimin üç bölümünden bir bölümünü hatırlatma koydum. Biliyorsunuz bunun Kur’ani karşılığı tezekkür; hatırlama, hatırlatma.

  1. TEZEKKÜR

Tezekkür bir İlahi emirdir, biliyorsunuz. Onun için Kur’an’ın bir ismi de Zikir, yani hatırlatma, hatırlatıcı. Neden? Zira Kur’an insanoğluna yeni bir şey söylemek için gelmedi. Gök kubbe altında söylenmemiş bir hakikat yok. Kur’an insanoğluna unuttuğunu hatırlatmak için indi. Zira fıtrat hatırlatılması gereken bir verili, İlahi bir format. Ama unutur insan, fıtratına yabancılaşır. Fıtratına bigâne kalır, sırt döner. Mutlaka hatırlatmalı. Sorumlulukları ve görevleri insana mutlaka hatırlatılmalı.

Varlık; varlık ayetleri. Hani öyle diyor ya Yusuf Suresi’nin 105. ayeti: “Allah’ın nice ayetleri vardır ki yanından gelip geçerler de görmezler, bakmazlar bile.” Evet, varlık bütünüyle İlahi bir kitaptır. Ben buna “Tabiat Kur’an’ı” diyorum. Baktığınız şeye bir ayet olarak bakarsanız o, ayet formuna dönüşür. Ayet formuna dönüşür, baktığınız şeye eğer ayet olarak bakarsanız. Bu, Kuantum fiziğiyle de mekanikliği de artık ispat edildi. Görenin görüşü görüleni belirliyor. Evet, onun için hani Schrödinger’in kedisini hatırlayanlar vardır aranızda. Evet, var mı? Yok mu? Onun için “yolcuğu bekleyenler yolcuğu yola çıkarırlar” demiştim değil mi? Pasif iyiden aktif iyi de. Yolcuyu bekleyenler, ama gerçekten bekleyenler yolcuyu yola çıkarırlar. Özlem bile bir duadır. Hasret bir duadır. Muhabbet bir duadır. Sevgi bir duadır, kalbin duası. Ama ona uygun eylem olmalıdır; hatırlatma.

  1. İLKLERİ HATIRLA!

(İMANIN ŞARTINDAN ÖNCE İNSANLIĞIN ŞARTI GELİR)

İlkeler, ne çok ihmal ettiğimiz şey. İlkeler, nicedir unuttuğumuz şey. İlkeler, yerine mazeretler koyduğumuz şey. İlkeler, hep söyleyip de üstüne yattığımız şey. İlkeler, nice bir zamandan beri zümrüdü anka gibi Kaf dağına kaçmış olan kuş.

İmanın şartından önce insanlığın şartı gelir. İnsanlığın şartını yerine getirmemiş olanların imanın şartını yerine getirmiş olmalarının hiçbir ama hiçbir değeri yoktur. Hiçbir değeri yoktur. Ancak dinci bir canavar çıkar ortaya veya ahmak!

İlkelilik; ilkesizlik, hile ve kurnazlığa karşı. İlkenin karşısında bazen kurnazlığı görüyorum. İlginçtir, Şark kurnazlığı diyorlar. Bilmem, bir Garp kurnazlığı da vardır herhalde, onu da görüyoruz. Ama Şark kurnazlığı çok ilginç, şark kurnazlığı adeta bir tabiata dönüşmüş durumda. Ne yapar biliyor musunuz? Sorumluluğunu yerine getirmez. Sorarsınız. Öğretmen sorar talebeye: “Dersine niye çalışmadın oğlum?” Talebenin cevabı şu: “-Ama öğretmenim sen de şişmansın!” Tam böyle bir şey veya sorar öğretmen: “Kızım neden ödevini yapmadın?” “-Sular kesikti.” Mazeret bu kadar komik ama toplumu saran bir hastalığa dönüştüğü zaman adete herkes birbirine mazeret bulma yarışına giriyor. Sorumluluğunu neden yerine getirmediğine dair hiçbir açıklaması yok. Hatta hatta mazeretçilik, kandırılmışlık durumunda çok daha derinlere iniyor.

Adam kandırılıyor mesela onu ‘din’ ile biri kandırıyor. Uydurulmuş dinle. Biri uydurulmuş hurafelerle kandırıyor. Kandırılan bu insan kendisini kandıranlardan hesap soracağı yere kendisinin kandırıldığını kendisine söyleyenlerden hesap soruyor. Bu da çok ilginç geliyor ama o kadar yaygın ki! Neden böyle yapıyor biliyor musunuz? Neden böyle yapıyor? Bu, Şark kurnazlığıdır. Kendisini kandırıldığına inanırsa eğer kandırılmak sonucunda ödediği tüm bedeller aptallığının büyüklüğünü gösterecek. Aptallığını kabul etmeye yanaşmayanlar kandırıldığını söyleyenlere saldırırlar. Bu da bir Şark kurnazlığı.

Hile; sorarsın… Müslüman ilkeli adamdır, ilkesiz adama Müslüman denmez. O zaman kaç Müslüman vardır, bir daha sayalım. Eğer ilke üzerinden Müslüman sayısını tespit edecekseniz kaç tane Müslüman çıkar dünyada, onu size bırakıyorum. Ama Müslüman ilkeli adamdır, onu söyleyin. Sadece barışın değil, savaşın da ilkesi vardır. Sadece kârın değil zararın da ilkesi vardır. Sadece kavuşmaların, buluşmaların veyahut nikâhın, evlenmenin değil boşanmanın da ilkesi vardır. Yani ayrılmanın da ilkesi vardır. Bakınız, her şeyin… Eğer sonuç bozuluyorsa sonuç negatif bitiyorsa onun da bir ilkesi vardır. İlkesi olan şeyin sınırları vardır, kırmızı çizgileri vardır. Ama bir insan ilkesizse ve ilkesiz bir savaş yürütmek istiyorsa, mücadelesini soysuzluk üzerine kurmuşsa, ilkenin yerine neyi geçir? İlkesizliği geçirir. “El-harbu hud’atun; harp hiledir” diye bir de yalan söyler. Bu yalanı da Peygamber’in diline koyar. “Savaş hiledir!” Allah unutmuş bunu (hâşâ), savaş hakkında yüzlerce ayet taşıyan Kur’an unutmuş bunu(!), onun için de Peygamber’in diline koyar, Kur’an’a koyamaz. Kur’an’a bir ayet ilave edemeyeceği için Peygamber’in diline koyar! Bunu da yüz küsur sene sonra koyar. “Harp hiledir!” En ahlaksızlığı yapar davranışlarında. Niye yaptın deyince mazereti o kadar esaslıdır ki: “Harp yapıyoruz, bu bir savaş ve savaş hiledir!” Bitti! Söyleyeceğiniz hiçbir şey yoktur. Ona ilkeyi falan hatırlatamazsınız artık. O her haltı yer ve faturayı da Peygamber’e keser. Onun için peygamberinin yüz karası olan böyle bir şeydir işte. Onun için Ahzab suresinin 56. ayeti bu tipler için inmiştir: “Vesellimû teslîmâ: Onu her türlü şaibeden selamette/ uzak tuttun.” Yani Peygamber’e şaibe bulaştırmayın. Hani o salavat ayeti diye okudukları, iftira ettikleri, dünyanın en büyük yanlış anlamasına kurban ettikleri o ayet var ya, Ahzab 56. İşte o ayetin sonu böyle biter. Yani “Peygamber’i her türlü şaibeden selamette tuttun.” Çünkü o ayetten önceki pasaj Peygamber’e yapılan en büyük iftira ile ilgilidir.

Ahlak; ilkeler. Ahlaki davranış temel bir ilkedir. Zira insan ahlak ile mükelleftir, hayvan ahlak ile mükellef değildir. Hiçbir hayvana ahlaklı veya ahlaksız nitelemesinde bulunmazsınız. Çünkü hayvandan ahlak beklenmez. Ahlak davranışlarla ilgilidir. Ahlak sözle değil davranışla ilgilidir. Bir insanın ahlaklı olup olmadığı davranışından belli olur ve din bu manada ahlaktır. Ve Kur’an’a sunduğumuzda geçer not alan, Allah Resulü’nden nakledilen o ifade tamamen oturmaktadır Kur’an’ın mesajının üstüne. Nedir?

İnnemâ buistu liutemime mekârime’l-ahlâk: Ben güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildim.” Çünkü “Ve-inneke le’alâ ulukin ‘azîm.” Aslında bunun açılımıdır o: “Sen muhteşem bir ahlak üzeresin.” dolayısıyla ahlak, o da bir zümrüdü anka kuşu, masal kuşu, Kafdağı’na gitti. Ahlaksızlık Müslüman toplumların normal bir davranışına dönüşmüş durumda niceden beri! Yani burada alan ahlaklarından bahsetmiyorum, bilim ahlakı, meslek ahlakı, ekonomi ahlakı, siyaset ahlakı, iman ahlakı… Münafıklık bir kâfirlik biçimi değil bir iman ahlaksızlığıdır. Dolaysıyla ahlakın tefessüh ettiği kokuştuğu bir toplumda hiçbir olumlu davranış bekleyemezsiniz. O toplum çürümüş bir toplumdur ve şu anda İslam toplumlarının içinde bulunduğu ahlak krizini…

“Hayır yoktur, öyle bir şey yoktur. İslam toplumları dünyanın ahlak skalasında en üsttedirler.” diyeniniz var mı aranızda? Böyle bir şey var mı? Bunu söyleyecek var mı? İçinde yaşadığınız toplumu görmüyor musunuz? İnsan ilişkileri çürümüş durumda. Yani en yakınlardan başlayarak insan ilişkileri çürümüş durumda. İnsan ilişkilerini çürüten şey, korozyona uğratan şey, paslandıran şey ahlaki ilkelerin olmayışıdır. Dahası insanın Allah’la ilişkisi çürümüş durumda. Çünkü Allah’a karşı ahlaklı davranmıyor insan. Aslında iman ahlaki bir terimdir, biliyor musunuz? İman ahlaki bir terimdir. Ama biz onu teolojik bir terime dönüştürdük. Biz onu teolojinin konusuna indirgedik. Bu bir indirgemedir, evet. Nedir imanı ahlakın konusu yapan? Güven. Güven. Birebir güven. Onun için ben bu Arapça terimlerin Türkçeleşmesini istiyorum ki anlasınlar. Türkçeleştirmesine ısrarla karşı olanlar da anlarlarsa iş bozulur, tezgâh gider diye düşünüyorlar. Onun için ben özellikle de hatta hatta artık öyle oldu ki insanlar Arapça bir şey duyunca yüzleri ekşiyor, kulaklarını tıkayası geliyor. İnsanları çok iyi anlıyorum. Niye? Şimdi Arapça her şeyi Allah’ın ayeti zanneden bir kütle var. Kütle, bilinçli kullanıyorum. Kitle demiyorum.

Yani adam masal anlatıyor, Arapça. Yalan söylüyor, Arapça. İftira ediyor, Arapça. Allah resulüne yapılmış bir iftiraya hadis diye taşıyor bir şey söylüyor ve millet de kitaptan konuşuyor zannediyor. Kitaptan konuşuyor da şeytanın kitabından konuşuyor. Yalanın kitabından konuşuyor. Onun için ben mümkün olduğu kadar ayet metinlerini bile okumayasım geliyor. Yani manasını veresim geliyor sadece. Yani onun için de zorunlu olmadıkça okumamaya çalışıyorum. Bu nedenle insanları anlıyorum. Niye? Din deyince ög gelmiş insanlara, çünkü gördükleri dinciler ahlaksızlığın dibini bulmuşlar. Ben anlıyorum insanları ama onlar da beni anlasınlar. Sizi din deyince ög getirten şey din değildi. Din o değildi. İslam o değildi. Onlar İslam’a yük oldular. Onlar İslam’ın yüz karası oldular. O değildi. Şimdi bunu da tiye alan Ateler oluyor. Ateistler oluyor daha doğrusu Ateler pek almıyor da Ateistler alıyorlar. Yani Ateliği ideolojiye dönüştürmüş olanlar. Yapmayın arkadaşlar, yapmayın. Niye yapmayın biliyor musunuz?

Bu ibare bana aittir, telifi de benimdir. Çalacak olacaklara duyurulur. “Allah varlık sabitidir.” Varlık sabiti ne demek? Siz fizikte sabitler duydunuz mu? Bakınız onlar tartışılmaz. Mutlaka sabitler vardır. Mesela fizikte planck sabiti vardır. Kâinatın başlangıcını; Planck isimli bir fizikçi, büyük bir fizikçi planck sabiti hesaplayarak başlatmıştır. On üzeri eksi kırk üç. Bu ne demek biliyor musunuz? Bir saniyenin kırk üç sıfır atacaksınız birin arkasına. Katrilyon çarpı katrilyon katrilyon çarpı katrilyonda biri. Yani varlığın matematiksel başlangıcını oraya kadar götürebiliriz diyor ondan öncesine götüremiyoruz diyor, matematiksel olarak bile. Buna planck sabiti diyorlar.

Kozmogonide yani kâinatın yaratılışında dört aşama vardır. Dört süreç. İlk süreç planck sürecidir. İşte oradan başlar mesela. Başka sabitler de vardır. Matematik sabitleri vardır, matematik sabitleri… Yüksek matematik bilenler bilir. O sabitleri alırsınız reddedemezsiniz. O sabiti almadan o problemi çözemezsiniz. Onu tartışamazsınız ya bu niye böyle diyemezsiniz mesela o öyledir. Pi sayısı öyledir arkadaşlar. 1,14’tür. Altın oran öyledir arkadaşlar. Bir çarpı bir virgül altı yüz on sekizdir. Niye öyledir? Niye niye olmaz işte, o öyledir yani, anlatabiliyor muyum? Onu ben öyle kabul etmiyorum diyemezsiniz. Allah varlık sabitidir. O sabiti çektiğinizde kalmıyor, boş. Anlatabiliyor muyum? Yani varlık niye var? Yok olmalıydı. Niye var? Birinci soruda nakavt oluyorsunuz vs. Yani burada dersim varlık ispatı değil. İsbat-ı vücud değil.

Onun için uzun tutmayacağım ama Ate arkadaşlara buradan sözüm, lütfen yapmayın! Yobaz olmayın! Ben dincilerin yobazlarından usandım bir de Ate’lerin yobazları ağır geliyor bana. Onun için açık olun. Açık olun. Yani size bir şey anlatabileyim. Sizi dinliyorum zaten. Üstadınızı dinliyorum. Dünyadaki üstatlarınızı dinliyorum. Hem de çok ciddi dinliyorum. Evet, çok ciddi dinliyorum. Uluslararası arenada militan ateistim diyen bilim adamlarını ciddi ciddi dinliyorum. Sonuna kadar dinliyorum. Onun için siz de dinleyin, yobaz olmayın eğer kendinize güveniyorsanız.

Dürüstlük, doğruluk; sahtekârlığa karşı. Söyleyecek çok söz yok. Dürüstlük ve doğruluk. Burada dürüstlükten kastım… Aslında bir şeyin doğru ve yanlışlığı tali bir şeydir. Eğer bir şey dürüst değilse doğru ve yanlışlığı talidir. Mesela bir insan bir ölçüm yapıyor, yaptığı ölçüm doğru fakat yaptığı bir ölçümü yamuk kullanıyor. Bir yamuklukta kullanıyor. O adam dürüst olmayan doğrudur. Yani ölçüyü doğru yapmış olmanız onu doğru kullanmanızın garantisi olmuyor. Onun için önce dürüst olun. Önce dürüst olun, ondan sonra doğru ve yanlışlı konuşalım, ama önce dürüst olun.

Bakınız, münafıklar öyle hareket ediyordu. Allah Resulü’ne diyordu ki: “Senin hırkanla beni kefenlesinler öldüğümde.” Şimdi adamın zihniyetine bakar mısınız? Bizim zihnimizde münafık ahirete iman etmiyor, değil mi? Hayır adam giderken ölmüş zaten yani Peygamber’in hırkasıyla kefenleyin beni diye vasiyet ediyor. Ama bu münafıkların elebaşısı. O Hz. Aişe’ye iftira eden adam. Düşünün, bu adama iftira cezası bile verilmedi, ama bu adamın iftirasını taşıyanlara iftira cezası verildi. Peygamber şairi Hasan bin Sabit’e iftira cezası verildi. Ama buna verilmedi. İftirayı atana verilmedi. İftirayı taşıyana verildi. Çok ilginç. İftirayı atan bambaşka bir kategoride çünkü, başka bir kategoriye giriyor. Ona Kur’an’ın hükmü tatbik edilmiyor. Çünkü o bambaşka bir kategoride. Bugün yalan hadisleri, uydurma lafları hadis diye naklediyorlar. Gazali’nin ihyasında dokuz yüz tane yalan hadis tespit etmiş ulema, efendim. Gerçeği var mı diye soranlar olabilir, o ayrı tartışma konusu. Ama dokuz yüz tane! Bunu da şöyle savunmuşlar: Ama Gazali uydurmadı ki, bunları başkaları uydurmuş, Gazali taşıyor… Taşıyana vuruyorlar sopayı dostum! Anlatabiliyor muyum? İftirayı taşıyana vuruyorlar. Yani senin dininden haberin yok. Onun için dürüstlük ve doğruluk.

Hak, hakikat, hukuk; yalana karşı. Evet, yalan girdiği yerde imanı bırakmayan bir yok edici, terminatör. Yalan varsa iman yok, iman varsa yalan yok. Peki yalan üzerinden bir puanlama yapsaydık kendisini Müslüman zanneden toplumların yüzde kaçı mümin çıkardı, yalan üzerinden? Çok ilginç değil mi? Dünyada yalan şampiyonu toplumları sıraya dizsek şöyle ilk sıralarda kimi görürüz? Neden bu kadar yalana alıştırıldık? Çünkü dinimiz yalan, imanımız iftira! Yalan üzerine bina ederseniz dini, yalan söylemeden duramazsınız. Yalana bağışık hale gelirsiniz. Hatta bağışık hale gelmeniz yetmez, yalan tiryakisi olursunuz. Yalan söylemeden ve söylenmeden duramazsınız. “Yar, bana bir yalan” diye taşa düşersiniz ve en yalancılarınızı tepenize çıkarırsınız. En yalancılarınızı göz bebeğiniz yaparsınız. En yalancılarınızdan bir şeyler duymaya bayılırsınız. Doğru söyleyenlerinizi ise dokuz köyden kovarsınız! Doğru söyleyenlerinizi taşlarsınız. Doğru söyleyenlerinizi katledersiniz. Doğru söyleyenlerinizi “tahammül edilmez” ilan edersiniz. Doğru söyleyenlerinizi şeytanlaştırır, ötekileştirirsiniz. İşte, belanızı buldunuz!

Tevhit, özgürlük; şirke, kula kulluğa karşı. Tevhit özgürlük demek, evet. La ilahe illallah ne demekti? “Kula kulluğa hayır!” Dinde hiçbir şey dinî değildir. Dinde her şey insanidir. İnsani değilse o dinî de değildir. Dinin hiçbir ilkesi Allah’la ilgili değildir. Allah’ın ihtiyacı da yoktur. Dinin tüm ilkeleri insanla ilgilidir. La ilahe illallah bir numaralı ilkedir. Bu da insanla ilgilidir, Allah’la değil. Ve anlamı; kula kulluğa hayır!

Adalet, ölçülülük. Zulme karşı adalet. İki kanat var tevhit ve adalet. Tevhit; insan-Allah ilişkisinin, adalet; insan-insan ilişkisinin eksenidir. Eğer insan-Allah ilişkisi tevhit ekseninden kayarsa bozulur. İnsan insan ilişkisi adalet ekseninden kayarsa bozulur. Buna zülüm denir.

Merhamet/ vicdan: Acımasızlığa karşı. Evet vicdan… Bu kelime Arapça ama Kur’an’da geçmez ama Kur’an’da vicdanın yerine geçen birçok kelime var. “Ef’ide” başta olmak üzere. Yine bazı ayetler var ki vicdanın tam açılımını kullanır. Onun için; “Beli-l-insânu ‘alâ nefsihi basîra: Bilakis insan kendi üzerine bir gözetleyicidir.” (Kıyâmet, 75:14). O var ya vicdandır, vicdan ayetlerinden biridir. Bir tane değil birçok ayet vardır. Vicdan ayetlerinden birdir. Kendi üzerine bir gözetleyicidir. Yani insanın vicdanı insanı gözetler ve Allah insana vicdanından konuşur. Onun için vicdan Allah’ın insana konuştuğu yerdir. Ama vicdansızlığı bir ahlak haline getirmişseniz artık yapacak hiçbir şey yoktur.

Onun için acımasızlık din şekline gelirse, acımasızlık, vahşet din şeklini alırsa ona hiçbir çare yoktur. Ve bu kütle acımasızlığı din şekline sokmuş bir kütledir! Düşünün, “öldür” dini. Dinden döneni öldür. Evet böyle bir hadis bulursunuz ama böyle bir ayet bulamazsınız. Aksine mürtedin dünyada cezası yoktur. Mürtetle ilgili en az üç ayet vardır Kur’an’da: “… vemen yertedid minkum ‘an dînihi feyemut vehuve kâfirun…” İşte buyur, ama dünyada bir cezası yok. Eğer “dinden döneni öldürün” diye bir hüküm varsa o dini kabul etmek iradi olmaz ki. Adamın ensesine namluyu daya daha iyi! Şimdi iman mı oldu? Şimdi gayrimüslimleri dine davet ediyorsun, iyi, kendi dinini bırakıp gelecek. Peki beğenmedi, çıkmak istedi. Nedir hüküm? “Öldürürüz seni!” “Ben girmeyeyim daha iyi” der adam. Değil mi? Öldüreceksin çünkü. Çünkü beni madem benim dinimden çağırıyorsun gel bir de buraya bak diyorsun geleyim bakayım da beğenmezsem öldüreceksin beni! Yani ben gavurken öldürmüyorsun ama Müslüman olup geri çıkınca öldürüyorsun. Nasıl olacak bu? Böyle bir şey yok. Dolayısıyla “öldür dini”! Kertenkeleyi öldür! Üst üste beş kez içki içeni öldür! Namaz kılmayanı öldür! Mezheplerin birinde de ölünceye kadar hapset! Efendim öldür, öldür, öldür, öldür! Ne bulursan öldür! Kara köpekleri öldür, deve şeytandır, efendim devam et. Böyle bir “öldür dini”!

Ondan sonra işte geldik, bakınız efendim öldür dininin geldiği yere, birbirimizi öldüre öldüre bitiremiyoruz! Müslüman coğrafyada 1990’dan bu tarafa istatistik bu, öldürülen 100 Müslüman’dan 95’ini Müslümanlar, yüzde 5’ini gayrimüslimler öldürmüş. Buna Bosna savaşı dahil. Irak dahil, Afganistan dahil, Pakistan dahil, Yemen dahil, Suriye dahil ve öbürleri dahil.

Fıtrat/ tabiat/ doğa: yapaylığa karşıYapaylık, sunilik, sentetiklik. Onun için doğayı bir ilke olarak görmek, lazım fıtratı bir ilke olarak görmek lazım. Kur’an’ın ilkesidir fıtrat. Fıtrata karşı olan her şey ilkeye karşıdır.

Sorumluluk/ takva: sorumsuzluğa, bananeciliğe karşı. Takva bir ilkedir. Kur’ani ilkedir. Nedir bu ilkenin temeli? Şudur: üstünlüğün ölçüsü nedir, insanın insana üstünlüğü var mıdır? Evet vardır. İnsanın insana üstünlüğünün ölçüsü nedir? Çok namaz kılması, çok ibadet etmesi, çok inanması, çok ölmesi veya öldürmesi, çok Allah demesi, ağzından çokça “Allah, Peygamber” çıkması… Hayır, bunların hiçbirisi! Çok okuması, çok Kur’an okuması, çok ezberlemesi, sürekli Kur’an okuması… Hayır, değil! Bir tane şeydir, Bir tek şey. Veya Arap olması veya Acem olması veya Türk olması veya İngiliz olması değil. Erkek olması değil. Ne peki? Bir tek üstünlük ölçütü var: “takva”, sorumluluk bilinci. Sorumluluk bilinci yani hesap verilebilir bir hayata inanacak. Hesap verilebilir bir hayat yaşayacak. Takva; hesap verilebilirlik üzerine kuracak hayat. Onun için bu bir ilke. Bu ilke eğer bozulursa her şey bozuluyor biliyor musunuz? Takvanın yerine koyduğunuz her şey asabiyettir. Takvanın yerine koyduğunuz her şey sapıklıktır. Neyi koyuyorsanız koyun. Hemşericiliği koyun, bölgeciliği koyun, akrabacılığı koyun, kabileciliği koyun… Ne yaptılar? Onu da Allah Resulü’nün dilene koydular: “İmamlar Kureyş’tendir.” Biliyor musunuz 1300 yıl bu hadis yüzünden kaç kişi öldü ve öldürüldü? Biliyor musunuz? Ya… “İmamlar Kureyş’tendir” öyle mi? Yani üstünlük ölçüsü “Kureyş” oldu. Eee, müşrikler bir hadis uydursalardı bunu uydururlardı zaten. Öyle değil mi?

Niye Kureyş’ten? Bakınız şu anda Ürdün’ü yöneten Haşimi ailesidir. Kral Abdullah, onun babası, dedesi Abdullah ve diğerleri. Peki gerçekten öyleyse eğer, bu Buhari hadisine inanıyorsanız eğer niye gidip biat etmiyorsunuz? Sünnet deyince mangalda kül bırakmayan “sünnet”çi sahtekârlar, niye Ürdün kralına biat etmiyorsunuz? Sizinki Kureyş’ten değil. Yapmayın, yapmayın…

Bilinç: ahmaklık ve şuursuzluğa karşı. Ahmaklığa karşı bilinç. Bilinç bir ilkedir. Hem de insani ilke. Çok temel bir ilke. Biliyorsunuz insanı diğer canlılardan ayıran can taşıması değil, “can”, “canlılar” diyoruz zaten. Büyük bir kategori ama insanı diğer canlılardan ayıran “bilinçli” bir varlık olması. Bilinç. İşte orada akıl giriyor devreye, orada irade giriyor devreye, orada vicdan giriyor devreye. Yani orada üflenen ruh giriyor devreye. İnsan olmak, âdemiyet giriyor devreye. Onun için bilinç arttırılmak zorunda. Bilinç ilkesine dönmediğimiz sürece aptallaştırılacağız, ahmaklaştırılacağız! Ne diyordu mübarek Kur’an’da? “Firavun kavmini ahmaklaştırdı.” Evet, tüm firavunların huyudur bu “kavimlerini ahmaklaştırmak.” Neden? Çünkü ahmaklaştırmadığınızda sürü olmazlar, sürü olmadıklarında ise güdemezsiniz. Sizi çoban yapmazlar.

Bilgi: cehalete karşı. Evet, bilgi. İslam, bunun zıddının adını cahiliye koymuş. Zıddının adını. Onun için yani cahiliye demek bilgisizlik demek değil dostlar. Bilgiden mahrumiyet değil. Çünkü bilgisiz olan öğrenir. Cahiliye demek bilgisizliği tercih eden demek. Yani bilgisizlik tercihi olmuş. Bile isteye tercih ediyor bilgisizliği. Hakikati bilmek ister misin, diyorsun. Hayır, hakikati bilmek istemiyorum, diyor. Niye? Yalanından memnun, yalanımla yaşamak istiyorum diyor. Yalanımla mutlu mesut geçinip gidiyorum diyor. İşte buna cahiliye diyoruz, buna da cahiliye ehli diyoruz. Hangi çağda yaşıyor olursa olsun. Hangi zamanda yaşıyor olursa olsun. Hangi toplumda yaşıyor olursa olsun. Adı ister Hans ister Hasan hiç fark etmiyor, cahiliye ehli cehaleti bile isteye tercih eden demektir.

 

 

İkinci alt başlığımız:

  1. OLAN BİTENİ HATIRLA!
  2. KUR’AN’IN DEVRİMLERİ

Vahyin İnşa Ettiği Zihniyet:

Kur’an’ın zihniyet devrimleri var. Bunu biliyorsunuz. Kur’an devrimler yaptı. Bazı tarihselci arkadaşlar buna karşı çıkıyorlar. Boşuna karşı çıkıyorlar, ayaklarına sıkıyorlar diyeceğim ama hayır kafalarına sıkıyorlar! Niye? Kur’an devrim yapmadıysa eğer Kur’an’ın Dante’nin İlahi Komedya’sından tam farkı ne? Kur’an’ın Dosto’nun kitaplarından farkı ne? Çehov’un romanlarından farkı ne? O zaman Kur’an’a niye iman ediyoruz ki? İman etmemize gerek yok. Öyle değil mi? Hemingway’in Silahlara Veda’sını okurken ne hissediyorsak Kur’an’ı okurken de onu hissederiz. Öyle yaparız. Suç ve Ceza’yı nasıl okuyorsak Kur’an’ı da öyle okuruz! Öyle değil mi? Hayır! Üstelik Kur’an’ın en temel en temel vurgusu budur.

Kur’an kendisinden önceki aklı karanlık ilan eder, kendisinin çağırdığı şeyi de aydınlık, nur ilan eder. “mine-zzulumâti ilâ-nnûr” der (2:257, 33:43 vd.). Bir karşıtlık kurar, bir dikotomi kurar orada. Der ki; karanlıklardan aydınlığa çıkartmak için geldim. Bu. Kur’an kendi amacını böyle koyar Peki karanlık ilan ettiği nedir? Böyle lamba yok falan mı demiş olmaktadır, elektrik yok demiş mi olmaktadır, güneş doğmuyor mu demiş olmaktadır? Hayır. Ne demiş olmaktadır? Zihni karanlık, davranışı karanlık, içi karanlık, aklı karanlık. Dolayısıyla onu karanlıktan aydınlığa çıkarmayı amaçlamıştır Kur’an. Kur’an’ın karanlık ilan ettiği bir kültürü sen Kur’an’ın ebesi ilan et! Kur’an’ın anası ilan et! Kur’an’ı cahiliye doğurdu de, olur mu bu!? Kur’an’a iftira, hakikate iftira olmaz mı?

Kur’an bir devrim yapmıştır. Devrim de lök gibi bir Kurani kelimedir. Onu söyleyeyim. Şuarâ suresinin son ayetini bir açın bakın. “veseya’lemu-lleżîne zalemû eyye munkalebin yenkalibûn: O zulümde direnenler nasıl bir inkılap ile, nasıl bir devrim ile devrileceklerini günü gelince görecekler.” (26:227). Eyvallah. Dolayısıyla Kur’an’ın zihniyet devrimleri vardır. Kur’an bunun içindir.

Ve ilk devrimini Allah tasavvurunda yapmıştır. Allah algısında… Tasavvur, algı. Nasıl yapmıştır? Kur’an’ın Allah algısını biliyoruz. Cahiliyenin Allah algısını da biliyoruz. Kur’an’ın Allah algısında ahlaklı bir Allah vardır. Tırnak içinde kullanıyorum. Yoksa ahlak Allah için edeben kullanılmaz çünkü ahlak hilkatten gelir, hilkat yaratılmışlar içindir. Ama bunun açılımı şudur:

Hud suresinin 56. ayetine bakın: “Benim Rabbim sırat-ı müstakim üzerinedir.” “İnne rabbî ‘alâ sirâtin mustekîm Allah kullarını sırat-ı müstakime çağırmıyor sadece, Kendisi de sırat-ı müstakimdeymiş. Nasıl bir şey? Ne muhteşem. Bize bunu kimse söylemedi. Ey ulu hocalar, bize bu ayeti hiç öğretmediniz. Hiç söylemediniz.

Yine aynı Kur’an’da, bakar mısınız, takva ehli olmamız emrediliyor değil mi? Fakat biliyor musunuz siz, Allah da takvalıymış: “Huve ehlu-ttakvâ ve ehlu-lmaġfira.” Takvayı sorumluluk bilinci olarak alırsak eğer Allah da sorumlu davranırmış. Allah’ın sorumlu davranması için birinin ondan hesap sorması gerekmiyor. Hesap sorulmadığı halde gücüne galiptir, gücüne mağlup değil. Bu, bu demektir. Allah’ın sorumlu davranması, Allah’ın takva ehli olması, gücüne mağlup olmaması demektir. Gücünün mağlubu değil gücünün galibidir, gücünün hakimidir. Gücünü yönetendir yani. Müdebbir bu anlama gelir zaten. Eyvallah.

Allah algısı. Böyle bir Allah. Peki daha Allah deyince aklımıza ne gelmeli? Güç mü gelmeli? Aklımıza kudret mi gelmeli? Aklımıza kahır mı gelmeli? Aklımıza baskı mı gelmeli? Aklımıza kebir mi gelmeli? Kur’an hayır diyor hayır! Ne gelmeli? Allah’ın kartvizitinDe onlarca esmasından 2 tanesi yazıyor. Rahman, Rahim. Şefkat ilkesi. Şefkat. Merhamet ilkesi, rahmet ilkesi. Allah bu.

Ve yine Allah deyince bakıyoruz; Rabbimizin insanla ilişkisinde Allah’ın ortak/ şerik/ eş/ benzer asla istemediğini, hiçbir aracısının da olmadığını, malik-i yevmiddin olduğunu, din gününün kralı olduğunu görüyoruz. Tek kralı, din gününün tekeli O’nun elindedir. Dolayısıyla tekeli Allah’ın elinde olan… Haram koymak Allah’ın tekelindedir. Allah algımızı böyle inşa ediyor Kur’an. Peki nasıl bozdular? Onların Allah’ı Kur’an’ın Allah’ıyla aynı değil! Aynı değil. Onların Allah’ı güç Allah’ı! Aynen Yunan’ın Zeos’u, Roma’nın Apollon’u, Eski Mısır’ın Horos’u, Eski Sümer’in Anu’su ve Hind’in Shiva’sı gibi. Güç tanrısı. Erkek. Kaslı. Shiva’nın hatta iki tane fazla kolu var, eyvallah. Çünkü güç, güç tanrısı, güç istiyorlar aslında, güce tapıyorlar adını Allah koyuyorlar!

Ama şefkat üzerinden, merhamet üzerinden, rahman ve rahim üzerinden tanımlayan Allah kendini. Kadının doğurganlık organına da rahim diyorsun. Anlayın. Bağ kurun, bu bağı kuranlardan biri de Allah Resulü. Evet. “İnne’r- rahme secnetün mine’r-Rahmân: Rahim rahmandan bir daldır.” Müthiş. Müthiş bir tespit. Eyvallah. Bu anlamda nasıl bir Allah algısı kurdular? Üçler, yediler, kırklar. Allah konseyi(!) Allahlar konseyi hâşâ. Evet. Yani panteon tanrılar konseyi… Yunan panteonunda 12 tanrı var. Meryem’in tacındaki 12 yıldız Yunan panteonundan alınmadır. Çok ilginç. Camilere, bakın şu yazılanlara, 12’ye tamamlanıncaya kadar doldurdular, yazdılar. Allah yetmedi(!) yanına Muhammed. Allah Resulü, “Allah, Muhammed” yazdırmayı bilmiyordu, değil mi mescidine!? Bilmiyordu! Bir tane yazdıramadı, değil mi?

Allah yetmedi(!), sizin İsa’nız varsa, tanrınız, bizim de yedeğimiz var Muhammed(!) O da yetmez zaten. Bir kez getirdiniz mi bitmez. Ebubekir, Ömer, Osman, Ali. Bu da yetmez. Ondan sonra da devam edersiniz. Evet, Hasan, Hüseyin devam. Yani Sünnilerimizi memnun ettik Şiilerimizi de memnun edelim. Yetmez tanrılarınızı dizer, o da yetmez, üçler, yediler, kırklar, kutuplar. Efendim nedir? Budela; abdallar vesair vesair… Ne yaparlar bunlar? Bunlar her zamanın tanrılarıdırlar bunlar yönetirler! Ay altı âlemi bunlar yönetirler! Aslında bu kozmoloji bir pagan kozmolojisidir. Pagan kozmolojisi hadis suretinde lök gibi gelmiş dinin içine girmiş!

Allah algısı… Ne alakası var? Şuna bak. Evet böyle bozdular Allah algısını. Şu anda Allah’a inandığını söyleyen Müslümanların çoğu Allah’a inanmıyorlar, Kur’an’ın tanıttığı Allah’a inanmıyorlar! Allah deyince şapkadan tavşan çıkaran bir sihirbaz akıllarına geliyor! Allah istese olmaz mı? Aslında onun Allah’la falan alakası yok, şeyhine getirecek lafı. Şeyhinin yediği herzeleri keramet adı altında bize satacak, pazarlayacak, Allah’tan başlıyor sattırmaya, oradan başlamasa oraya getiremeyecek çünkü. Allah istese olmaz mı? Allah istemez, olmaz, Allah ne isteyeceğini söylemiş. Allah’ın kanunu şairin karalama defteri mi? Ha? Akşam yazacak sabah bozacak! Eğer Allah’ın yasaları olmasaydı akşam insan yatıp sabah insan kalkacağımızın garantisi olmazdı. Bir adım atınca ileri mi geri mi gideceğimizin garantisi olmazdı. Akşam metal, demir olarak yatmış sabah altın kalkmış… Aslında simyacılık sahtekârlığı da bu değil miydi? Binlerce yıldır krallarını soydular, soydular, soydular. Ondan sonra, simya diye bir şey yoktur. Efendim, bakır altın olmaz. Niye olmaz? Olmaz efendim. Demir altın olmaz. Niye? Demirin 26 tane protonu var, altının 79 tane. Güneşimiz demir üretir de güneşimiz altın üretemez. Altın üretmesi için 2 tane nötron yıldızının birbirine çarpıp katrilyon kere katrilyon kere katrilyonda bir saniyenin birinde güneşin on milyar yıllık enerjisinin tamamını harcaması lazım ki 79 tane protonu bir araya getirsin. Onun için yeryüzündeki tüm altınlar bir iki nötron yıldızı çarpışmasının eseridir. Yani altın inzal edilmiştir. Ha demir de inzal edilmiştir, o da öyle.

Dolayısıyla Allah’ın şapkadan tavşan çıkaran bir sihirbaz olmadığına iman etmedikçe sünnetullaha iman edemez bu kütle. Sünnetullaha iman etmedikçe de keşif yapamaz, inkişaf yapamaz, bilim yapamaz, fizik, kimya biyoloji, matematik bir ibadet gibi öğretilemez. Öğretilemez bir kütleniz olur. Yapamaz. Bilim yapılamaz öyle bir toplumda. Tüketir. Sadece tüketir. Sadece tüketir.

Peygamber algısı. Kur’an’ın devrim yaptığı bir algı, nedir o? Müşriklerin de bir peygamber algısı vardı. Müşrikler peygamberliğin imkanını inkâr etmiyorlardı. Yani peygamberlik imkânsız diyen bir müşrik görmüyoruz. Çok ilginç. Ne yapıyorlardı? “İnsandan peygamber olmaz, melek olmalı” diyorlardı. Hatta “Ve kâlû mâli hâżâ-rrasûli ye/kulu-tta’âme veyemşî fî-l-esvâk: Bu ne biçim peygamber? Yiyor, içiyor, çarşı pazar geziyor.” (Furkân 25:7). Nedir? Ekmeğin fiyatını bilenden evliya mı olur? Bir acuz öyle diyordu ya. Zavallılar… Ekmeğin fiyatını bilmeyenden adam mı olur? Nerede yaşıyorsun sen? Nerede yaşıyorsun? Demek ki köleler kullanıyorsun. Nerede yaşıyorsun sen? Dolayısıyla peygamber tasavvuru, “insan peygamber”. “Kul innemâ ene beşerun mislukum: De ki ben de sizin gibi bir beşerim” (Kehf 18:110), ölümlü bir insanım.

Geçen Yasemin Hanım hoş bir paylaşım yapmış. Sizinle de ben paylaşayım buradan da ona bir takdir olsun. “Peygamber’in insan olduğuna inanmayanlar ateisti Allah’ın varlığına ikna etmeye çalışıyor!” Garipmiş. Hakikaten garip. Hakikaten garip. Peygamber’in insan olduğuna inanmayan ateisti Allah’ın varlığına ikna edecek! Sen önce Peygamber’in insan olduğuna inan. Seni inandıramadık Resulullah’ın insan olduğuna. Onun için insan olamadın. Her şeyi oldun ama; dinci oldun, namazcı oldun, oruççu oldun, ibadetçi oldun, yobaz oldun ama insan olamadın! Niye? Çünkü peygamberinin insan olduğuna inanmıyorsun. Sorun bu. Onun için de örnek alamıyorsun. Onun için de peygamberini tanrılaştırmak zorundasın! Çünkü örnek almamak için onu tanrı ilan etmek lazım. Yapamıyorsun.

Evet. Peygamber algısı. Kur’an muhteşem bir peygamber algısı oluşturuyor. Onun için 8 yerde “vestaġfir liżenbike” var. “Günahına af dile, günahından dolayı tövbe et, istiğfar et.” Niye? Bunlar boşuna anlatılmaz. Peygamberlerin Kur’an’da yaptıkları hatalar anlatılır, günahlar anlatılır. Zelleymiş, şimdi bazı cahil cühela kalkıp kendilerine öğretilen, ezberletilen bu saçma sapan kavramları bir de satmaları yok mu… Evet. Boşuna değil. Âdem’in günah işleyip tövbe etmesini anlatması boşuna değil. Nuh’un kavmine beddua etmesini anlatması boşuna değil. “Lâ teżer ‘alâ-l-ardi mine-lkâfirîne deyyârâ” “Yeryüzünde bir tane kâfir bırakma ya Rabbi eğer bir tane bırakırsan ondan da kâfir olacak ya Rabbi…” (Nuh 71:26) diye dua etti. Ne oldu kâfir bitti mi, kökü kesildi mi? Olur mu, olabilir mi? Bunu Allah Resulü’ne niye anlattı Kur’an? Böyle yapma diye anlattı. Böyle yapma. Yani yeryüzünde küfrün kökünü kesmeye kalkmak Allah’ın muradı değil. Böyle bir muradı yoktur ki…

Aksine, aksine Yunus suresinin 99. ayetini okusanız görürsünüz: “Eğer Allah dileseydi yeryüzündeki herkes iman ederdi, şimdi herkes iman edinceye kadar sen zorlayacak mısın?” Zorlayamazsın. Böyle bir şey yok. Çünkü her şey zıddıyla kaim. Zıddı olmadan anlayamazsın; küfür olmadan imanın, karanlık olmadan aydınlığın, batıl olmadan hakkın, kötü olmadan iyinin, çirkin olmadan güzelin farkını nasıl fark edeceksin? Zulüm olmadan adaletin, acı olmadan tatlının farkını nasıl fark edeceksin? Her şey zıddıyla kaim. Evet onda zihnimizi bulandırdılar.

Kur’an’ın evren tasavvurunu inşa ettiği zihniyet devrimi: Kur’an, evren tasavvuru inşa etti, muhteşem bir evren tasavvuru verdi bize. Nasıl bir evren tasavvuru bu? Çok ilginç Kur’an’dan bir ayet söyleyeyim size. Aslında bu ayeti sık sık söylemem lazım:

“Göklerin ve yerin yaratılışı insanın yaratılışından daha büyük bir şeydir.” (Mü’min 40:57). Evet. Hiç şaşırmadınız mı? Ben hiç şaşırmadım doğrusu, tam da beklediğim buydu. İnsan kibrinin ağzına ağzına vurmaktır bu, böyle. Kibirli insan, sen kimsin, niye kendini eşref-i mahlukat ilan edersin? “Eşref-i mahlukatçı sahtekârlar” diyor bu ayet. Tamam mı, yok öyle bir şey. Ey insan niye kibirlisin, nesin sen, Allah için vazgeçilmez misin, öyle mi zannediyorsun kendini? Hayır, değil. Dolayısıyla yerini bil yerini. Varlık sofrasına en son geldin, en başa kurulmaya kalkıyorsun. Haddini bil, yerini bil. Dolayısıyla harika insan tasavvuru. Ama aynı zamanda da “Lekad halaknâ-l-insâne fî ahsen-i takvim: Biz insanı en güzel kıvamda, ahsen-i takvim yani kaliteli yarattık.” (Tîn 95:4).

Dün kalite konusunda bir konuşma yaptım da Kur’an halkaları ribatında, hemen oraya gidiyor zihnim. Yani istiyorum ki şimdi kafam dilime emrediyor; sen o konferansın özetini burada da ver. Hayır, orayı yayınlarlarsa oradan öğrenirsiniz inşallah. Aranızda orada olanlar da var.

Evet, hayat tasavvuru inşa etti Kur’an, hayat. Nasıl bir hayat tasavvuru, bu hayat nedir? Hayata nasıl bakıyorsunuz? Yaşamak nedir? Ölmek nedir? Aslında nefes alıp vermek yaşamak mıdır? Yaşamanın tek ölçütü nefes alıp vermek midir? İşte öyle olmadığını söyler Kur’an. Yani ölenler aslında öğrenmeyenlerdir. Nefes alıp vermeyenler değil. Öğrenmeyenler ölürler. Onun için yaşamak nedir? Yaşamak öğrenmektir. Öğreniyorsanız yaşıyorsunuz. Dolayısıyla bir algı inşa etti.

Din tasavvuru inşa etti, din algısı inşa etti Kur’an. Çok özel bir algı bu. Ve dini teolojik bir şey olarak algılardı cahiliye toplumu, diğer toplumlar da öyle. Din teoloji değildir. Yani nedir din? Din nedir? Din aslında hayat tarzıdır. Hayat tarzı. Aslında din Allah’a varlığa kendinize borcunuzu kabul etmektir. Deyn kelimesinden türetilir deyn borç demektir. Evet. Borçluluk bilinci. İnsan alacaklı gibi hareket etmemeli. Borçlu gibi hareket etmeli, gibisi fazla borçlu. Borçlu olduğunu unutan, insan olduğunu unutur. İşte dinsiz odur! Dinsiz borçlu olduğunu unutandır. Yaratıcıya borcun var. Toprağa borcun var, suya borcun var, hayvanlara borcun var hayvanlara. Hayvanlara borçlusun. Bak hayvanlığın burada. Alt beyin. Talamus hipotalamus. Hayvanlarla paylaştığın şey, borcun var, beyincik burada bak hayvanlığını orada gezdiriyorsun uzun bir müddet, 350 milyon yıllık bir süre hatta hatta sürüngen dönemine bile borcun var, beyin sapı böyle yılan gibi. Dolayısıyla borçlusun, içinde gezdiriyorsun. Aynı zamanda bunları yönetmelisin, güdüleri yönetmelisin, dürtüleri yönetmelisin. Ama kendini kral ilan etme, kendini kâinatın biriciği ilan etme, kendini Allah’ın vazgeçilmezi ilan etme. Kibre kapılma. Budur. Verdiği ders budur. Evet böyle bir hayat algısı din algısı inşa etti Kur’an.

Yine iman. Kur’an’ın iman inşası yine teolojik değil, yani ilahiyatla ilgili değil. Kur’an’a göre iman ahlaktır. Yani güven. Ne kadar güvenilirsin, o kadar müminsin. Ne kadar güvenilmezsin, o kadar mümin değilsin, bitti. Bitti. Lütfen kimlikler üzerinden değil kişilikler üzerinden algılayalım. İman ve İslam bir kimlik değildir. Bir kişiliktir. Kişilik. Dolayısıyla yani kimliğinizi göstereceksiniz. Bir turnike var, sıraya girdiniz, hesap günü geldiniz, turnikede Allah’ın memurları, gardiyanları var, efendim, gösteriyorsunuz, ne yazıyor burada, dini hanesinde ne yazıyor? –İslam, geç. Böyle mi zannediyorsunuz? Bu mu yani böyle mi yani? Allah aşkına yapmayın, yapmayalım. Böyle değil, bunu biliyorsunuz. Onun için iman ahlaktır yani güvenilirlik.

Bilinç; bahsettim.

İbadet de öyle. Nedir ibadet? Biz ibadet deyince aklımıza ritüel geliyor nedense, oysa değil. Ayin geliyor, değil. İbadet nedir biliyor musunuz? İbadet yaratılış amacınıza uygun her davranıştır Yaratılış amacınızı gerçekleştirmek, fıtratınıza uygun her davranış ibadet. Yoksa ayin. Kur’an’da ibadet emrinden fazla ibadet eleştirisi vardır. Farkında mısınız? Kur’an bir eleştiri kitabı. Kur’an’da iman eleştirisi vardır. İsteyen, inanmayan Bakara suresinin 93. ayetini açsın baksın. “Size imanınız ne büyük kötülük emrediyor!” Kötülük emreden bir iman türünden bahsediyorum. Kötülük emreden bir iman türü, nasıl bir şey bu? Evet, Kur’an’da ibadet eleştirisi vardır. Mâun suresi baştan sona ibadet eleştirisidir. Namaz eleştirisi, salâh eleştirisi. Salâtsız salâh. Tam da işte salâtsız namaz. Salât destek demektir. Desteksiz namaz. Onun için Kur’an’da namaz emredilmez, namazın kalitelendirilmesi emredilir. “Ekîmu’s- salâh”; ikame etmek, kalitelendirmektir. Kalitelendirmek ise namazı ibadete dönüştürmek yani ahlaka dönüştürmektir. Nedir o? “Eğer namaz kötülüklerden alıkoymuyorsa, seni eğer iyiliklere teşvik etmiyorsa lanet olsun o namaz kılanlara” der Kur’an ‘Mâun suresinin 4. ayeti). Yeter mi? Bence yeter.

  1. KUR’AN’A KARŞI DEVRİMLER

Kur’an ile inen dini beğenmeyenler din uydurdular. A’râf suresinin 203. ayetini aldım buraya. Ama ayeti okumayacağım. Ayeti oraya aldım zaten, isteyenler okur.

1- Müşrikler Allah Resulü’nden din uydurmasını istediler. Kur’an’la sabit, Kur’an şahit buna. Şu cümle budur: Sen din uydursana, dediler. Uydur. Bize sen uydur dediler. Hatta sen Bize Kur’an’ı getirme dediler. “Kur’an’ı beğenmedik! Kur’an’ın getirdiğini beğenmiyoruz, bize uymuyor. Sen uydur” dediler. Yani senin uydurduğunu kabul edeceğiz ama Kur’an’ın getirdiğini kabul etmiyoruz, edemiyoruz dediler. Hani “bize başka kitap getir” demişlerdi ya, aynen onun gibi burada da “sen uydur” dediler. Hadi bize uydursana! Yani bu getirdiğin ayetler bize uymuyor, sen uydur senin uydurduğunu kabul edeceğiz! Peki, o ne dedi? Arkasındaki cevap da geliyor, bakınız:

“De ki onlara, cevap ver onlara, ben bana indirilenden başkasına uymam. Sadece bana indirilene uyarım.” Bitti. Müşrikler Allah Resulü’nden din uydurmasını istediler. Ona “ben sadece bana indirilene uyarım” demesi emrolundu.

3- Ona inandığını söyleyenler onun reddettiği şeyi yaparak müşriklerin varisi olduğunu ispat ettiler. Evet. Bunu bir de siz okuyun. Ona inandığını söyleyen Müslüman kütle müşriklerin ondan istediğini Kur’an reddettiği halde daha sonra gelenler müşrik kitlenin talebini yerine getirdiler. Ve bir din uydurup Allah Resulü’nün diline koydular. Şimdi sorarım size, bu nasıl bir operasyondur? Bu nasıl Peygamber’i takiptir? Bu nasıl Peygamber’e inanmaktır? Sorarım size. Evet…

Bu bir karşı devrimdir işte. Kur’an’ın Allah algısını beğenmediler, uydurdular. Allah algısını biraz önce izah ettim. Kur’an’daki insan algısını beğenmediler, uydurdular. Ne uydurdular? Kur’an’da insan hatasıyla, savabıyla, kusuruyla insandır. Kur’an’da kusursuz bir insan tipi yoktur. Hatta kusursuzluk iddiası en büyük kusurdur. Peygamberler bile kusurlarıyla, hatalarıyla anılırlar Kur’an’da. Günahlarıyla anılırlar. Dolayısıyla günahsız, hatasız, kusursuz bir insan yoktur, peygamberler de buna dahildir. O zaman ne istiyorsunuz siz?

Peki, nerden çıkardınız insan-ı kâmili? Hım? Tercüme ettik hocam, tercüme. Nerden? Yahudi kabalizminden. Yahudi kabalizminizdeki karşılığı ne? “Adam Kodman”. Heee. Oda mı ithalat? O da ithalat ya, o da ithalat. Yani içimize Yahudilik mi kaçtı? Öyle ya. Öyle ya. Biz Yahudiliği getirdik din diye inandık, Hristiyanlığı getirdik din diye inandık, Budizm’i getirdik din diye inandık, Zerdüştlüğü getirdik din diye inandık, Eski Mısır’ı getirdik din diye inandık. Yani bizim din diye inandıklarımızı eğer Kur’an’ın laboratuvarında tahlile tâbi tutsaydık ne çıkardı biliyor musunuz? Düşünsenize? Adama altın diye satmışlar. Tahlil laboratuvarına giriyor, içinde altından başka her şey var! Her şey. Dolayısıyla aynen böyle bir dine sahibiz. Evet.

Özgür insanın yerine kula kul olan nesne insanı koydular. Kula kul olan. Şahsiyetli bireyin yerine sürüyü koydular. Kusurlu kul yerine insan-ı kâmil yalanını uydurdular.

Kur’an’ın ahiretini beğenmediler, uydurdular. Kur’an’ın ahiretini beğenmediler. Çok ilginç. “Malik-i yevmiddîn” ayeti yeterdi kabir hayatının olamayışına. Hristiyan mezheplerinde mezheplerin birbirleriyle farklılığı mezhep farklılığı olarak algılanmaz din farklılığı olarak algılanır. Yani biz onlara mezhep diyoruz onlar kendileri din derler. Öyle algılamazlar. İlahiyatları farklıdır. Katolikliğin ilahiyatında cennet veya cehenneme gitmeden önce ölen insan Araf diye bir yere gider. Aslında A’râf suresi vardır Kur’an’da. Ama A’râf suresiyle o arafın hiç ama hiçbir alakası yoktur. A’râf kelimesinin içi Hristiyanlıktan alınıp doldurulmuştur. Yani ithalattır. Tabiri caizse içini boşaltmışlardır, içine başka bir dinden getirilmiş başka bir anlam yüklemişlerdir. A’râf suresindeki A’râf ayetini açarsanız onunla hiçbir alakası yoktur.

Horozun ibiğine uğruf denilir. Atın yelesine uğruf denilir. Yani bir hayvana baktığınızda gözünüze ilk çarpan o can alıcı, o sizi hayran eden tarafı var ya, ona uğruf derler. Dolayısıyla farklı bir anlamdır. Ama burada böyle değil. Onun için Katoliklikte arafa gidecek, araftan İsa gönderecek cennetlikleri ve cehennemlikleri! Anladınız mı şimdi ne nerden geliyor? Bakınız bunu Protestanlar kabul etmezler, reddederler.

Ve bu anlamda kabir hayatını niye uydurur adam? Niye uydurur? Kur’an’da iki hayat var: “El-hayâtu’t-dünya ve’l hayâtu’l-âhirah.” İki azap var: “Azâbu’d-dünyâ, azâbu’l-âhireh.” Bitti. Üçüncü bir azap yok. Peki niye uydurur bunu? Çünkü kendisine yer açılması lazım. Yani şuradan bir mabatlik yer de bana ver, diyecek. O yeri açmayınca okunmuş Yasin’i nasıl satsın? Yanmaz kefeni nasıl satsın? Kabirde okuyup para alma işini nasıl uydursun? Kabrin başında torpil yapma veya aşağıya sufle verme işini nasıl uydursun, bunu paraya çevirme işini nasıl uydursun? Kabircilik dinini nasıl uydursun? Bunun üzerinden dönen sektörü nasıl idare etsin? Böyle yapacak adam. Gördünüz, değil mi? Onun için yani bu anlamda tuttuğumuz yer elimizde kalıyor. Ama sıkıştılar. Onu söyleyeyim. Ciyakladılar, ciyakladılar ama köşeye sıkıştılar. Yapacak bir şey yok. Yani canınız sağ olsun dükkan senin demeyeceğim. Bunların hiçbirine dükkân sizin demeyeceğim. Canınız sağ olsun. Vallahi dükkanım olsa derim.

Ben bunların içinden dürüst müşrikler de biliyorum. Hatta alışverişimi bazen onlardan yapıyorum. Birini alıştırdım, müşrik olduğuna ikna oldu. Yani senin dinin farklı dedim, aynı Allah’a inanmıyoruz. Yani sen müşriksin. Çünkü şeyhinin seni kurtaracağına inanıyorsun ahirette, dolayısıyla Allah’ın elinden adam alan bir şeyhe inanıyorsun! Yani bu şirktir, sen de müşriksin. Ama dedim senin bak şu komşun beni televizyonda dinlediğini söylüyor o sahtekâr. Sen dürüst bir müşriksin. Onun için ben hep senden alışveriş yapacağım. Onu alıştırdım. Efendim, inşallah bir gün tövbe eder, şirkinden vazgeçer, muvahhit olur. Duam o. Dolayısıyla bu anlamda Allah Resulü dürüst müşrikleri de kullanmıştı biliyorsunuz. Onlarla iş yapmıştı. İşte hicrette yol rehberi Abdullah bin Ureykıt isimli bir müşrikti. Tek bir örnek değil, işte Mekke’nin fethinde Kâbe’nin anahtarını aldı, Osman bin Talha’ya verdi. Müşrikti. Henüz daha iman etmemişti…

Kur’an ilkelerini beğenmediler, uydurdular. Takva yerine ruhbanlığı koydular. Ayet yerine mucizeyi koydular. Gayp ve şahadet üzerine zannı ilave ettiler. Evet. Kur’an’ın epistemolojisi yani bilgi sistemi iki ayak üzerine yaslanır, dayanır. Nedir o? Haşır suresi 23. ayet:

Huvallâhullezi lâ ilâhe illa hu, âlimul ğaybi veşşehâde.” Gayp, şehadet. İki ayak. Aynı insan gibi. İnsan anatomisi gibidir Kur’an, Kur’an bilgi sistemi. Biri gayp, biri şehadet. Gayba Allah’ın vahyi ile inanırız, şehadete de kâinat, bilgi ile. Yani şehadeti öğrenmenin yolu ilimdir, gaybı öğrenmenin yolu vahiydir. Bu kadar. Evet. Bitti. Çok net, çok sade. Aslında çok sade. Görüyorsunuz. Hiç girift değil. Kim dini bu hale getirdi, böyle karmaşıklaştırdı? Efendim, çok basit.

Ama bunun yanına üçüncü bir protez ayak koydular. Nedir? Zan ayağı. Zan dediler. Ona nas diyorlar, üstüne, hepsinin üstüne de bir ortak isim yazdılar: Nass. Tam bir maymuncuk! Hırsız maymuncuk. Efendim zan ayağı. Zan ayağının içine neyi attılar? Önce hadisleri attılar. Uydurdular attılar, uydurdular. Bir buçuk milyon hadis uydurdular! Bu bir buçuk milyon rakamını da benim uydurduğumu söylüyorlar. Uyduruyorlar uydurduklarından da haberleri yok. Ebu Zur’a’nın Ahmet bin Hanbel’in kaç hadis bildiğine dair olan rivayetlerine baksınlar, gitsinler kendilerini öğrensinler, kendilerinden aktarıyorum, kendi kendilerinden de haberleri yok.  Dolayısıyla uydurdular, onu attılar.

Dahası fıkıh, içtihat. İçtihatlar yorumdur. Bir âlim yorum yapar, yorum kendini bağlar, ona güvenenleri bağlar. Ama âlimin yorumu bin iki yüz yıl sonra beni de bağlasın istiyorlar. Yani Şafii benim için hataları da sevapları da olan bir âlimdir. Ama onun için bir puttur! Şafii diye bir putu var onun. Gazali benim için hatasıyla günahıyla bir ilim adamıdır. Ama onun için bir puttur, Gazali diye bir putu var adamın. Dokunamazsın! Dokunan yanar.

Gazali’yi eleştirişsen yanarsın. Gazali’yi yani ya desen ki Musa adam öldürdü çıt yok. Desen ki işte Davut tövbe etti, bir günah işledi çıt yok. Desen ki efendim Yunus görevden kaçtı, Allah’ın verdiği vazifeden, çıt yok. Ama desen ki Gazali’nin gözünün üstünde kaşı var sana bir çuval pisliği boşaltıverirler. Niye? Put çünkü. Putu eleştiremezsin, dokunamazsın. Onun için biz o kadar çok put yonttuk ki, put hanemizde yer kalmadı yeni putlara! Onun için maalesef böyle oldu. Evet.

Kur’an’ın aklı koyduğu yeri beğenmediler. Kuranın ilmi koyduğu yeri beğenmediler.

  1. TAAKKUL/AKLETME/ELEŞTİRİ
  2. SEBEPLERLE SONUÇLAR ARASINDA BAĞ KURMA

Akletme eleştiridir. Sebepler ile sonuçlar arasında bağ kurma, olayların nedenlerine bakıp sonuçları ile ilgilenmektir akletmek. Evet. Bu ümmetin en büyük problemi sebep-sonuç ilişkisini kuramamasıdır. Sebep-sonuç ilişkisini kuramayanlar sağlıklı düşünemezler. Sağlıklı akledemezler. Romanların son sayfasını okuyan bir adam düşünün. Eline geçirdiği romanın son sayfasını okuyor, romanı okuduğunu kabul ediyor. Ya da filmlerin sadece finalini izleyip filmi izlediğini düşünen, film hakkında konuşan bir adam düşünün. Film hakkında ahkâm kesiyor, finalini izlemiş sadece. Roman hakkında ahkâm kesiyor, son sayfasını okumuş. İnsanların son sözlerine bakarak insanın hayatı hakkında ahkâm kesiyor. Bu son söz sapıklığı var ya, “Son nefes iman ver ya Rabb”, ben de buna inanırdım, Allah beni affetsin. Şuna bak! Niye son nefes? Önceki nefeslerde iman olmuyor mu yani niye son nefes?

Bu son nefes sapıklığı nerden çıktı? Meğer araştırınca Yahudilerden ve Hristiyanlardan geçtiğini gördüm. Meğer onlarda ruhban sınıfı böyle bir şey uydurmuşlar. Son nefeste ruhban sınıfına şey çıksın yine bir kapı. Yine bir para kapısı. Biliyorsunuz ruhban sınıfının eli insanların cebindedir. Onun için elini insanların cebine son nefeste sokacak ki, zaten orda millet paraya pula bakmıyor biliyorsunuz. Bir doğarken bir ölürken çarpıyor adamı, bir de evlenirken çarpıyor. Niye? Üçünde de sormuyorsun. Düğün yapanlar bilirler efendim tam çarpacak zaman. Yani pazarlık yapamıyor efendim, adam utanıyor. Niye? Oğlan everiyor, kız gelin ediyor. Efendim niye? Öldü, babası öldü. Yahu hala pazarlık yapıyor, herife bak ya, babası ölmüş hala pazarlık yapıyor, ahlaksız… Asıl ahlaksız sensin! Pazarlık etme değil seni kovalamak lazım, sen niye girdin? Onun için cenazelerinizi bunların eline bırakmayın. Ne olur bunların eline, bu soytarıların eline vermeyin cenazelerinizi. Cenazelerinizi sömürmesin bu sömürgeciler. Emperyalizm budur. Emperyalizm içinizde. Din sömürücüleri sizi sömürmezse eğer hiç kimse sömüremez. Dolayısıyla işte öyle. Sebep-sonuç ilişkisi önemli.

  1. ELEŞTİRİ

Şarkın eleği yok. Ya kasnağı ya tablası var. Analitik aklın kategorik akılla imhası. Putlaştırma, şeytanlaştırma, övgü, sövgü, aşk, nefret.

  1. KUR’AN ELEŞTİREL AKLI BAŞTACI EDER

Kur’an eleştirel aklı baş tacı eder. Kur’an’da iman eleştirisi var, söyledim Bakara 93. Peygamber eleştirisi var, zaten baştan sona öyle. İbadet eleştirisi var söyledim. Müminler, sahabe eleştirisi var. Hucurat suresini okuyun, baştan sona mümin eleştirisidir. Münafİkun suresini okuyun, baştan sona mümin eleştirisidir. Bakara suresini okuyun baştan sona eleştiridir. Kur’an’da birçok sure eleştiridir. Onun için eleştiri suresidir aslında. Kur’an bir eleştiri kitabıdır.

  1. ÖZELEŞTİRİ

Tövbe. Yunus nebi örneği. “Lâ ilâhe illâ ente sübhâneke innî küntü minezzâlimîn”. Bizim lök gibi bir tövbeye ihtiyacımız var. Aslı “tevbe”dir. Artık halk tövbe diye kullanıyor, ben de öyle kullanmaya başladım. Yoksa Kur’ani dilde aslı, doğru telaffuz “tevbe”dir. Ama dilimiz pek dönmüyor buna galiba ki ben milleti “tevbe”ye alıştırayım demekten vazgeçtim, ben tövbe demeye başladım. Efendim. Yani maksat hasıl olsun, önemli olan kelimeler değil. Efendim. Evet, tövbe, Yunusça bir tövbe. Ne demişti? “Lâ ilâhe illâ ent.” Sadece sensin Allah olan. Başkasına kulluk yok. Yani sadece sensin kusursuz olan, demek istedi. Görevden kaçmıştı Yunus, peygamberlik görevinden. Peygamber olarak Allah atamıştı onu. Atandığı yerden kaçtı, izin almadı kaçtı. Kaçak bir köle gibi kaçtı diyor Kur’an: “İż ebeka ilâ-lfulki-lmeşhûn.” (Sâffat 37:140). Evet. Ve ne yaptı? Aslında bir mahkeme kurulsa Yunus Nebi için ve bu mahkemede dense ki Yunus’un kusurunu yüzde üzerinden tespit edin. Yunus’un kusuru gönderildiği kavmin kusuruna oranlanırsa benim için yüzde bire yüzde doksan dokuzdur. Çünkü kavim adam olmamış, ömrünü sebil etmiş Yunus Nebi, daha ne yapsın? Ninova’ya gönderildi. Bugün Bağdat yakınlarında bir yerdir. Evet. Olmamış. O da lanet olsun size demiş, adam olmazsınız, ben gidiyorum demiş çekmiş gitmiş. Ama tevbesine bakar mısınız tevbesine? Muhteşem bir örnektir bu:

Lâ ilâhe illâ ente sübhânek.” Bu şu demektir: “Allah’ım kusursuz olan sensin. Senden başka her şey kusurludur.” Evet varlık da kusurludur. Yani her şey küsurludur aslında. Matematikte bile küsur vardır. Öyle değil mi? Pi sayısının küsurunu bitiremezsiniz, bir milyar rakam yazsanız. Altın oranın küsurunu bitiremezsiniz. Işık hızının küsurunu bitiremezsiniz. Yani saniyede üç yüz bin kilometre falan değil. Onun küsuru var. Dolayısıyla kâinattaki standart rakamların bile küsuru var. Fiziğin küsuru matematiğin küsurundan daha fazladır. Çünkü matematik fiziğin temeli, fizik matematiğin türevidir. Kimyanın küsuru fiziğin küsurundan daha fazladır. Çünkü kimya türev, fizik temeldir. Biyolojinin küsuru kimyanın küsurundan daha fazladır. Çünkü biyoloji kimyanın türevidir. Sosyolojinin küsuru ise baştan sona küsur diyebiliriz. Niye? Sosyoloji biyolojinin türevidir. Biyoloji sosyolojinin temelidir. Ve sair… Neyse anlayanlar anladı. Evet.

Ne dedi? Kusursuz sensin yarabbi, “Ente sunhânek”. Kusursuz sensin yarabbi. “İnnî küntü minezzâlimîn.” Ben zalimlerden oldum. Bitti. Tövbe böyle yapılır dostlar. Yok ya Rabbi büyük oyunu gördün, değil mi Allah’ım. Büyük oyunu gördün. Herifler ne kumpas kurdular, gördün değil mi Allah’ım. Bana, konuşturmamak için, senin mesajlarını iletmemek için bu herifler nasıl kumpaslar kurdular, komşu kavimlerle nasıl anlaştılar gördün değil mi Allah’ım… Amerika, İngiltere, kahrolsun ey falan filan… Yok işte yok. “innî küntü minezzâlimîn: Ben zalimlerden oldum.” Böyle değişiliyor böyle.

Değişmek istemeyenler mazeret uydururlar. Mazeret uyduranlar günahına sahip çıkarlar. Günahına sahip çıkan bir daha o günahtan vazgeçemez. Evet. Aslında yanlış anladınız millet. Taşlayacağınız şeytan değildi. Şeytana atacağınız günahlarınızdı. Günahlarınıza sahip çıktınız, şeytana terlik attınız! Siz yanlış anladınız millet. Tövbe öğrenmektir. Tövbe özeleştiridir. Tövbe yenilenmek ve yenilemektir.

  1. ÖZELEŞTİRİDEN KAÇIŞ

Mazeret kültürü ya da ergenlik. Özür dileme. Özürlü bir kütle. Özür dileme özürlü. Aptallıkla yüzleşmeyince onu kutsamak. Büyük oyun. Dış güçler. Mevzuyu kapmak. Goygoyu geçelim. Evet.

III. TEDEBBÜR/ÖNLEM ALMA

  1. BİR BİLİNÇ OLUŞTURMAK

Uyanıklık, merak, farkındalık.

  1. BU DERSLERİN AMACI

Bu derslerin amacı ne? Bu derslerin amacı belli. Parhestes yetiştirmek. Yani parhestes. Ben Türkçe okuyorum ama parestes diye okuyorlar. Ne demek bu? Kitlenin linçini çekme pahasına hakikati söylemek. Yani doğruyu söylemek değildir parestes olmak. Nedir ya? Kitlenin linçini çekecek doğruyu söylemektir. Risksiz doğruyu söylemek parestes olmak değildir. Sokrat bir parestesti. Kitlenin linçini çekme pahasına doğruyu söyledi. Bazıları doğruyu ikiye ayırırlar. Riskli doğruları sümen altı ederler, söylemesi risksiz doğruları söylerler. Onun için de hiçbir şey olmaz, hiçbir şeyi de değiştirmezler. Çünkü kitle zaten o doğrulara hazırdır, o doğruları kitle de söylüyordur, kitleyi rahatsız etmezler yani. Onun için hiçbir şey değiştirmezler. Onlar, onlar reel politiğin doğrucularıdırlar. Ama gerçek doğru söyleyen kimdir biliyor musunuz? Gerçek doğru söyleyen “Allah vardır” diyen değil “Allah’tan başkasına kulluk yasaktır” diyen, kula kul olmayın, diyen, lailaheillallah diyendir. Aslında Lailahe dediğinde parheste olur, illallah dediğinde değil.

Allah vardır. Var, zaten müşrik de inkâr etmiyor ki, Allah vardır. Ama lailahe diyebiliyor musun? Yani putların canı cehenneme diyebiliyor musun onu söyle sen. O zaman putçular rahatsız olacaklardır. Allah Resulü’nün rahatsız etmesi o yüzdendi. Sadece illallah deseydi Mekke müşrikleriyle gül gibi geçinirlerdi. Ama la ilahe illallah işi bozdu. İşi bozdu. Kütlenin linçi pahasın doğruyu söylemek.

Ve işte yazın biz bir linç yedik. Bu yaz. Bundan yedi sene önce iki bin on dört yılında bir ramazanda dünürüm Mehmet Okuyan hocayla onun moderatörlüğünde, televizyonda konuğum. İftar saati konuğu. Ve konu neye geldi? Allah Resulü’nün evliliklerine geldi. Allah Resulü’nün evliliklerine. Şu yaklaşım var, şu eleştiri var: İşte Peygamber Muhammed öyle şehvetine tutkun biriydi ki bu kadar kadınla evlendi! Ben de orda hayır, Allah Resulü şehvetine tutkun biri değildi. Bu ona haksızlıktır. Allah Resulü şehvetine tutkun biri olsaydı eğer hayatının baharında Mekke’nin sevilen bir genci olmasına rağmen kendisinden yaşlı Hatice ile, sadece yaşlı değil iki kocadan arda kalmış bir dul ile üstelik çocuklu bir dul ile evlenip o ölünceye kadar bu evliliği yirmi beş yıl tek eşli sürdürmezdi dedim.  Siz kim, biliyoruz kim olduğunu. Bu bir saati aşkın iftar saati içinden sadece saniyeleri yarım dakika kadar bir yerini kesin bir iki cümle onu da zum yapın alın, Allah Resulü’nü savunan bir konuşmadan Hz. Hatice’ye hakaret etti çıkarın! Bunu yapan benim din kardeşlerimmiş ha? Bunu yapan İslamcılarmış ha? Bunu yapan tarikatçılarmış ha? Kim olduğu hiç umurumda değil. Artık değil. Ama bu kadar haysiyetsizlik beni bile beni bile şaşırttı. Değil mi?

Allah Resulü’nü savunmak için yapılmış yedi yıl önceki bir iftar saati programını nerde hangi buz dolabında beklettiniz. Hangi projenin devamı olarak piyasaya sürdünüz? Nasıl bir algı operasyonu düzenlediniz ki bir anda kütlenizin linçini bir tek kişinin üzerine yüklediniz? Bunu niye yaptınız? Bunu niye yaptınız? Bu bilinecekti. Dört dakikalık videoyu dinleyen, tamam, ikna oluyordu, dört dakika. Yani yarım dakika yerine dört dakikayı izleyen ikna oluyordu, bitiyordu. Ama bunu niye yaptınız? Çünkü siz aslında yarım dakikalık bir kitleniz var sizin. Dört dakikalığını izlemeyeceğine inanıyorsunuz.

Yani sorun şuydu aslında: Ey Kufeli, git Ali’ye de ki; Muaviye’nin erkek deveyi dişi deveden ayıramayan yirmi bin adamı, yirmi bin sığırı varmış, de! Aynı mesele, aynı mesele. Asimetrik saldırı geldi. Evet. Sebep sürünün güdülme güdüsü. Sürü olağandır. Olağan dışı bir şey var. Sürüyü kurtlar güdüyor. Ve arkasından neler geldi biliyor musunuz? Buyurun:

Bu bir imam. Bu bir imam. Evet. “Mustiyi nikahıma alır karım yaparım.” Bu bir imam. Evet. Bu imamın sırtında cübbesi var kafasında sarığı var. Bunu bir şeyh terbiye etmiş. Evet. Bu da bir müftü. Bu da bir müftü. Anlatabiliyor muyum? Evet. Ve bu imamı, bu müftüyü cezalandırmadı henüz ait olduğu kurum. Bunların hepsi hukuka intikal etti. Hukuki işlem başlatıldı. Fakat asıl siz buyurun. Okuyun. Okuyun ezberleyin hatta. Unutmayın. Unuttuğunuz için yapıyorlar bunu. Okumadığınız için yapıyorlar. Gözlerinizi kapattığınız için yapıyorlar. Görmezden geldiğiniz için yapıyorlar. Görmezden geldiğiniz sürece bu ahlaksızlık devam edecek.

Cemil Meriç ne demişti: Evladım bu memlekette kavga sağcılarla solcuların kavgası değil, namuslularla namussuzların. Siz bunun içine dincileri de katın İslamcıları da katın, hepsini katın. Namussuzlarla namusluların kavgası bu kavga. Bitmedi bu. Bu sosyal medyada yazışma. Peki bakınız. İşte bu imam efendi. Mustafa’yı alır karım yaparım diyen. Bu. Görüyor musunuz manzarayı? Görüyor musunuz manzarayı? Nereye dükkân açtığımıza bir bakar mısınız? Neyi yetiştirdiğimize bir bakar mısınız? Neleri beslediğimize bir bakar mısınız? Evet. Hala kurumunda bu.

Diyanet deyince bundan sonra bambaşka şeyler düşünmenin vakti geldi. İmam deyince, cami deyince bambaşka şeyler düşünmenin vakti geldi geçiyor bile. Sorgulayacağız. Dibine kadar sorgulayacağız. Biz buraya nasıl geldik bu kötülüğe. Evet arkası da böyle geliyor. Ey Mustafa İslamoğlu seni ancak bu paklar. Sen bir Şia köpeğisin. Nasıl buldunuz? Bir tanesini getirdim. Böyle onlarca. Bunların hepsi, bunların eyvallah, bunların hepsi hukuki işlem yapılıyor. Mesele o değil. Hiç orasında değilim İlgilendiğimde yok. Ama biz bu türü nasıl yetiştirdik. Sormamız gereken soru bu. Evet bu türü hangi din yetiştirdi. Aslında mücadele ettiğim o uydurulmuş din var ya, o uydurulmuş din fabrikasının ürünlerinden sadece birkaçı bunlar. Ah. Evet.

Buyurun. Bu da bu. Ama bunu niye koydum biliyor musunuz? Bu süreci ilk defa kim başlattı. Yani operasyonu kim yaptı. Operasyon hangi kurumun mahareti. Yani nerde yapıldı operasyon. Operasyonun nerde yapıldığının şeyi bu. İlk işaret fişeğini bu site attı. Bu site ise bilumum çomarların yatağı. İsmini vermiyorum. Arayan bulur. Çomar deyince, çomar deyince, trol deyince bazı kardeşlerin gücüne gidiyormuş. Ne yapayım ki küfür bilmiyorum. Bu konuda gerçekten yetersizim. Onun için çomar diyebiliyorum. Eğer çomar deyince gücüne gidiyorsa bunları okuyunca neyine gidiyor onu merak ediyorum. Sen bunları daha ilk okuyorsun ben bunları on küsur senedir okuyorum. Yaşıyorum. Fiilen yaşıyorum. Evet. Zalime dilsiz şeytan kesilip mazluma ayar çekenlere bir çift sözüm var:

“Bir bahar akşamı rastladım size.

Sevinçli bir telaş içindeydiniz.

Dikkatle bakınca gözlerinize.

Neden başınızı yere eğdiniz?”

Bu güzel şarkıyı bilmiyorum sevenleriniz var mı? Ben çok severim. Bu güzel şarkının güftesi Edip Baksı’ya ait. Bir öğretmen. Bu güzel şarkının bestesi Selahattin Pınarın. Allah ikisinde taksiratını affetsin, rahmet etsin. Selahattin Pınar bu güzel şarkıyı Edip Baksı’nın şiir kitabında görüp besteleyince tevafukken iki insan bir araya gelmiş bir yerde. Karşılaşmışlar ilk defa. Edip Baksı’ya, Edip Baksı güfte yazarı Selahattin Pınar’a dönmüş demiş ki; Üstat demiş benim güftemde çok güzel olmuş önce tebrik ederim, çok güzel bestelemişsin. Fakat benim güftemde ah yoktu demiş. O ahı nerden buldun? Selahattin Pınar’ın Edip Baksı’ya cevabı şu olmuş: Üstadım müsaade buyurun da bestekârın bir ah’lık hakkı olsun. Saygılar sunuyorum.

Bir sonraki derste inşallah kaldığımız yerden gürül gürül devam edeceğiz. Moralinizi bozmayın, ensenizi karartmayın. İyi günler göreceğiz çünkü mücadele varsa, kötülükle mücadele varsa iyi günler var demektir. Allah’a emanet olun. Saygılar. Sevgiler.

Yorum Yaz