Siretü’l Kur’an-19.Ders-“Araçtan Amaca Bir Hayat Dersi”

SİRETÜ’L-KUR’AN- 19. DERS

ARAÇTAN AMACA BİR HAYAT DERSİ- 20.10.2019

Değerli dostlar, hepinizi selamların en güzeliyle selamlıyorum: es-Selâmu aleykum, sabahu’l-hayr, sabah bi hayr, roj baş, pari rui, good morming, guten morgen, huten morgen, bonjour, bonjorna, dobro utro, cindobre, selamat pagi, ohayoou gozaimasu, zaoen, haberi, şalom aloha…

Dünyanın neresinde insanlar birbirlerini selamlıyorlarsa ben de sizleri ve buradan canlı olarak Kur’an’ın hayat yürüyüşü dersimizi izleyenleri öyle selamlıyorum. Zira selam barış parolasıdır. İslam barıştır. Ve bizler barışın büyük elçileriyiz yeryüzündeki. İnsanın kendisiyle barışının; insanın tabiatla, toprakla, suyla, yerle, gökle barışının; insanın insanla barışının, insanın Allah’la barışının ve insanın kâinatla, varlıkla barışının temsilcileriyiz, büyük elçileriyiz. Umarım elçilik görevimizi layıkıyla yapanlardan oluruz.

Bugün “Siretü’l-Kur’an: Kur’an’ın Hayat Yürüyüşü” dersimizin on dokuzuncusunda yine beraberiz. Hamdolsun, Siretü’l-Kur’an dersleri Kur’an’ın hayat yürüyüşünü anlamak için yaptığımız dersler. Zira Kur’an hayat kitabıydı. Hayat kitabının bir de hayat yürüyüşü vardı. Hayat yürüyüşünü nasıl yaptığını bilmezsek Kur’an’ın hayatımızı nasıl inşa edeceğini de bilmeyiz. Zira bunu bilmediğimiz zaman Kur’an’ın sadece dillerde tekrarlanan yani nakarat olarak seslendirilen, duvarlarda yazılan, bazı dinsizlerin suya okuyup üflediği, elmaya okuyup üflediği, mezara okuyup üflediği, insana okuyup üflediği ama üfürük olan ve havaya karışıp giden ama hayata karışmayan, aklı inşa etmeyen, vicdanı inşa etmeyen, iradeyi inşa etmeyen, ilişkileri inşa etmeyen, insanı inşa etmeyen bir üfürüğe dönüşür. Kur’an’ı üfürüğe dönüştürenler, Kur’an’a hakaret edenlerdir.

Onun için, Kur’an’ın hayat yolculuğu dersimizde, bugün yepyeni bir burca tırmanacağız. Kur’an’ın yeni bir burcu, oradan temaşa edeceğiz neler görünüyor bakacağız. Herkes aklının vüsatında, erdiği kadar, gözünün gördüğü kadar görecek. Birikimi kadar, emeği kadar, gayreti kadar görecek.

Evet, bugün 20 Ekim 2019. Kalem Suresi: araçtan amaca bir hayat dersi. Araçtan amaca bir hayat dersi. Önce sorular. Bu surenin akla getirdiği ilk soruları sorarak başlayayım. Sorular; aklınızın elinde, avucunda dursun. O sorulara ne kadar cevap vereceğiz, siz de bizi böylece sınava tâbi tutmuş olun.

Allah yarattıklarına yemin eder mi? Allah’ın yarattıklarına yemin etmesi ne anlama gelir? Kaleme ve yazdıklarına yemin ile kastedilen nedir? Kalemin çağrışımları neler olabilir? Kalem sadece böyle bir şey midir? Cahil sürüler iyilerini nasıl linç ederler?

  1. KALEM: BİR ARAÇ OLARAK KALEM

Bu surenin bize öğrettiği müthiş bir ders. İyilerini linç eden cahil kütlenin en belirgin on niteliğini say deseler Kur’an neyi sayardı? Bu sorunun cevabı. Abdullah oğlu Muhammed; “Allah’ım neden beni seçtin?” diye sorsaydı, Kur’an’dan aldığı cevap ne olurdu? “Neden beni seçtin? Başka kimse yok muydu? Mekke’de başkası yok muydu? Bölgede başkası yok muydu? Dünyada başkası yok muydu? Dünyanın başka bir yeri yok muydu? Neden ben? sorusunun cevabı bu surede. İnşallah bu sorulara cevap aramaya çalışacağız.

Önce alt başlığımız, bir kalem. Gördüğünüz gibi kalem deyince aklımıza nedense ya tükenmez kalem geliyor ya kurşun kalem geliyor yahut dolma kalem geliyor. Oysa kalem bir araçtır ve kalem saymakla tükenmeyen bir araçtır. İnsanlık tarihinin kalemlerinden bir kısmını görüyorsunuz. Baştaki taş. Aslında obsidyen doğal cam. İnsanlık ilk defa mağaralara bununla çiziyordu. Ondan sonrası; gördüğünüz kamış. Bilirsiniz tabletler var; Sümer tabletleri, Eski Mısır tabletleri. Çivi yazısı denilen bir yazı kullanılıyor bu tabletlerde. Ama çivi ile alakası yok. Yazıyı çivi ile yazmıyorlardı. Hatta bu tabletlerin yazıldığı dönemde demir henüz yoktu. Yeryüzünde demir vardı ama demir işlenmiyordu, demir çağına girilmemişti. Demir çağına giriş milattan önce en erken 1300’de. Dolayısıyla kamışla yazılıyordu bu tabletler. Killer üzerine yazılıyordu ondan sonra kurutuluyordu veya pişiriliyordu ve bugüne kadar 4000 yıl, 3500 yıl, 4200 yıl, 4500 yıl hatta öncesinden yazılar bize kadar geldiler. Hiyeroglifler olsun diğer çivi yazıları olsun. Ondan sonraki kuş teleği. Aslında bu özel bazı kuşlardan elde ediliyor. Ucu yontuluyor, birtakım terbiyelerden geçiriliyor ve kaleme dönüştürülüyor. Buda hokka ile kullanıldı. Kamış da daha sonra hokka ile kullanıldı. Hokka mürekkep kutusu biliyorsunuz. Her kalemin bir mürekkebe ihtiyacı var. Onun için mürekkep ne idi ona geleceğiz ilerde. Ve ondan sonraki kalemleri zaten siz tanıdınız, kullandınız. Şimdi onların da nerdeyse ömrü dolmak üzere. Evet, kalem bu oldu. Bu böyle, böyle, böyle, böyle yani parmaklarımız bir kalemmiş aslında. Ve biz parmaklarımızla yazıyoruz. Dolayısıyla daktilo, daktilo tuşları bir kalemdi. Gördüğünüz gibi işte klavyeye geçti ve öyle bir noktaya geldik ki kim derdi ki göz kalemdir.

Stephen Hawking, ünlü astrofizikçi. ALS hastası, gözü ile yazıyor. Göz hareketleriyle bilgisayara yazı yazıyor. Şu anda onu aştık. Bir ileri aşamadayız: Kalem, görüyorsunuz. Bu bir kalem. Gördüğünüz gibi beyne yerleştirilen algılayıcılar, sensorlar ve elektrotlar, ondan algılanan kablolar ve beynin içindeki elektrik, kimyasal elektrik hareketlerinden yola çıkarak beynin yazdığı yazı. Yani düşünceler. Düşünceleri artık beyin doğrudan yazabiliyor. Dolayısıyla alın burada da bir kalem var. Böyle kalem olur mu diyeceksiniz. Ama var. Alın size en son kalem. Facebook’un düşünceleri yazan kalemi. Bu bir kalem. Evet, gördüğünüz bir kalem. Bir yazılımla yönetiliyor ve insanın zihninden geçenler elektrik sinyalleri biçiminde biliyorsunuz beynin loplarında, bölgelerinde elektrik sinyalleri yoğunlaştığı zaman beynin o bölgesinde ne diyor, neyi demek istiyor, neyi imliyor onun bir algoritma vasıtasıyla, kod vasıtasıyla yazıya dönüştürüyor. Bu da kalem.

Kalem sadece bundan ibaret midir? Hidrojeni helyumdan, helyumu demirden, demiri kalsiyumdan, kalsiyumu altından, altını cıvadan, cıvayı diğer elementlerden ayıran, yazılımı yazan kalem ne? Eğer o kalem yazmasaydı hidrojenle helyum arasındaki, helyumla lityum arasındaki, lityumla berilyum arasındaki, berilyumla bor arasındaki farkı nasıl fark ederdik? Edemezdik. Elementler olmazdı. Elementler olmasaydı biz bugüne nasıl gelirdik? Kalemi nasıl yapardık? Nasıl yazardık? Grafiti kalemin içine nasıl koyardık? Olmazdı. Dolayısıyla orda bir kalem var. O kalem yazmış ve biz de kullanıyoruz. Hücrelerimizde, ondan önce organik kimyada bir kalem var. İşte, molekülleri birbirine bağlayan kalem. İşte, hidrojenle oksijeni birbirine bağlayan kalem. O kalemin yazılımı olmasaydı su diye bir nimet olmayacaktı. O kalemin yazılımı sayesinde aynı elementten kömür de çıkıyor, elmas da çıkıyor, grafit de çıkıyor. O kalemin yazılımı.

Hücrelerimiz bir kalemin eseri. Genlerimiz bir kalemin eseri. Genetik dizilişimiz, genetik kodlarımız. İşte o kalem nasıl yazıyor ki sizinle benim aramdaki o farklılık oluşuyor? O on binde, yüz binde bilmem kaç olan o küçük farklılık. Kardeşimle benim aramda. Babamla, annemle, benim aramda. Sizinle kardeşiniz arasında. Yani Sadık Beyle Musa abimiz arasındaki fark ne? Yani bakarsanız temelde hepsi aynı. Dört bazdan oluşuyor değil mi? Dört asit bazından oluşuyor. Nedir? Efendim adenin, timin, guanin, sitozin hepsi bu dört baz. Ama bu dört baz öyle bir diziliş, öyle bir sıralamayla yazılıyor ki siz oluyorsunuz, o siz oluyorsunuz. Hatta sizinle işte efendim Bonobolar arasındaki fark oluyor. Bu, yüzde bir buçuk civarında. Dolayısıyla sizinle fareler arasındaki fark oluyor. Bu yüzde yetmiş beş yüzde seksen benzerlik. Hatta sizinle eğrelti otu arasındaki fark oluyor. Sizinle eğrelti otu arasında yüzde otuza yakın benzerlik var. Genetik aynılık. Yani siz yüzde otuz eğreltisiniz. Biz yani hepimiz eğrelti otuyuz. Ve orda kardeşliğimiz var, genetik kardeşliğimiz.

Dolayısıyla bu anlamda o yazıyı yazan kim? Ve nasıl bir yazı yazmış? O yazıyı yazan kalem ne? O kalem nasıl bir kalemdi? Yine daha makrolara geçersek eğer işte Ay’ı yeryüzünün etrafında dört milyar yıldır döndüren ve ikisini de kendi yörüngesinde Dünya’da uydusuyla beraber Güneş’in etrafında döndüren, Güneş’i de galaksinin içinde bir yılı iki yüz elli milyon yıl süren evet Güneş’in tam bir turu galaksi içinde yaklaşık iki yüz elli milyon yıldır. Nasıl bir yıl? Güneş yılıyla bir yıl; iki yüz elli milyon yıl geçecek de bir, yani güneşin galaksi içindeki turu, bir tur tamamlanacak. Dolayısıyla bütün bu şeyler, bütün bu dönüşler sizce bir kalemin eseri değil midir? Değil midir?

Hani demiştim ki Allah varlık sabitidir. Sabitler vardır matematikte. Arşimet sabiti derler. Pi sayısına Arşimet sabiti derler. 3,14. Pi sayısı sana göre bana göre olabilir mi? Yani bir yuvarlağın çapının çevresine oranı. Bu atomda da aynıdır galakside de aynıdır. Mikroda da aynıdır makroda da aynıdır. Çapının çevresine oranı 3,14. Bu değişmez. Bunu sorgulayabilir misin? Bu bir sabittir. Bu bir sabittir. Bu sabiti almayan mühendis hiçbir problemi çözemez. Hiçbir yuvarlak cismi hesaplayamaz. İster cıvata hesaplayın, ister kolon hesaplayın, ister galaksi hesaplayın, ister yeryüzünü hesaplayın. Hiç fark etmez. Onun için bu sabiti böyle kabul edersin. Bu sabittir. Evler sabiti var mesela. Yine Fibonacci sabiti var. Mesela altın oran. Bir çarpı 1,618.

Dolayısıyla bu sabitlerin en büyük sabiti nedir biliyor musunuz? Varlık sabiti. Bu ifade bana ait demiştim. Çalacak olanlara duyurulur. Varlık sabiti. Allah varlık sabitidir. O sabiti aldığınızda yerinden, problem çözülmüyor. Birçok karmaşa çıkıyor. O sabiti yerine koymadığınızda sonuç çıkmıyor veya yanlış çıkıyor. “Ben kimim?” sorusunun cevabı çıkmıyor. “Nereden geliyorum?” sorusunun cevabı çıkmıyor. “Nereye gidiyorum?” sorusunun cevabı çıkmıyor. “Niçin varım?” sorusunun cevabı çıkmıyor. “Niçin böyle varız?” sorusunun cevabı çıkmıyor, çıkmıyor… Eyvallah.

Kalem deyince görüyorsunuz bir tek yazı kalemi değil. Kalem Suresi. Kur’an’da kalem diye bir surenin olması gerçekten muhteşem.

Kalem üzerinden verilen mesaj:

ÜST SINIR:

Mesajlar -malumunuz ayet mesaj demek-:

Araçları amaçlaştırmayın. Evet kalem bir araçtır, araçları amaçlaştırmayın. Ne demek bu? Şu demek: Aracı araç yerinde tutmaz da amaç ilan ederseniz amacı nereye koyacaksınız? Amaca zulmedersiniz. Zira zulüm bir şeyi yerinden etmek, hikmet bir şeyi yerine koymaktır. Dolayısıyla yerinden etmeyin. Araçları amaçlaştırmayın. Kaleme kalem muamelesi yapın. Onun için bu önemli.

Araç değişir, amaç değişmez. Araçlar değişir. Değişti de bakınız kalem değişti. Yani daha biz yaşarken değişti. Şimdiden bile nerdeyse kalem kullanmaz olduk değil mi? Bakınız parmaklarımız kaleme dönüştü. Onun için de cep telefonlarımızda, işte dokunmatik ekranı tüm bilgisayarlarda vs. parmaklarımızla yazıyoruz. Kalem adeta son dönemlerini yaşıyor. Ama kalem kalkmadı aslında. Yani kalemin işlevini bir başka şey ile yapıyoruz. O nedenle elimizle yapıyoruz. Yani yakın gelecekte gözümüzle yapacağız onu söyleyeyim. Evet. Hatta hatta şimdi dokunuyoruz. Yakın gelecekte dokunmayacağız havaya böyle, böyle yapacağız. Dolayısıyla ama kalemin işlevini yapacak mutlaka bir şeyler olacak. Onun için amaçla aracın yerini değiştirmeyin. Birbiriyle takas etmeyin. Bu varlığa müdahale olur.

Teknoloji tanrı da şeytan da değildir. Bu çok önemli. Verdiği mesajlardan biri, teknoloji. Kalem bir teknolojidir. En ilkelinden en gelişmiş haline kalem bir teknolojidir. Size bir soru sorsam haddimi aşmış olur muyum? İnsan oğlunun ilk teknolojisi nedir? – Elbise. Evet elbise. İlk kendine geldiğinde, ilk varlığını fark ettiğinde, ilk iradesini fark ettiğinde elbise ihtiyacını fark etti, örtünme ihtiyacını fark etti. Onun için Kur’an’da insan oğlunun kıssası anlatılırken -Âdem kıssaları insanoğlu kıssalarıdır-, insanoğlunun ilk halkası, insanlık zincirinin ilk halkasının kendini fark ettiğinde üzerine ağacın yapraklarını çektiğini anlatır. Aslında teknoloji insanoğlunun hayatını kolaylaştırmak için icat ettiği, bulduğu bütün her şey. Bu anlamda teknolojiyi Tanrı sayan her türlü yaklaşım da teknolojiyi şeytanlaştıran her türlü yaklaşım da merduttur, reddedilmiştir, doğru değildir.

Onun için -kaldı ki muharref Tevrat’la Kur’an arasında birçok fark var da temel farklardan biri- Tevrat teknolojiyi yerer, Kur’an ise teknolojiyi över. Bu anlamda tekniği Allah’ın bir nimeti olarak görür. Tevrat bedeviliği över. Onun için de Tevrat’a göre yeryüzünde ilk şehit kişi kardeş katili olan Kabil’dir, Kayin, Tevrat’taki geçen ismi Kayin. Dolayısıyla Kayin’dir, kardeş katilidir. Oysa Kur’an bedeviliği yerer “ve qâleti’l-a’râbu âmennâ: Bedeviler dediler ki iman ettik.” “Kul lem tu’minû…: Onlara de ki, hayır siz gerçekten güven duymadınız, güvenilir de olmadınız. Fakat teslim oldunuz. Teslim olduk deyin.” gibi ayetler aslında bedeviyi ortaya koymak için… Yani küfürde en şiddetli bedeviyi görürsün diyen ayetler böyle.

Dolayısıyla Kur’an medeniyete davet eder insanla ünsiyete davet eder, ilişkilerin rafineleşmesine davet eder, nezaket ve zarafete davet eder Kur’an. Bu önemli bir fark.

Araç amaca uygun olsun. Yine mesaj; Araç amaca uygun olsun. Araç amaçla uyuşmazsa amaç gerçekleşmez. Kalem kalemlik vazifesini yapmazsa o zaman yazamazsınız. Yazamazsanız mesajı iletemezsiniz veya size mesaj iletilemez. Onun için araç amaca uygun olmalı. Bir şeye kalemlik istiyorsanız, bekliyorsanız bir şeyden kalemlik görevi yapmasını, o amaca uygun bir şey olmalı o. Kalemlik görevini yapabilme amacına uygun olmalı. Onun için amaca uygun olmayan araçlar, amacı da yoldan çıkarırlar. Evet.

ALT SINIR:

Araçların değerini fark edin. Tam burada ayeti hatırlamak. “Nûn ve’l-kalem.” O “nûn” Kur’an’da, Kur’an’ın iniş sürecinde ilk geçen hurûf-ı mukattaa, ilk. Yani kesik harfler, bağımsız harfler. “Nûn.” Buna hokka da demişler ama aslında kasem “vav”ı başta gelmediği için, burada geldiği için ben onun hurûf-ı mukattaa olarak değerlendirilmesini daha doğru buluyorum. “Ve’l-kalem.” Bunu klasik tüm tefsirler kaleme yemin olsun diye çeviriler. Kaleme yemin olsun diye çevirmek aslında pek bir şey ifade etmemekte. Buraya geri döneceğim için orada öyle bırakayım.

Kalem şahit olsun demek, kalem dile gelsin demek. “Vav”da yemin anlamı mecazen vardır, hakikaten yoktur. Çünkü Arap dilinde zaten yemin kelimesi vardır. “Yemin” de Arapçadır ama yemin, yemin anlamıyla hiç Kur’an’da gelmez. Sağ el anlamıyla gelir. Ve yemin aslında “kasem” demektir “uksimu”. “Lâ uksimu bi haze’l-beled.” İşte burada yemin kelimesi olarak, kelime anlamı yemin olarak gelmiştir, başka yerlerde de benzerdir. Dolayısıyla buradaki “vav”; dile gelsin, şahit olsun içeriğine sahiptir. Oraya döneceğiz.

Yazıya güvensizlik ve yazı karşıtlığına Kur’ani ret. Evet. Bir başka mesajı Kalem Suresi’nin kalemle başlamasının; yazı karşıtlığını reddetmek içindir. Böyle bir karşıtlık mı var? diyeceksiniz. Evet ya. Tarihte yazı karşıtlığı hayli uzun sürmüş bir olaydır. Mesela Sokrat yazı karşıtıydı. Onun için hiç kitap yazmadı. Sokrat’a nispet edilen tüm kitaplar öğrencisi Platon’un yazdıklarıdır. Sokrat konuşurdu. Yazı karşıtı olmasının gerekçesini de yazıya karşı söylediği şeylerin içinden çıkartıyoruz. O da şu: Yazının cahillerin elinde istismar edileceği… Anlamadan dinlemeden bir şeyleri başkalarına ulaştıracakları… Ki bu da aslında sofistlere bir karşıtlıktı. Sofistler, safsatacılar, safsata satıcıları, safsata bezirgânları yani mahalle vaizleri o dönemin. Sokrat bunlarla savaşarak geçirdi ömrünü. Sonunda onlar Sokrat’ın başını yediler. Dolayısıyla Sokrat’ın karşıtlığı biraz böyleydi. Mekke’de de böyle bir karşıtlık vardı. Ama Arapların karşıtlığı daha farklı sebeplere dayanıyordu. O da şu: Araplar yazıyla uğraşmayı, ilgilenmeyi düşük sınıfların işi olarak görürlerdi aslında. Mekke Arapları zanaatı küçümserlerdi. Zanaat düşük sınıflar için. Niye? Çünkü bir Arap’a göre seni bir yerde sabit tutan şey seni alçaltır. Özgür olmalısın. Deve sürülerinin arkasında gezmeli, dolaşmalı, özgür, serazat bir biçimde yol almalısın. O zanaat ise insanı sabitleyen, bir yere bağlayan bir şeydi. Bunu küçümserlerdi. Kölelerimiz yapsın, derlerdi. Onun içinde Mekke’nin tüm demircileri köleler veya azatlı kölelerden oluşuyordu. Onun için de maalesef okuma yazma hatta ikisini birden de değil okur yazar sayısı on bin civarındaki nüfusta, Mekke’de sadece on yedi olarak verilir bize. Bunların bir kısmı da sadece okuyor, yazmıyor. Bu çok ilginç.

Onun için Kur’an ne yaptı peki? Yanlış, dedi. Yanlış, bu tavrınız. Yazıya dönün. Yazılı kültüre dönün. Sözlü kültürden yazılı kültüre geçin. Aslında bu surenin gösterdiği hedef buydu; yazılı kültüre geçiş hedefi. Neden? Yazılı kültüre geçmediğiniz sürece bir birinizle yazışmıyorsunuz, sözleşme yapmıyorsunuz, belgeye bağlamıyorsunuz, belgeye bağlamadığınızda niza ediyorsunuz, niza ettiğinizde kavga ediyorsunuz, kavgalar ölüme dönüşüyor, ölümler intikama dönüşüyor, intikamlar yüz yıllık, elli yıllık, iki yüz yıllık savaşlara dönüşüyor. Ki ben burada o savaşları naklettim. Dolayısıyla bir; bu hayatınız zindan oluyor hayatınız mahvediyorsunuz belgeye bağlamadığınız için. Yani sözleşme kültürüne dönüşün. Sözlü kültürden sözleşme kültürüne. Cahiliye çağını yaşıyorsunuz. Cahiliyeden kurtulamıyorsunuz niye? Çünkü bilgiye değer vermiyorsunuz. Yazmak bilgiye değer vermektir. Yazmak bilgiyi taşımaktır. Senin bildiğini gelecek kuşaklara nasıl taşıyacaksın? Sonsuzca yaşayamazsın ama bilgi yaşar. Beş, altı, yedi, on, on beş, yirmi nesil sonrasına sen bilgini nasıl aktaracaksın? Yazı yoksa eğer, yazıya değer vermeyeceksen eğer? Önceki kuşakların tecrübesi sonraki kuşaklara nasıl aktarılacak? Dolayısıyla yazın.

Yine bir şeylere inanıyorsunuz. Önce uyduruyorsunuz sonra inanıyorsunuz. Orada da kalmıyorsunuz. İnanmayı insanlara şart koşuyorsunuz. Onu din haline getiriyorsunuz. Ona inanmayanı sapık ilan ediyorsunuz, kâfir ilan ediyorsunuz, tekfir ediyorsunuz. Daha sonra da ona inanmayanı da öldürüyorsunuz. Yani uydurmakla öldürmek arasındaki mesafeye bakar mısınız? Önce uyduruyorsunuz, sonra uydurduğunuza inanıyorsunuz, sonra başkalarının inanmasını istiyorsunuz, inanmayanları cezalandırıyorsunuz, inanmayanları sapık ilan ediyorsunuz ve yok etmeye kalkıyorsunuz ve öldürüyorsunuz! Onun için… Neden oluyor?

Çünkü sorgulamıyorsunuz ki. Bir de doğru şeylere inanıyorsunuz, atalarınız doğru şeylere inanıyor. Atanız inanması gereken bir hakikat var, ona inanıyor. Ama siz atanızın inancını taşıyacağınız yerde atanızı taşımaya çalışıyorsunuz! Yani o doğru şeye inanan atanızın önce resmini yapıyorsunuz. Kur’an’da anlatılan beş putun hikâyesi bu. İbn-i Abbas böyle anlatır- … Bu beş put. Ondan sonra bu bizim atalar büyük atalarmış, velilermiş, evliyalarmış diye! Onlar da onların torunları da yaa, babalarımız resmini yapmış, biz de heykelini yapalım demişler! Onların çocukları da gelmiş, yaa büyüklerimize bizden önceki nesiller her biri bir şey yapmış biz ne yapalım? Ee, bizde tapalım demişler! Ve düşünün, salih kullar puta dönüşmüş! Bu ilginç bir öykü aslında, İbn-i Abbas tarafından nakledilen bu öykü. Yani insanın putlaşması bin bir türlü olur, bir türü de böyledir. Dolayısıyla kültür, yazılı kültür, sözlü kültürden yazılı kültüre geçin talimatıdır bu.

Körü körüne bağlı sürü kütlesinden sözleşme toplumuna geçin. Biraz önce söylediğim için geçiyorum.

Kalem ile peygamber arasındaki benzerlik nedir sizce? Kalem sözün elçisi, Elçi vahyin kalemidir. Düşünce, söz, kalem, yazı. Bunları gölgeler üzerinden de tanımlayabilirim. Düşünce neyin gölgesi bilmiyorum. Ondan arkasını bilmiyorum, bilemiyoruz çünkü bilinç çözülmüş değil. Bunu çözmemiz için bilincin çözülmesi lazım, bilinç hâlâ muamma. Hatta şimdi bir ekol var, “bilinç diye bir şey yok” diye savunuyorlar, üstelik bunlar materyalist bir ekol, dolayısıyla oraya girmiyorum.

Düşünce: söz düşüncenin gölgesidir. Yazı, sözün gölgesidir. Bakınız gölgenin gölgenin gölgesi böyle takip ediyor… Aynı zamanda söz düşüncenin elçisidir. Düşünüyoruz, düşüncelerimizin elçisi söz oluyor. Şu anda ben size konuşuyorum, bu sözüm beynimden geçen düşüncelerin elçisi. Bu sözümü yazıya aktarırsanız, yazı da sözümün elçisi olur.

Şimdi, bu elçiliği iki türlü yapabilirsiniz. Ya sadakat ya da ihanetle yapabilirsiniz. Veya sözüm düşüncemi ya tam ifade eder, sadık olur ya da sözüm düşüncemi tam ifade etmez, düşündüğümü söylemekte zorlanırım veya düşündüğümü ifade edemeyecek olurum, o da sadık olmaz, ihanet eder.

Yani insanın kendi dili kendi düşüncesine ihanet eder mi? Edebilir. Bir de bunun sözün yazıya uygun olması var. Söz ağızdan çıkmıştır ama yazıya dökülürken ihanete uğramıştır. Olabilir mi? Olabilir. Veya taşınırken söz kulağa değmiştir, kulağa değen söz öbürünün ağzından çıkacaktır ama benim ağzımdan çıkanı taşıyan kişi ihanet etmiştir. Ya unutmuştur ya yanılmıştır ya yamulmuştur ya da kasıtlıdır. Ama ihanet etmiştir.

Kulaktan kulağa oyunu var… Şuradan ilk sıradan hanımefendiye şöyle uzun bir cümle söylesem ve kulaktan kulağa nakletsek, sondaki beyefendiye varıncaya kadar siz o sözü buraya yazsam vallahi kahkahayla gülersiniz. Bakınız, sadece şuradan şuraya ve sadece aynı dakika, aynı saat, aynı gün, aynı an, aynı mekân içinde… Ya bu sözün beş nesil, -yaklaşık yüz yirmi beş yıl, otuz yıl üzerinden yüz elli yıl eder- üzerinden aktarıldığını düşünelim. Ne olur, bu söze ne olur? Onun için işi bilen hadisçiler bile şunu söylerler: “Kâle Resûllullah ew kemâ kâl…” Bakınız, hutbelerde hâlâ imamlar ne dediğini bilmeden bunu söylüyorlar ama ne dediklerini de bilmiyorlar. Ne demek biliyor musunuz? Şu; Peygamber böyle dedi ya da buna benzer, bunun gibi bir şey dedi. Niye? Çünkü hadisler lafzen nakledilmezler. Zaten en büyük problemi de budur. Nasıl nakledilirler? Manen nakledilirler. Anlam olarak, yaklaşık anlam olarak. Yaklaşık anlam diye bir şey var mı? Yaklaşık anlam! Siz Osmanlıca körle, göz nasıl yazılır bilir misiniz? Aynı yazılır arasındaki fark bir tek noktadır. Anlatabiliyor muyum? Yani noktayı unutsa, yazmasa, yazsa silinse, yazsa çıkmasa; göz kör olur. Dolayısıyla harfler de böyledir yazılar da böyledir. Onun için kalem sözün elçisi, Elçi vahyin kalemidir.

Vahiy, melek, elçi, kitap aynı ilişkiye sahip. Vahiy, kaynak. Ondan melek alır, vahyin taşıyıcısı. Hiçbir şey katamaz, hiçbir şey çıkaramaz, aynen getirir, uygulamak gibi bir görevi de yoktur. Vahiy meleğinin rol model olma görevi yoktur. “Üsvetün hasenetün” denmez onun için meleklere yani güzel örnek değildir. Melekler bize örnek değildir onun için, melek olmamız bize öğütlenmiyor yani.

Ondan sonra elçi; elçi, peygamber. Ona geldiğinde o da kalem gibidir ne bir şey katar ne bir şey çıkarır. Örnek olarak yaşama görevi vardır. Örnek olarak aldığı vahyi yaşar ve aktarır. Dolayısıyla kalem gibi elçi de mesajı ekleyemez çıkaramaz.

Kalem yazmak için, elçi taşımak ve örnek olmak içindir. Büyük soruya geldik.

KALEME YEMİN NE DEMEKTİR?

Allah yarattıklarına yemin eder mi? Bu çok önemli bir husus. Yahu hakikaten Âlemlerin Rabbi yarattığı bir şeye yemi eder mi? Bu ilk anda insana ters geliyor, yani niye yemin etsin ki? Biri bir şeye yemin ederse yemin ettiği şey daha büyük olmalı. Neden Âlemlerin Rabbi yarattığı şeye yemin etsin ki? Sorun da burada aslında.

Allah’ın yarattıklarına yemin etmesi ne demek? Biz yemin diye çevirdiğimizde sıkıntı işte buradan çıkıyor. Vav’da, yemin anlamı hakiki olarak yok. Vav; iki şeyi birbirine birleştirmek içindir. Mutlak cem içindir dilde, lügatte. Yani Ahmet ve Mehmet geldi: o “ve” var ya tamamen Arapçadan aldığımız bir bağlaçtır. Bağlaçtır, bağlar. Ahmet ve Mehmet geldi. Dolayısıyla oradaki vav, oradaki “ve” aslında Ahmet ve Mehmet’in geldiğini gösterir. Gelme fiilinde ortak olduklarını gösterir. Allah’ın yarattıklarına yemin etmesi şahitlik sorumluluğudur. Kaleme yemin ne demektir? Kalem şahit olsun, dile gelsin. Kalemin şahitliği nedir? Şudur: Doğruyu, hakkı hak olarak yazdı mı? Anlatabiliyor muyum? Kalemin şahitliği yazdıklarıdır. Dolayısıyla kalem yazarak şahit olur. Araçlar yaratılış amacına uygun kullanıldıklarında şahit olurlar. Araçların tümü şahittir. Parmaklar şahittir. Parmağınız şahittir. Yazıyorsunuz değil mi? Parmaklarınız şahittir. Şimdi o ayeti hatırlamıyor musunuz? “O gün, hesap günü ağızlarını mühürleriz, bize elleri konuşur, ayakları tanıklık yapar.” (Yâsin 36:55). Dolayısıyla ellerin konuşması ne demek? Ellerin konuşması ellerin eylemidir. İnsanın eylemi, organın sözüdür. İnsanın eylemi, organizmanın sözüdür. Organizma eylemle konuşur. Göz bakarak, bakmakla konuşur. Kulak, işitmekle konuşur. Akıl, düşünmekle konuşur. El, tutmakla konuşur. Ayak, yürümekle konuşur. Ağız zaten konuşur. Gördüğünüz gibi bütün bunlar aslında tanıktır, şahittir. Yaptıkları her eylem bunların tanıklığıdır ve o eylem bunları birer kaleme dönüştürür. Bunlar yazar, yazdıkları şahittir. Dolayısıyla şahitlik sorumluluğu tanık olmak, dile gelmektir.

Bir Kur’ani dua/talep:

Dua dediğim zaman, dua demeyesim geliyor. Dua kelimesini keşke önce bu topluma elli yıl hiç kullanmasak unuttursak. Ondan sonra doğru bir bilinç oluşsa, dua konusunda ki yamukluğunu atsa terk etse, ondan sonra yeniden duayı öğretsek bu topluma. Mümkün olsa keşke ama zor. Dua deyince ne geliyor biliyor musun? Allah’a yağdırılan emir! Evet, Allah yardımcı hizmetçi, emir kulu; biz de amiriyiz! Allah da memurumuz! Yap, şunu yap, bunu yap, onu yap, onu da yap yav onu da yap ama onu da sen yap ama ama şunu da yap… Ama iyi de “Sen ne yapacaksın?” Sen ne yapacaksın? Sen ne yapacaksın? Dua bu değil ki! Dua ellerimizle yaptıklarımızdır, dillerimizle söylediklerimiz değil. Biz duayı yanlış anladık, yanlış anladık. Düşünebiliyor musunuz? Yani deprem için bu memleketin tamamı dua ediyor ama Japonya’da deprem için dua eden yok. Fakat 7,4 şiddetindeki depremde bu memlekette 35 bin insan ölüyor. 7,6 şiddetindeki depremde Japonya’da 6 kişi ölüyor. Duayı kim etti? Duayı Japonlar etti. Evet, dua bu. Dua bu. Onun için oraya dedim, o slashı koydum. Efendim, yani taleptir. Talep:

“Bizi şahitlerle birlikte yaz: fektubnâ maa’ş-şâhidîn.” (Âl-i İmran 3:53). Ne demek şahitlerle birlikte yaz? İşte, yani tanık olanlar, çağına tanık olanlar. Mümin, yani güvenen ve güvenilen kimse çağının tanığıdır. Çağını tanık tutandır. Bir daha söylüyorum. Mümin, yani güvenen ve güvenilen kimse, artık açılımını söylemek zorundayım. Mümin deyince kimlik aklına geliyor. Müslüman deyince kimlik aklına geliyor. Kişilik aklına gelmiyor! Müslüman deyince varlık barışının büyük elçisi akla gelmeli. Mümin deyince de ahlak akla gelmeli. Güven veren ve güvenen insan tipi. “Müminler kardeştir.” Ne anladınız şimdi? “İnneme’l-mu’minûne ihvetun.” Şu mu yani? Böyle, bu memlekettekiler kardeştir! Müslümanlar kardeş midir? Bu kanlar niye akıyor? Mesela Şii Sünni’nin kardeşi midir? Sünni Şii’nin kardeşi midir? Bir araya koysanız dururlar mı? Birini birinin eline verseniz ne yaparlar? Dahası sufi selefinin, selefi sufinin mi kardeşidir? İkisi de kendisini Müslüman olarak adlandırıyor. Nasıldır? Bırakın onu, bir tarikatın iki ayrı grubu içinde şeyhine bağlı müritler Kâbe’de birbirinin kafasını gözünü yardı, birbirini öldürüyorlardı. Şimdi nasıl kardeşler bunlar? Yani gördüğünüz gibi değil. Peki ne diyor bu ayet? Dünyada, tüm dünyada güvenen ve güvenilen insanlar birbirinin kardeşidir. Güvenilmeyen ve güvenmeyen insanlar da hiç kimsenin kardeşi değildir. Böyle anladığınızda oturur, zaten başka türlü olmaz. Öbürü nedir biliyor musunuz? Öbürü kimlik Müslümanlığıdır, kimlik! Yani cebinizden kimliği çıkaracak, gösterecek ve turnikeden geçeceksiniz. Böyle bir şey var mı? Allah aldatılabilir mi?

Kur’an’ın kalemi olanın elçinin şahitliği: Ne muhteşemdir o ayet değil mi? “Böylece sizi dengeli/ ölçülü bir ümmet kıldık.” (Bakara 2:143). Evet, ölçülü bir ümmet kıldık. Siz insanlığa tank olasınız, Peygamber size şahit olduğu gibi, tanık olduğu gibi. Geçen kelime nedir ayette biliyor musunuz? Şehit: “Ve kezâlike cealnâkum ummeten vasatan li tekûnû şuhedâe ale’n-nâsi ve yekûne’r-resûlu aleykum şehîden: Resul size şehit olduğu gibi, Resul size şehit olsun, siz insanlığa şehit olun.” (Bakara 2:143).

Nasıl? Evet, şehit olmakla ölmek arasında hiçbir bağ yoktur Kur’an’da. Yanlış anladık! Şehit olmakla yaşamak arasında bir bağ vardır. Allah şehittir. Allah’ın esmâsından biridir, on kez geçer. Allah’ı hangi harpte kaybettik? Hâşâ!

Kalemin yazdıklarına yemin ne demek?

Ne demek kalemin yazdıklarına yemin? Test sorusu olsun dostlar.

Kalemin yazdıkları; Kur’an nasıl dile gelip şahit olur?

  1. A) Sesi güzel hafızların şarkı gibi seslendirmesiyle. Merhum Şeriati’yi rahmetle analım değil mi? Evet. “Okuyan ne okuduğunu bilmiyor, dinleyen ne dinlediğini bilmiyor. Geriye kalıyor; hafızın sesi güzel.”
  2. B) Yazısı güzel hattatların altın yaldızlı levhalarıyla.
  3. C) Ahlak, özgürlük, barış, güvenilirlik, hakikat, adalet, merhamet gibi evrensel ilkelerle. Bunlara “el-Ma’rûf” diyor Kur’an, “maruf; evrensel ilkleler.”
  4. D) Okunmuş su, okunmuş elma, okunmuş ekmek vs. ile. Nasıl, nasıl buldunuz? Bu (resimde görünen) elmayı yiyenin çocuğu oluyormuş. Klinikler kapanın, doktorlar ölün, hastaneler yıkılın! Allah Resulü’nün değerli eşi Hz. Âişe’nin hiç çocuğu olmadı. Bir elma bulamadın mı ya Resulallah? Bulmadıysan hurma okuyaydın değil mi? Basit bir soruyu bile sormaktan aciz bir kütle! Kütle, kitle diyemem, işte bakınız kütle üç boyutlu bir şey. Allah Resulü, âlemlere rahmet olan Hz. Muhammed’di ama Hz. Âişe’den çocuğu hiç olmadı ve dönüp de bir hurma okuyup yedirmedin mi ya Resullulah? diyen çıkmıyor arkadaş! Ve bu elmaların müşterisi olmasa bu şarlatanlar olabilir mi? Olamaz değil mi dostlar? Olamaz. Bence aslında bu müşterileri önce uyandırmak lazım. Ne yapıyorsunuz arkadaşlar? Yaa, Allah’ınızın aşkına ne yapıyorsunuz? Yok! Yalanın en kötüsü Allah’ın içine karıştırıldığı yalandır. Çünkü Allah’la aldatıyorsunuz! Bu elmalara okuduğunuz ayetler sizin aleyhinize şahit olacak. Başka şahide gerek yok. Bela olarak size o ayetler yeter.

Evet bu, bu (resimdeki) nedir biliyor musunuz? Okuyor musunuz? Reklam. RTÜK’e takılmaz değil mi? Evet, Marmarisli Onur Hoca Okunmuş su, yarım litre, üflenmiş hava hacmen %42. No comment…

  1. AHLAK VURGUSU

Kitap, iman nedir bilmeden de ahlaklı olmak.

Burada ayeti metniyle okuyayım, müsaade buyurun: “Ve inneke le’alâ hulukin azîm: Hiç kuşku yok ki, şüphesiz, zira sen…” O inne aynı zamanda soruya cevap olarak da gelir; “muazzam, azim bir ahlak üzeresin.” Kalem Suresi’nin 4. ayeti. Evet, bu kelime Kur’an’da bu anlamıyla tek bu yerde kullanılır. Burada kullanılır. Kur’an’da ahlak kelimesi neden bu kadar nadir kullanılıyor diye soracak olursanız: Kur’an ahlakı kelime olarak görmez, hayat olarak görür. Kur’an’daki tüm ayetler bir biçimde ahlak ile alakalıdır. Kur’an’ın tamamı ahlak ile alakalıdır. Onun için Kur’an ahlakı kelimeler değil, hayat olarak görür.

Sanki “Başkası değil de neden ben?” sorusuna bir cevap gibi duruyor bu ayet. Yani şöyle; bu tabii naçizane benim düşüncem, yanılıyor olabilirim yanılıyorsam Allah affetsin. Ama İlahi bir emir var: “Efelâ yetedebberûne’l-Kur’ân: Onlar Kur’an’ı tedebbür etmiyorlar mı?” Yani derinliğine düşünmüyorlar mı? Satırlardan, satırların aralarından satırların arkalarına geçip derinliğine üzerinde tefekkür etmiyorlar mı? diye bir emir veriyor ya Kur’an, böyle bizi teşvik ediyor ya, işte ben de o teşvike imtisalen derinliğine düşünürken böyle bir soru geliyor aklıma. Allah Resulü;” Neden, beni seçtin ya Rabbi? diye sormuş sanki. Cevap da böyle gelmiş:

Ve inneke le’alâ hulukin azîm: Çünkü sen, azim bir ahlaka sahipsin.” Azim bir ahlak dedim. “Azim”i burada çevirmedim. Mealimde çevirdim de… Ne demek azim? “Azim”in açılımı tek bir kelimeyle çevrilmez. Şöyle; muazzam, muhteşem, ama bunun yanında azimli, kararlı. Bunun Türkçe karşılığı nedir biliyor musun? İlkeli bir ahlak. Evet çünkü ahlak ilkeyle eşdeğerdir. İlkesizin ahlakı yoktur. Ahlaksızın ilkesi yoktur. Bir insan ne kadar ilkeliyse o kadar ahlaklı ne kadar ahlaklıysa o kadar ilkelidir. İlke ve ahlak bakışımlıdır. Birbiri arasında korelasyon vardır. Onun için burada azimli yani kararlı bir ahlak. Kararlı bir duruş, kararlı bir hayat duruşu, kararlı bir tarz, kararlı bir insan.

Bu tersinedir. Kararsız; o da ne demektir? Şu demektir. Kendi akraban için ahlaki davranış olarak gördüğün şeyi akraban olmayan kimse için ahlaki davranış olarak görmüyorsun. Ona yapılabilir! Hani aslında Yahudi ilahiyatında, teolojisinde var ya bu. Nedir o? Yahudi ilahiyatındaki şey şu; efendim bir Yahudi’ye faizle para veremezsin ama Yahudi olmayana kat kat bindire bilirsin! Yol gitsin! Efendim, bu ahlak değildir, Yahudileşmedir.

Peki ahlak nedir? Burada veya dünyanın öbür ucunda ahlaki olan hep ahlakidir. Senden veya değil bir insanın ahlaki davranışının ahlakiliği sevdiklerine ve kendinden olana davranışından değil sevmediklerine ve kendinden olmayana davranışından yola çıkılarak anlaşılır. Bir insanın adil olup olmadığı; sevdiklerine ve kendi gibi düşünüp kendi gibi inanlara değil, sevmediklerine ve kendi gibi düşünüp kendi gibi inanmayanlara davranışından belli olur. Bir insanın vicdanlılığı kendinden, kendi hemşerisi, kendi bölgesinden, kendi partisinden, kendi mezhebinden, kendi meşrebinden, kendi dininden, kendi ırkından olana değil; öbürü, öteki, kendi ırkından değil, kendi dininden değil, kendi mezhebinden değil, kendi partisinden değil, kendi ideolojisinden değil bambaşka yap yabancın biri ama ona da aynı davranabiliyorsa buna ahlaki derler dostlar. Allah’ınızın aşkına tersini söyleyebilir miyiz? Ama biz… Halimize bakar mısınız? Halimize bakar mısınız? “Yahudileşme Temayülü”nü yazalı yirmi beş sene olmuş ama hiçbir şey değişmemiş. Aynen öyle. Evet.

Kalem 4 ile Şûrâ 52 arasındaki bağlantının verdiği mesaj:

Bu çok önemli. Kalem 4 burada; “Sen kararlı bir ahlak, ilkeli bir ahlak üzeresin.” diyor, tamam. Şûrâ 52 neydi? “Sen peygamber olmadan önce, kitap inmeden önce kitap nedir, iman nedir bilmezdin.” Bunu da yan yana koyuyoruz. İki ayet. İki ayetin de ortak bir noktası var. “O nedir?” İkisi de Allah Resulü’nün peygamber olmadan evvelki haline ait. Bu da öyle… Çünkü “Ve inneke le’alâ…” Şuradaki ‘alâ harfi cer var ya üzerinde. Yani sen daha önce ahlaklı bir hayat üzerinde oturuyordun. Yani bir ahlakın üzerindeydin. Bir ahlakı yaşıyordun. Dolayısıyla Allah Resulü, Allah Resulü olmadan önce, Abdullah oğlu Muhammed’ken, Muhammed Resulullah olmadan önce ahlaklıymış. Önceki hayatına dair bir haber bu. O ayet de öyle, Şûrâ 52:

“Sen daha önceden vahiy inmeden önce kitap nedir, iman nedir bilmezdin.” İkisini bir araya getiriyoruz, ne çıkıyor ortaya? Ey Muhammed, senin bir dinin yokken de ahlaklıydın. Evet, şimdi tam da hassas nokta burası. Bugün Kur’an’sız Müslümancıkların, müseylimelerin anlamadıkları bu işte. Müslüman olmadan ahlak olabilir mi diyor. Bakın. Kur’an diyor. Sen kitapsız bir Müslümansan ben ne yapayım ki sana, ben ne yapayım, nasıl anlatayım ki? Anlatamam ki, çünkü senin kitabın yok, senin Kur’an’ın yok. Onun için sana Allah anlatamamış ben nasıl anlatayım? Sana Kur’an anlatamamış ben nasıl anlatayım? Sen Allah’ı reddetmiş bir Müslümancıksın ben ne yapayım ki? Ben anlatamam sana. Onun için haYdi bakalım…

Can yakan soru:

Bir dini var diye ahlaka ihtiyacı olmadığını sananlar nereden çıktılar? Bir dini var değil mi? Bir dini var diye, ahlaka ihtiyacı olmadığını düşünüyor. Niye? ‘Ahlaksız da olsam bir dinim var benim!’ Bakınız. Kur’an ne der biliyor musunuz? Zerre kadar iyilik yapan da onu görecek, zerre kadar kötülük yapan da. Ama bunun karşısında uydurulmuş bir din var. Gündelik namazlar, arasındaki tüm günahlar için kefarettir. Yani bu şu demek; ‘kıl namazı ye her haltı’ hadisi! Şimdi bir de Cuma babında var, orada da kılınan cuma o haftalık günahları temizler. Yani beş vakit olmadı, ‘kıl cumayı ye her haltı’ hadisi var! O da olmadı Ramazan orucu denizin köpükleri kadar günahın olsa temizler. Ya ramazandan ramazana oruç tuttun mu, iki ramazan arasında atış serbest, ye her haltı! Bu adam niye ahlaklı olsun?

Yani aslında bu dine komplo kurmuşlar. Kur’an’ı üzerinde hadis yazan taşlarla taşlamışlar. Müslümanın ahlakını taşlamışlar aslında. Niye ahlaklı olsun ki, niye iftira etmesin ki, niye yalan söylemesin ki, niye başkasının hakkına el uzatmasın ki, niye haram yemesin ki, niye çalmasın ki, niye yolsuzluk yapmasın ki? Niye niye niye… Sorun. Çünkü biraz sonra namaz kılacak. O yıkadı çıktı. Yani kirlenmesine hiç aldırmayın, biraz sonra hamama girecek. O da olmadı Cuma kılacak, o da olmadı… Daha yedekte var yedekte. Üç bin Euro’yu verir. Beş bin Euro’yu verir. Bir de hacca gitti mi anadan doğmuş gibi. Çamaşır makinası, yani varlık çamaşır makinasına girecek anadan doğmuş gibi çıkacak. Sen nasıl baş edeceksin, hele cebinde beş bin Euro yoksa sen nasıl baş edeceksin bununla? Görüyorsunuz değil mi? Görüyorsunuz. Evet, yani hâşâ Allah bile parası olana çalışıyor öyle mi? Hâşâ.

Evet, onların dininde böyle ama Allah’ın dininde böyle değil. Ahlaksız dincinin anlamadığı cevap bu. Nedir? Ahlak; din-imanın bonusu değildir. Yani eskiden satarlardı biliyor musunuz? Pire ilacı satarlardı, şehirlere, köylere, kasabalara gelirler böyle pireyle… Hatta yılan da oynatırlardı benim çocukluğumda, bir alana bir bedava verirlerdi. Anlatabiliyor muyum? Pire ilacı diye alırsınız götürürsünüz eve, kiremit tozu çıkar efendim. Hatta bir tanesi iyi hatırlıyorum çünkü şahit oldum. Develinin meydanda yılanı oynattı, pire ilacını sattı, satarken de şöyle diyor: “Tut pireyi sık gözüne, ölmezse bana getir.” Bir tanesi: “Pireyi tutunca ben öldürürüm” dedi. “Günah olur” dedi. Tam böyle bir bıçkın, şark kurnazlığı. Dolayısıyla bonus değil. Ahlak bonus değil. Ahlak ibadetin bonusu değil. Dolayısıyla ahlak; din-imanında bonusu değil. Dini olanın ahlakı garanti değil. İmanı olanın ahlakı garanti değil. Onun için Kur’an bakara suresinin 93. ayetinde “İmanınız size ne büyük fenalık işletiyor!” diyor. Kur’an, sahibine kötülük işleten iman türünden söz eder. Biraz önceki söylediğim ayet.

Dinin amacı insanı daha küstah ve kibirli yapmak değil ki. Ne oluyor ya? Biz Müslümanlar neden kibirli ve küstah olmayı dindar olmak zannediyoruz. Oysa bir iman sahibini mütevazi yapmalı, değil mi? Müslüman olmayan herkese karşı kendinizi kurtulmuş addetmenizden daha büyük bir kibir yoktur. Öyle bir kibir, sizi ahlaksız eder. İnsanı ahlaksız eder. Niye? Kurtuldunuz! Kurtulanın ilave bir şey yapmasına ihtiyaç yok ki. Kurtulan niye ahlaklı olmak için çaba göstersin ki? Kurtuldu! Niye yalan söylemesin ki? Kurtuldu! Menfaat için niye kırk takla atmasın ki? Kurtuldu! Niye torpil yapmasın ki? “Kurtuldu!” Niye soru kâğıdını eğer imkân varsa çalmasın ki? Kurtuldu çünkü o! Dolayısıyla değerli dostlar, bonus değildir dedim. Dinin amacı insanı daha küstah ve kibirli değil daha iyi yapmaktır. İnsanı daha iyi insan yapmaktır.

İbadetlerin amacı, ahlaka yardımcı olmaktır. Evet dinin amacı, insana yardımcı olmak, vahyin amacı akla yardımcı olmak, ibadetlerin amacı ahlaka yardımcı olmaktır.

Ahlak, din binasının temelidir. Ahlakın toprağı, hilkattir/fıtrattır. Ahlak hilkat, hilkat ahlak. Onun için bu anlamda hilkatle ahlak akrabadır. Yaratılış, zaten yaratılıştan iyi yaratılmışız, ahsen-i takvim üzerine, ama bozmuşuz, bozulmuşuz. Üstelik kendimizi bozarken dini kullanmışız. Dinle bozulur mu insan? Dini bozar önce, ondan sonra dinle bozulur.

III. KÖTÜLERİNE TAPAN İYİLERİNE TAŞLAYAN TOPLUM

Evet üçüncü bölümdeyiz. Bu surede çok ilginç bir bölüm var. Kur’an’ın başka hiçbir tarafında olmayan bir tipoloji çizilir burada:

Yaygın bir cahiliye sürüsü tavrı, ilkeli olanı linç etmek:

Cahil cinliği. İkinci ayetinde surenin Allah Resulü’ne mecnun dediklerini söylüyor efendim. “Sen, mecnun değilsin.” (68:2). Mecnun ne demek? Hemen deli aklımıza geliyor. Hayır, cinlenmiş demek, cinlenmiş. Niye öyle diyorlardı? Çünkü, kendi şairleri cin vadisine gidip cinimizden işittik, cinimizden bu şiiri aldık geldik diye yalan söylüyorlardı. Onun için onlar da Allah Resulü’nün okuduklarını, ayetleri şiir, kendisini de şair olarak görüyorlar. Ona bu şiiri getirenin de cinler olduğunu düşünüyorlardı. Ve cinlere de tapıyorlardı unutmayın. Cinlere de yani bazı Arap kavimleri cinlere tapardı. Cinlere tapmaları cinlere tazim ettikleri için değildi, cinlerden korktukları içindi. İnsan korktuğuna tapıyorsa eğer, korkusu putu haline gelir. Bugün de korkusuna tapan çok insan var. Evet cahil cinliği bu. Cahiliyenin cinliği. Mecnun. İkinci ayette.

Minnete karşı uyarı. “Minnetsiz ecir” (68:3). Üçüncü ayette de bu var. Minnetsiz ecir. Yani ne bu efendim. Yani sen kimseye minnettâr değilsin. Yani senin toplumun, velinimetin falan değil. Senin velinimetin Rabbindir. Onun için onursuz olma. Onurunu yere serme.

Cahil ahlaksızlığı: “Azim/ azimli/ sebatlı/ ilkeli bir ahlak üzere olmak.” (68:4). İşlediğim için geçiyorum.

Gerçeği herkes bir gün idrak edecek ama bugün ama yarın (68:4). Beşinci ayet de bu.

Altıncı ayette: “fitneci sapık” diyorlardı. “Meftûn”. Meftun fitnelenmiş demektir. Niye? Fitneci yani. Fitneye düşmüş, fitneye düşüren. Bugün de öyle demiyorlar mı? Hı? Cahiliye müşriklerinin zihindaşları aynı zihniyete sahip olanlar kendilerini Kur’an’la uyaranlara fitneci demiyorlar mı? Öyle diyorlar. Aynı zihniyete sahipler çünkü. O gün yaşasalardı hiç tereddüt etmeyin bunu söyleyen Allah Resulü’nün karşısında “sen fitne çıkarıyorsun” diyen müşriklerin içinde olurlardı. Altıncı ayet bu.

Cahiliye alamet-i farikası. Cahilin alameti farikası nedir? Alamet-i farika eski bir deyim; fark alameti. Yani iki şey arasındaki fark. Farkın nişanı, alameti, belgesi demek. Evet kendini asla sorgulamamak; cahiliyenin alamet-i farikası bu. Bu surede yer alan bir ayeti huzurunuza çıkarttım 7. ayet. Bakar mısınız?

İnne rabbeke huve a’lemu bimen dalle ‘an sebîlihi ve huve a’lemu bilmuhtedîn.” Yani diyor ki; senin Rabbin kendi yolundan sapanı da çok iyi, en iyi bilir. Hidayette olanı da en iyi bilir, diyor. Bakınız çok önemli bir nokta, altını çizerek söylüyorum. Evet, “Bizi dosdoğru yola yönelt” ayetinin muazzam bir tefsiridir bu ayet. Ayet, ayeti tefsir ediyor. Nasıl? Ayet “Senin hak, onların batıl yolda olduğunu Rabbin daha iyi bilir” demiyor. Farkında mısınız? Farkı fark ettiniz mi dostlar? Yani, sen haksın onlar da batıldalar, Rabbin bunu en iyi bilir demiyor. Ama diyor ki, kimin hak kimin batıl üzere olduğunu Rabbin daha iyi bilir. Yani objektif bakıyor. Biraz geriden bakıyor. Ve burada mutlak olarak kurtuluşu herhangi bir yere vermiyor, farkında mısınız? Bu aslında şu:

Her zaman sen kendini sorgula. Şu anda hak üzere olabilirsin ama biraz sonra haktan çıkabilirsin, sapabilirsin. “İhdina’s-sırâte’l-müstakim” budur zaten. Bizi dosdoğru yola yönelt. Niye? Bunu namazda söylüyorsun değil mi? Üstelik namaz kılan bir kulsun, Allah’a inanan bir kulsun, ahirete inanan bir kulsun, Allah’ın hesap soracağına inanan bir kulsun, “Mâlik-i yevmiddîn” olduğuna inanıyorsun, din gününe, hesap gününe sahip olduğuna, yani bütün bunlara inanıyorsun ve bir de huzurunda durmuşsun, O’na kul olmuşsun, namazın içinde diyorsun ki; bizi dosdoğru yola yönelt. Sana şu sorulur: Dosdoğru yolda olduğundan emin değil misin? Değilsin tabii, olmayacaksın tabii, olmamalısın tabii. Bu, o demek zaten. Bu o demek. Namazın içinde bile olsan, kulluğun pik noktasında bile olsan kendini sorgulamaktan vazgeçme. Bu mesaj budur. Onun için kendini sorgulamak kulluğun zirvesidir.

YALANCI-DİNCİ MÜKEZZİB TİP

Felâ tuti’i-l mukeżżibîn.” (68:8). Pasaj böyle başlıyor. Ve arkası geliyor. Ne diyor? On tane madde sayıyor. Mükezzib (yalancı) tipin on on özelliği. Yalancı tipi nereden tanırsın?

1- İlkesizdir. Sen onu yağla, o seni yağlasın! Evet. “Tudhinu ve yudhinûn.” Dühn, yağ demektir. Sen onu yağla, o seni yağlasın! Evet yani karşılıklı sırt kaşıyın, sen onu kaşı, o seni kaşısın! Ne koysan gider gevşekliği! Gelene ağam, gidene paşam eyyamcılığı! Korkuya tapan tipi anlatıyor aslında. Birinci vasfı bu diyor. Birinci vasfı bu. İlkesizdir, omurgasızdır. Niye? Neydi? Bu omurgasızlıklarını gördük değil mi? Biz aslında siyerden bunu biliyoruz. Gel sen bizimkine bir gün ibadet et, biz de seninkine edelim! Yok olmadı sen bizimkine bir gün et, biz seninkine bir hafta edelim, ona da hayır dersen sen bizimkine bir gün et, biz seninkine bir ay edelim. Yani pazarlık yapıyorlar. Neyde pazarlık yapıyorlar? Dinlerinde. Dinlerini pazarlığa tâbi tutmuşlar. Eğer; bir din ki bir ilkeler bütünü ki… Din odur zaten. Din hayatınızı uyarladığınız, üzerine inşa ettiğiniz ilkeler bütünüdür. Yani hayatınızın tabliyesidir, temelidir. Dolayısıyla, siz hayatınızı öyle bir ilkeler bütünü üzerine bina etmişsiniz ki, ya dükkân senin al götür diyebiliyorsunuz. O da olabilir, bu da olabilir, şu da olabilir, gel bir gün sen bizim putlara tap, biz de bir gün senin Allah’ına tapalım diyebiliyorlar. Zaten Allah’a inanıyorlar onlar. Ama putlarsız inanmıyorlar. Aracısız inanmıyorlar. Aracı yani: “La ilahe illallah; kula kulluğa hayır!” diyemiyorlar. Bunu diyemiyorlar.

2- Sözünü yiyendir. “Hallâfin mehîn” (68:10). Evet yalancı tipin ikinci özelliği sözünü yiyendir zaten açık 10.ayet.

3- Üçüncüsü arkadan çekiştirendir. “Hemmâz”, orijinal kavramı, 11. ayet.

4- Dördüncüsü ara bozmak için mekik dokuyandır. “Meşşâin bi-nemîm”, 11. ayet yine.

5- Beşinci özelliği yalancı tipin, mükezzib tipin; hayra mâni olandır. “mennâ’in li’l-hayr”, 12.ayet.

6- Altıncısı: Haddini bilmez küstahtır. “Mu’tedin esîm”, evet 12. ayet yine.

7- Yedincisi; yedinci özelliği yalancı tipin, kaba ve nezaketsizdir. “Utullin”; Kur’an’da tek yerde geçer, o da burada geçer, 13. ayet.

8- Yine sekizincisi: Yırtık, maço, şirret ve bozuk. “Zenîm”. Zenim… Biraz durmak isterim. Bu kelimeyi klasik tefsirlerin çoğu ve mealler, meallerin çoğu veled-i zina diye çevirmişler. Bu Kur’an’ın zihniyetiyle taban tabana zıttır. Neden? Bu kelimeyi Arap bu anlamların yanında veled-i zina anlamı olarak da mecazen kullanmış da olabilir. Bu kelimenin kök anlamında bir hayvanın, koyunun kulağını kesip yarıp, kulağı orada bırakmak var. Aslında yırtık, yırtık bugünkü yırtık deriz ya yırtık anlamına kullanılıyor. Fakat veled-i zina dediğinizde bir çocuğa, çocuğu suçluyorsunuz. Çocuğun ne suçu var? “Ve la teziru vâziretun vizra uhrâ.” Bu sadece ayet değil. Bu ayet, ama ayetten öte ilke. Her ayet ilke değildir. Birçoğu ilkeleri açıklar ama bu ayet ilkedir. Hayat ilkesidir. Nedir? “Hiç kimse bir başkasının yükünü taşımaz.” O zaman Hristiyanlara ne diyeceksiniz, orijinal günah inancına? İşte Âdem bir günah işledi, baba, tüm evlatlar vebalini taşıyoruz, diyorlar. Onun için vaftiz yapıyorlar, onun için suya daldırıp çıkarıyorlar. Niye? Âdem’in günahından arındıracağız! İsa, çarmıha gerilmiş ve çarmıhta ölmüştür, ondan sonra da üç gün sonra dirilip göğe çekilmiştir diye inanıyorlar. Niye? Çünkü, İsa babanın işlediği günahın kefaretini ödedi diyorlar. Yani bakınız nereden vurup nereden çıkıyor, görüyorsunuz değil mi? Dolayısıyla bu anlamda veled-i zina doğru bir tanım mı? Bebeğin ne suçu var? Yavrunun ne suçu var? Eğer anne bir günah işlemişse yavrunun ne suçu var? Onu niye damgalıyorsunuz? Onu niye damgalıyorsunuz ve toplumun içinde artık damgalı hale çeviriyorsunuz? Kimin ne olduğunu kim ne biliyor ki? Dolayısıyla yani bu anlamda herhangi bir insanı damgalama hakkına sahip değiliz. Onun için ‘zenim’in böyle bir vurguyla kullanılması mümkün değil. Yırtık, maço, şirret, bozuk. Hatta fırlama, hatta şu anlama gelir efendim maganda deniliyor ya sonradan icat edilmiş bir kelime bu. Tam da o işte, burada. Yani bıçkın bir tip. Böyle fırıldak, bıçkın o demek. Evet yalancının bir özelliği de buymuş.

9- Sayı ve servete yani mal ve çocuklara tapan. 14. ayet. Yalancının bir özelliği; sayı ve servete tapan. Çok önemli. Yani niye oradasın arkadaş? Kalabalıklar da ondan. Niye buradasın arkadaş? Ee buraya çok insan gelmiş, ondan. Eğer cevabı buysa sayıya tapıyor demektir. “Elhâkumu-t tekâśur.” Tekâsür krizidir bu. Sayıya tapıyor. Onun için sayıya tapanlar Allah’a tapmazlar. Allah’a tapmasınlar da, Allah bir tane zaten öyle değil mi? Sayısı en az olan. Eğer sayıya tapıyorsan hakka tapma arkadaş, git çoğa tap! Eyvallah.

10- Sorumsuzdurlar. Onuncu özelliği. Hesap verilebilir bir hayat yaşama çağrısına “eskilerin masalları” diye dudak bükerler (68:15). “Bu, eskilerin masalları; esâtîru’l-evvelîn” orijinal kavramı. Bu aslında, ahirete ilişkin pasajlarda geldiği için bunların hepsi ahirete ilişkin diyeceğim ama ahirette demek doğru gelmiyor bana. Niye? Ahiret dediğimizde direk dünyadan tüm sorumluluğu öte dünyaya atıveriyoruz. Onun için de birçok ayeti ahirete müteallık tefsir ettiğimiz için ayetin dünya hayatında bize dönük hiçbir söylediği şey kalmıyor. Bu doğru değil. Aslında ahiretle ilgili dediğimiz şey aslında neyle ilgili biliyor musunuz? Hesap verilebilir hayat yaşamakla ilgili. Ahiretin kendisi de hesap verilebilir. Yani insan ahiret için yaratılmamıştır. İnsan dünya için yaratılmıştır. Bu ne demek? Bu şu demek: Ahiretini de burada yapıyorsun, buradan götürüyorsun, cennetini de buradan götürüyorsun, cehennemini de buradan götürüyorsun. Bu hayatı güzelleştirmekle memursun, bu hayatı iyileştirmekle memursun. Çünkü din ahiret için gönderilmedi. Bu dünyada işe yaramayan din ahirette hiç işe yaramayacak. Bu dünyada işe yaramayan iman ahirette hiç işe yaramayacak. Öyle değil mi? Onun için onun için ahiret deyince aklımıza şu gelmeli; hesap verilebilir bir hayat yaşamak. Sorumluluk budur zaten. Takva da budur biliyor musunuz? Takva; hesabı verilebilir bir hayat yaşamak. Eyvallah.

Sonuç; “Senesimuhu ‘alâ-l urtûm.” Bu, insanlıktan çıkmış, burnu, hortumu havada, “Senesimuhu ‘alâ-l ḣurtûm”, aslında onun hortumuna diyor, damgayı vuracağız! Nesimu isim de oradan gelir aslında nisam da oradan gelir, nişan demektir. Dolayısıyla, “damgayı vuracağız!” Niye hortum? Hortum nerede? Bu kim? Bu deminden beri sayılan özelliği sayılan tip kim? Velid bin Muğire olabilir, Ebu Cehil olabilir. Allah Resulü’nün amcası olabilir. Ne önemi var ki bunun kim olmasının? Bu her çağda gördüğümüz bir tip. Bu vasıflar kimdeyse o. Bu sıfatlar kimdeyse, hangi çağda yaşıyor olursa olsun adı Hasan da olabilir Hans da olabilir, Ahmet de olabilir Mehmet de, hiç fark etmez, o. Dolayısıyla burada hortumdan bahsediyor. Aslında bu şu. Küstah tipolojiye dikkat çekiyor. Hani ilginç bir Pinokyo masalı var ya bir İtalyan masalı, yalan söyleyince burnu uzayan Pinokyo. Önce tahtadan bir maket, ondan sonra insana dönüşüyor, masal da çok ilginç. İşte Pinokyo masalında olduğu gibi yalan söyleyince burnu o kadar uzuyor ki filin hortumuna dönüşüyor. Burada da böyle bir mecaz var aslında. Harika bir mecaz. Bu efendim, hayvanlaştığının göstergesi. Damgalayacağız diyor 16. ayet. Hortum yalancı ve uzun buruna bir işaret.

Zımnen mesaj şu; Siz, yalan-dolan, iftira ve tezviratla gerçeği dile getirenleri damgalıyorsunuz. Evet siz, yalan-dolan ve iftirayla hakikati söyleyenleri damgalıyorsunuz. Biz ise sizin tipolojinizin özelliklerini hık mık etmeden açık ve net ortaya koyacağız. İnsanlık yaşadıkça Müslüman kılığına da girseniz Kur’an sizi deşifre edecek. Evet. Bu ayetlerin Kur’an’da yer alması bu mesajı veriyor. Siz, hakikatin ayetlerini size okuyan ve hatırlatanları yalan-dolan ve iftira ile damgalıyorsunuz değil mi? “Biz de sizin ta ceddinizden yola çıkarak bu günlerde sizin tanınmanız için sıfatlarınızı böyle on madde halinde saydık ki Allah’ın sizi damgaladığını herkes bilsin diye. İşte biz de sizi böyle damgalıyoruz” diyor. Mesaj bu. Elhamdülillah kimin damgasının çıkmaz olduğunu yarın hep birlikte göreceğiz inşallah.

Farz et ki bugün olsa durum ne olurdu? Sert üsluba ne gerek var diyerek polyannacılık oynayanlar. Kötüyü tanımlama iyiden söz et diye ayar çekenler. Sevelim sevilelim dünya kimseye kalmaz diyen sevgi pıtırcıkları. Niye Kur’an da İncil gibi bir yanağına vurana diğerini çevir dememiş ki? diyenler. Ben o kadar cesur değilim demek yerine “üslubu bozuk” çamuru atanlar çıkar mıydı? Bugün olsaydı, çıkar mıydı? Çıkardı. Evet, çıkardı.

KUR’AN’IN HAYAT YOLCULUĞUNDA KALEM DURAĞI

Ayetlerin işaretleri: Kur’an bu durakta zımnen diyor ki:

Ağır, uyarıcı, uyandırıcı, sarsıcı, etkili iz bırakan mesajım var.

Mesajım değişim ve zihniyet devrimi ön görüyor.

Değişim mesajımı, boğmaya kalkan bir kütle var. Tezvirat, iftira, algı yalan-dolan, dedikodu, goygoy onun eseri.

Ey barışın elçisi olan Müslüman ve güvenilir kimse, ey mümin, tanı bunları diyor.

Tanı bunları deyince aklıma nasıl gelmesin şimdi. Evet Adiloş Bebe.

“Bunlar engerekler ve çıyanlardır.

Bunlar aşımıza ekmeğimize göz koyanlardır.

Tanı bunları, tanı da büyü.” Ahmet Arif, rahmet olsun.

EKLER

Papazın ölüyü diriltme kerameti: Jesus diyor, İsa diyor. Evet. “Elyota kalk” diyor. Birazdan Elyot kalkacak. Allahu ekber. Bu kerameti görünce… Yok yok, o istidraç falan diyen ukalalar bilgilerini kendilerine saklasınlar. Bu literatürün hiçbirinin dinle imanla Kur’an’la İslam’la alakası yok. Uydurulmuş şeyler onlar. İstidraçmış, kerametmiş, mucizeymiş hatta. Kur’an’da bir tanesi yer almaz bu anlamıyla. Mucize hiç yer almaz. İlk 300 yılda yok zaten. Efendim, keramet istikamettir. İstikameti olmayanın kerameti yoktur. “Ve lekad kerremna beni âdem: Biz âdemoğlunu mükerrem kıldık, keramet sahibi kıldık. Âdemoğlunun hepsinde olan keramettir, izzettir, insanlık izzetidir, onurudur. Bu olay şu anda mahkemelik. Üç cenaze şirketi bu sahtekâr papazı, mahkemeye verdiler, “hepimizi aldattı” diye. Evet hiç garip değil. Bu, insanlık tarihi boyunca -Müslümanların tarihinde de- bu dümen çok çevrildi, bunu söyleyeyim. Bu dümen çok çevrildi. Ama nedense internet yaygınlaştı yaygınlaşalı; şarlatan kerametçilerin kerameti bitti. Artık yani Çin işi çipli post yürütemiyorlar. Anlatabiliyor muyum? Postsuz yürütüyorlar bu sefer de ama yine yürütüyorlar. Evet, uydurulmuş dindi bu.

Bir kitap tavsiyem var. Herkes akademisyen olabilir ama herkes yürekli akademisyen olamaz. Herkes kitap yazabilir ama herkes hakikati söyleyemez. Hakikati söyleyenlerin binde biri de toplumu, toplumun nefretini üstüne çekeceğini bildiği hakikatleri söyler ancak. Binde 999’u söylemez. İşte bu yiğit adam Ahmet Akbulut, çok nadir, bu ülkedeki yürek yiyen adamlardan biridir. “Sahabe Dönemi İktidar Kavgası”, önümüzdeki 14 gün için, iki hafta için bu kitabı tavsiye ediyorum. Neden, ne alaka var diyeceksiniz? Anlattığımız konu Allah Resulü’ne Mekke müşriklerinin saldırısını içeriyor. Bu kitapla o kadar alakası var ki. Mekke müşriklerinin Allah Resulü’ne saldırısını aslında sahabe dönemindeki kavgalar sırasında da görüyoruz. Kim kimi temsil ediyor, kitabı okuyunca göreceksiniz.

Tavsiye görsel: Doubt. Şüphe, kuşku, tereddüt. Güzel bir film. Ben izledim, tavsiye ederim. 6 Şubat 2009 tarihinde gösterime çıkmış. John Patrick Shanley diye bir de yönetmeni var. İzlemenizi tavsiye ederim. Tabiat ayetleri. Altıncı büyük yok oluş kapıda. Böceklerin sayısı giderek azalıyor. Einstein mıydı arılar yok olduktan sonra insanlığın sadece ve sadece 4 yılı var diyen. Evet. Gerçekten de böceklerin sayısı giderek yok oluyor. Eğer bu zincir kırılırsa zincirin son halkası bizim için son demektir. Bu çok önemli.

Neden 6. büyük yok oluş? Dünyanın yaratıldığı günden bugüne yani 4 milyar 600 milyon yılda dünya beş kez, dünyada beş kez canlılık yok oldu. 250 milyon yıl önce, bir canlılık yok oldu, karbondioksit patlamasından dolayı yeryüzünde nefes alacak bir hava kalmadı. Okyanusların içinden başka yerde canlılık yok oldu. 66 milyon yıl önce bir yok oldu. Yine 700 milyon yıl önce kartopu dünyada yeryüzü üzerinde canlılık minimuma indi. Ne oldu kartopu dünya? 3 kilometrelik bir karla kaplandı yeryüzünün her tarafı. En az üç kilometrelik ve işte o zaman bir yok oluş yaşadı. 66 milyon yıl önce Meksika’ya Yucatan Yarımadası’na 10 kilometre çapında bir kaya düştü, bir dev göktaşı düştü. O göktaşı yüzünden yıllarca güneş ışığı görmedi yeryüzü. Yeryüzünün her tarafını küller kapladı ve dinozorların tamamının neslini yok etti yeryüzünde. Ondan sonra yeryüzünde dinozorlara ait herhangi bir şey çıkmadı. Ve Yucatan Yarımadası’ndan fırlayan kayalar 3 bin kilometre öteye sıçardı. Yeryüzünün her tarafında bir katman oluştu jeologlar o katmana ulaşıyorlar o katmanı buldukları zaman, 66 milyon yıl önceki felaketin katmanı bu diyorlar. Evet. Yeryüzünde böyle şeyler oldu. Dolayısıyla yine Tobe Yanardağı patladı. Yeryüzünde yıllarca yeryüzü güneş görmedi. Hayat yüzde yetmişe kadar düştü, tüm hayat. Dolayısıyla bu anlamda bir yok oluşa doğru gidiyoruz. Kıyamet deyince aklınıza bu da gelmeli. Ve ellerimizle kıyamet kopuyor ve bu noktada Kur’an’ın uyarısını aynen muhteşem bir ilke olarak buraya dercedeyim:

“Ellerinizle yaptıklarınız yüzünden karada ve denizde fesat çıktı.” Evet. “Zahera-l fesâdu fî-l berri ve’l-bahri bimâ kesebet eydî-n nâs: İnsanların elleriyle yaptıkları yüzünden Karalarda ve denizlerde fesat çıktı.” (Rum 30:41). Eyvallah.

Dersin berceste ayeti:

Ve-inneke le’alâ ulukin ‘azîm: Muhakkak ki sen şüphesiz sen kararlı, azimli bir ahlak üzeresin.” (Kalem 68:4).

Yaşanmışlıklar:

Eklere böyle bir ilave yaptım. İnşallah bundan sonra yeri geldikçe yaşanmışlık bölümünde bir şey anlatacağım ama kısa keseceğim. Bir dersimden sonra burada olan bir dostum telefon etti. Hocam dedi bir sevincimi paylaşmak istiyorum. Bugün derse getirdiğim beyefendi dedi geçmişte yıllar önce bir olay yaşamış. İşte Kur’an’a bakarken Kur’an’da Allah’ın yarattıklarına yemin ettiğini görmüş ve efendim ya Allah yarattığına yemin eder mi demiş kapatmış, o kapatış! Bugün derste Allah’ın yemininin aslında “şahit olsun, dile gelsin “anlamında olduğunu öğrendim ve benim için düğüm çözüldü demiş dedi. Benim için güzel bir hatıraydı, güzel bir yaşanmışlıktı. Dedim ki, demek ki bizim için çok sıradan gibi gelen bilgiler, bazıları için hayati hatta hayatlarının dönüşümü olabiliyor. Onun için bilgiyi taşımak lazım mutlaka. Ya bunda ne var ki, bu küçük dememek lazım, onu mutlaka taşımak lazım, belki bir insanın ömrünün düğümünü çözüyorsunuz. Bir insanın, Kur’an’ı kapatmış ve bir daha eline almamış bir insanın bir daha Kur’an’la tanışmasına yeniden buluşmasına vesile olabilirsiniz.

Evet, benim kahramanlarım. Evet, bu sanırım Japonya’da yaşanmış bir olay. Evet, bu da trafik polisi. Evet bugünkü kahramanım bu. Trafik polisinin bir yaşlıyı sırtına alıp karşıya geçirmek gibi bir görevi olmayabilir. Ama trafik polisi, trafik polisi değil de sadece bir insan olduğunu hatırlarsa insanlık görevidir.

Efendim, bir sonraki derste yeniden, 20. derste Kalem suresine kaldığımız yerden devam etmek üzere hepinizi sevgiyle, saygıyla, hürmetle selamlıyorum. Allah’a emanet olun.

 

 

Yorum Yaz