Siretü’l Kur’an-4.Ders-“Cahiliyye Şirk Ehlinin Ahlakı”

Siretü’l-Kur’an 4. Ders- Cahiliye Şirk Ehlinin Ahlakı – 25.11.2018

Hepinizi selamların en güzeliyle selamlıyorum.

Dünyanın her neresinde insanlar birbirlerini nasıl selamlıyor, nasıl günaydın diyorlarsa. Selamun aleyküm, sabahel hayr, sabah be hayr, rojbaş, pali lui, good morning, guten morgen, bonjour, buongiorno, dobroye utro, salamat pagi, ohayo gozaimasu, zaoen… Her ne diyorlarsa.

Dünyanın her yerindeki yedi küsur milyarlık insanlık ailesi birbirine nasıl selam veriyorlarsa öyle selamlıyor ve Siretü’l-Kur’an dersimizin, Kur’an’ın hayat yolculuğu dersimizin dördüncüsüne başlıyoruz.

Yine unutmuyoruz; “insan olmadan Müslüman olunmaz”,“dindarlığı Allah’a göster, bana insanlığın lazım” diyoruz. Yine diyoruz ki; bir din ki mensubunun ahlakını, aklını, vicdanını, adaletini, kalitesini yani insanlığını artırmıyorsa, holiganlığını, yobazlığını, çomarlığını artırır. Biz o dinden Allah’a sığınıyor ve o dinden Allah’ın hitabıyla indirdiği dine geçiyoruz, ona sığınıyoruz.

Bugün konumuz; “cahiliye müşriklerinde ahlak”.

Malumunuz Siretü’l-Kur’an dersimiz: Kur’an’ın hayat yolculuğu…

Kur’an’ın hayat yolculuğunu anlatırken Kur’an’ın ayaklarını nereye bastığını bilmek lazım. Kur’an’ın ayaklarının bastığı yer, ayetlerin nüzul ortamı.

Tıpkı bir ağacın kökünü saldığı saçaklarını saldığı yer gibi.

Eğer siz ağacın meyvelerinde sorun görüyorsanız, büyümesinde sorun görüyorsanız, sağlığında sorun görüyorsanız o zaman ağacın ayağını bastığı, saçaklarını saldığı toprakta bir sorun var demektir.

Ya toprakta bir eksik var demektir, ya suyu eksiktir, ya minerali eksiktir, ya başka bir şeyi eksiktir ya da havada bir sorun var demektir… Yani ortamında, bağlamında bir sorun var demektir.

Dolayısıyla o sorunu iyi anlamanın yolu onun bulunduğu ortamı anlamaktan geçer.

Ayetleri iyi anlamanın, Kur’an’ın nüzul sürecini iyi anlamının yolu ayetlerin ayağını bastığı yeri iyi tanımaktan geçer. İşte burada onu yapıyoruz.

Daha önce cahiliye Arap kültürünü ele almıştık. Bugün de cahiliye ahlakını ele alacağız. Cahiliye ahlakı derken, hiç şüphesiz her toplumun bir ahlak anlayışı var.

Ama önce ahlak kelimesine şöyle kısaca bir gireyim…

Ahlak, “hilkatten” geliyor. Hulk, hilk ve halk… Üçü de aynı kökten.

Hilk, hilkatten geliyor. Yani yaratılış demek. Peki ahlakı şöyle mi tanımlayacağız?

Ahlak kelimesi yaratılış kelimesinden türüyorsa, ‘ahlaki olan; insanın veya bir şeyin yaratılışına uygun davranmak’ mı diyeceğiz? Hayır.

Çünkü hayvan davranışları ‘ahlakidir, değildir’ üzerinden anlaşılamaz.

Böyle bir tasnif yapılamaz. Peki o zaman nasıl tanımlayacağız? Ona geleceğim.

Hilkat, hulk… O ne demek? İşte o tam da bizim ahlak dediğimiz kelimedir Arap dilinde. Yani ötreli kullanılırsa, dammeli kullanılırsa…

Ötre Arap dil felsefesinde özneye delalet eder.

Kişinin davranışı üzerinde özne olması… Davranışının faili, davranışının nesnesi değil öznesi, bilinçli davranış demektir hulk.

“Halk” da oradan geliyor. Halk diyoruz. O ne demektir? Maddi olan.

Davranışın maddi olan kısmına denir. Davranışla ilgili tüm maddi olan araçlara da denir. Dolayısıyla ahlak kelimesi böyle.

Türkçede ahlak töre olarak kullanılmış. Aktöre de diyorlar. Töre aslında kanun demek, yasa demek. Taa “Tora”ya kadar gider aslı. Yani Tevrat.

Tevrat’tan türemiş Türkçedeki töre. Yani nasıl bir etkileşim olmuş bu çok açık değil.

Ama Tevrat’tan töreye dönüşmüş. Töre aslında, gelenek anlamını da içeriyor.

Ki bugün gelenek anlamında kullanılıyor. Anane, âdet, gelenek.

Bu daha çok aslında kamusal ahlak, belki atasal ahlak demek lazım…

Atalarınız ne yapıyorsa ahlak o olmuş oluyor -ki

Tam da cahiliyenin ahlak anlayışı buydu, ahlaktan anladığı buydu.

“Moral”… 20. yüzyılın ilk yarısında ‘moral’ olarak kullanılıyordu. Üçüz yıl yaklaşık böyle kullanıldı. Latince kökenli bir kelime. Ondan sonra Yunanca kökenli

“etik” kullanılmaya başlandı. Aristo’nun o ünlü eseri; “Nikomakhos’a Etik” kitabında da bu böyle geçiyor.

Etikle moral arasında sanırım şöyle bir fark var: Moral daha çok bireysel bir ahlaka, etikse kamusal ahlaka tekabul ediyor. Aslında “etiğin” kök anlamı, etimolojisi, kökeni Arapçadaki “ahlak” kelimesiyle çok uyumlu. Ahlak ve özgürlük ilişkisi hiç şüphesiz kopmaz bir ilişki. Neden?

Zira özgür olarak tercihlerinize dayalı değilse bir şey, onun sizin ahlakınız olup olmadığı sorgulanır.

Zira size zorla yaptırılan bir şey sizin eyleminiz değildir ki… Onun için birini kendi tercihi olmayan bir şey yapmaya zorladığınızda, onu, o davranışı ‘ahlaki’ veya ‘ahlaki değil’ diye niteleyemezsiniz. Niye? Çünkü onun davranışı yok ki…  O davranış, onu ona yaptıranın davranışı. O tercih etmedi ki… İradesini kullanmadı ki… Onun için ahlakın araçları bellidir. Akıl, irade, vicdan ve bilinç ahlakın araçlarıdır.

Ahlakın olmazsa olmazları vardır. Bunların en başında bilgi gelir. Bir numaraya yine bilgi gelir. Çünkü iyi bilmeden iyi yapamazsınız ki… Yine orada da bilgi temellidir.

Bakınız, ahlaki davranış, iyinin bilgisine dayanır. Bilginin arkasından sorumluluk gelir. Sorumluluk, ahlakın temel ihtiyaçlarından biri.

Sorumluluk olmadan ahlaki davranış olmaz. Üçüncüsü empati. Aslında onu biz hadis diye biliyoruz, insanlık tarihiyle yaşıt muhteşem bir kalıp o: “Sana yapılmasını istemediğini başkasına yapma”. Diyeceksiniz ki buradan nasıl geldik; “Acırsan acınacak duruma düşersin” söylemine… “Merhamet etmeyene merhamet olunmaz” diyen bir peygamberin ümmeti nasıl oldu da “Acırsan acınacak hale gelirsin”e geldi?

Galiba ahlak tasniflerine bir tasnif daha eklemek lazım: “Çomar ahlakı”! Bu da ona giriyor, çomar ahlakına… Onun için ahlakın en temel vasıflarından biri de empatidir.

Yani karşıdakinin yerine kendinizi koyacaksınız. Kendinizi koyuyorsanız ve koyduktan sonra “bana da böyle yapılmasını isterim” diyorsanız yapın.

“Yok, bana böyle yapılmasını istemem” diyorsanız yapmayın.

İşte bu ayırıcı vasıf, vicdanın vasfıdır. Vicdan ayırır. Onun için ahlakın temel ilkeleri, uhdeleri de yani sermayesi de bulardır. Bunlar üzerine inşa edilir ahlak.

Yine ahlak üzerine söyleyeceğim şeylerden biri de şuydu.

Yanlış kullanılıyor bazen bakıyorum. “İyi-kötü” ahlak alanında kullanılır,

“adalet-zulüm” hukuk alanında kullanılır, “doğru-yanlış” mantık alanında kullanılır, “hak-batıl” din alanında, inanç alanında kullanılır, “güzel-çirkin” estetik alanında, sanat alanında kullanılır…

Onun için hangi kavram çiftlerini nerede kullanacağımıza dair doğru bilgi, doğru düşünmemizi de kolaylaştırır. Doğru yapmamızı da kolaylaştırır.

Evet irade, akıl, vicdan ve bilincin olmadığı bir yerde ahlaktan söz edilemez.

Onun için dedim ki, hayvanların davranışının ahlaki olup olmadığından söz edilemez.

İnsan davranışının ahlaki olup olmadığından söz edilebilir.

Zira insan davranışı bilinçli, akıllı ve iradelidir yani seçerek davranır. Onun için ahlak aslında eşyayla, insanla, Allah’la, kendinizle girdiğiniz ilişkideki davranışınızın biçimidir.

Hep de davranış alanında gerçekleşir ahlak. Onun için yani iyi düşünmeniz yetmez.

İyi yapmanız gerekir. İyi düşünüp de kötü yapanlar, ahlaklı olmuş olmazlar.

Zaten iyi düşünenin iyi yapması lazım. Bu anlamda Kur’an’da maruf ve

münker kelimelerini hatırlayacaksınız. El-ma’rûf, el-munker. Bu iki kavram dinî değil ahlakidir.

Marufa çağırır, münkerden sakındırır. Temel görev budur. Maruf; insanlığının ortak aklının iyi gördükleri, münker ise insanlığın ortak aklının kötü gördükleridir.

Evet, şimdi ahlak tanımına geleyim ben. Bu tanım benim tanımım.

Ahlak; varoluş anlam ve amacıyla uyumlu davranıştır. Biraz önce demiştim ki: Ahlak yaratılışa uygun davranıştır diyemeyiz çünkü akılsız varlıklar da yaratılışlarına uygun davranırlar. Ama bu ahlakidir diyemiyoruz. O zaman bu tanımdaki fark nedir?

Anlam ve amaç. Ahlaki davranışından söz edebilmek için, bir varlığın anlamı okuyabilmesi, amacı kavrayabilmesi lazım. Yani anlam ve amacı kavrama yeteneği olmayan bir varlığın davranışları ‘ahlakidir/değildir’ denilemez.

İnsan; anlamı arayan, anlamı fark eden, anlamı görüp gözeten ve amacı fark eden bir varlık olduğu için insanın davranışları ‘ahlakidir/değildir’ denebilir.

Şirk ehlinin ahlakı… Müşrikler deyince hemen zihin bundan bin dört yüz yıl öncesine gidiyor.  Gitmesin diye söyledim. Şirk ehli. Niye? Şirk ehli geride kalmadı ki, şirk ehli bin dört yüz sene öncede kalmadı.

Eğer bin dört yüz sene öncede kalmış olsaydı, Kur’an’ının neredeyse üçte biri aslında miadı dolmuş, tarihi geçmiş, son kullanma tarihi geçmiş bir ayet grubu olurdu, değil mi? Şirk ehli bugün de yaşıyor.

Hani, Arif Nihat Asya’ya rahmet olsun, “Ebu Cehil kıtalar dolaşıyor” diyordu ya…

Yani Ebu Cehil her yerde.

Şöyle demiştim; “Ebu Leheb ölür Ebu Leheblik ölmez.” Ebu Cehil ölür, Ebu Cehillik ölmez. Firavun ölür, Firavunluk ölmez. Yiğit ölür, yiğitlik ölmez. Orası da öyle.

Adam ölür ama adamlık ölmez. Evet, bu anlamda şirk ehlinin ahlakı, nasıl bir ahlak?

Şirk ehlinin ahlakı deyince ne geliyor aklımıza? Cahil versus halim.(15:35)

Evet, cahil ‘halîm’in karşıtıdır Arap dilinde.

Yani cahilin zıttı neydi diye merak edenler varsa içinizde, Arap dilinde cahilin zıttı ‘halîm’dir. Halim nedir? Aslında bizde “yumuşak huylu, uyumlu” gibi çağrışım yapıyor zihnimizde. Ama “halim” aslında:

Yaptığını farkında olarak yapan, bilinçli olarak yapan, akıl ve mantık içinde davranan anlamına geliyor. Dolayısıyla “cahil” de “mantıksız”. “Halim” aynı zamanda “nazik” anlamına geliyor. O zaman “cahil: kaba”. Halim aynı zamanda; “karşıdaki insana güzel muamele eden” anlamına geliyor. Cahil ne olmuş oluyor? “Kötü muamele eden, kötü davranan” yani “yobaz, kaba, maganda, maço” diyorlar ya işte o tip. Cahiliye dediğimiz dönem veya devir aslında maçoluk devri, magandalık devridir.

Onun için bu ikisi birbirinin zıttıdır. Hadsiz ve hadli. Halim, “haddini bilen” anlamına geliyor. Arap dilinde aynı zamanda. Cahil ne anlama geliyormuş o zaman? “Haddini bilmeyen”. Yani had hudut. Had sınır demek. Sınırlarını bilmeyen adam cahiliye. Ölçülü/ölçüsüz. Yani bunlar birbirinin karşıtı. Ölçüsüz versus ölçülü.

Dolayısıyla ölçülü adam halim, ölçüsüz adam da… Aslında ölçüsüzlük kadersizlik.

Bu ümmetin imanının içine olmayan bir maddeyi koydular, “kadere iman” diye…

Bu millet, bu toplum, Müslüman şark ‘kadersiz’dir. Niye?

Ölçüsüzdür. Ölçüsüz.

Allah her şeyi bir ölçüyle yarattığını ifade buyuruyor değil mi?

Ama hiçbir ölçüye riayet etmeyen bir kütle ile -kitle demiyorum bakınız,kütle ile ur gibi bir şeyle- karşı karşıyayız.

Birinde hanım havluluk istedi. Havluluk aldım. Taktım. Hiçbir havlu olmuyor.

Ölçüsüz, standart yok. Bu coğrafyalarda standart yok.

Onun için de standarda uygun mu diye standart kontrolü yapamıyorsun. Niye?

Standart yok. Ölçüye inanmıyor. Allah’ın yasaları olduğuna inanmıyor.

Davranışında standart yok. Düşüncesinde standart yok. Bunu tüccar ediyorsun, tüccarlığında standart yok. ‘Kabala’cı, ‘götürü’cü. Ölçmüyor, tartmıyor. Onun için hep kabalar. Düşünürken kabalar. Bu adamı gidiyorsun bilim adamı ediyorsun orada da standart yok. Çalıyor çırpıyor bir doktora tezi yazıyor. Oradan bir yerlere yürüyor.

Bu adamı siyasetçi yapıyorsun. Orada da standart yok. Hiçbir standardı yok.

Tüm tanımları kendisi yapıyor. Uluslararası kabul görmüş tanımların hiçbirine riayet ettiği yok.

Yani ne yaparsanız yapın, ölçüsüz. Ölçülü/ölçüsüz, işte cahil ile halim arasındaki fark budur. Dindar ve ahlaksız!

Bir düşünür Rusya’yı gezmiş. Demişler ki; “Rusya’yı nasıl buldun?”.

“Çok dindar ve çok ahlaksız buldum” demiş.

O düşünürü buraya getirip, buraları gezdirmeyin!

Kabile ve babalar dini ile kayıtlı ahlak. Evet, cahiliye ahlakının en tipik vasfı, niteliği kabile ile kayıtlı olmasıdır.

Cahiliyede iyi şeyler yok muydu? Vardı. Hani şimdi “cahiliyenin de hakkını yemeyelim canım”cılar var ya piyasada…

Bakınız. “İrd” diye bir “cahiliye ahlak kurumu” var. Kurum deyince, aklınıza öyle bir resmî kurum gelmesin.

Böyle bir uygulama, böyle bir âdet, anane var. Bu ird ahlakında mürüvvet en temel vasıflardan biridir.

Mürüvvet bizde de kullanılıyor, ‘insanlık’, ‘iyi insan olma’ anlamında… Ama şecaat mesela, cahiliye ahlakında çok önemliydi. Cesaret, cesaretli olma… Cesaretsiz adamı adamdan saymazlardı. Sahavet, cömertlik…  Cahiliye ahlakında çok temel bir yer tutardı. Siz cahiliye ehlinin kahve ikram etmesini bir görseniz… Orda birine, bir misafire, kahve ikram etmek demek özel bir iştir, özel bir emektir.

Önce ateş yakacaksın. Çadır ehlinin çölde ateş yakması ne demek? Ocak orada gaz orada değil yani, öyle bir şey yok.

Onun için ateşi yakacak, ateş köz olacak ondan sonra kahveyi kavuracak, o kahveyi dibekte dövecek, o dibekte dövüldükten sonra ateşin közünde kahveyi de pişirecek ve sana getirecek.

Şimdi bu kahvenin kırk yıl hatırı olur diyeceksiniz. Şimdi kahve makinasına kahveyi koyun ondan sonra misafire getirin, kırk yıl hatır bekleyin. Yok canım bir dakikalık hatırı vardır belki. Ama kırk yıl sürmez.

Dolayısıyla sahavet, cömertlik öyleydi cahiliye ahlakında. Hürriyet. Özgürlüklerine çok düşkün adamlardı. Ama bunların hepsi de kayıtlı ahlaktı.

Kayıtlı ahlak, ahlak değildir. Ahlak ikiye ayrılır. Kayıtsız ahlak, kayıtlı ahlak. Neden?

Şuna ahlaki davranış olarak yaptığı davranışı bir başka yerde ötekine ahlaki davranış olarak yapmaz. İşte buna kayıtlı ahlak diyoruz.

Bir davranışın kayıtlı ahlak olması için onun nerede, kime karşı, ne zaman yapıldığının hiçbir önemi kalmamalı, o sırf iyi olduğu için yapılmalı. Sırf iyi olduğu için.

Yani karşıdakine göre değişiyorsa o davranış ahlaki davranış değildir. Daha önceki yaptığınıza ahlaki demiyoruz. Hatta ahlaksız diyoruz.  Doğru davranış yaptınız ama ahlaksız. Niye? O bizden diye ahlaklı davrandınız. ‘Onu tanıyorum ama bunu tanımıyorum!’ Tanıdığıma ahlaki davranayım, dürüst olayım, tanımadığıma dürüst olmayayım!’ Alın size bir ahlaksızlık çeşidi. Tanıdığıma adil olayım, yakınıma adil olayım, tanımadığıma yakınım olmayana adil olmak gibi bir sorumluluğum yok!’

Alın size ahlaksızlık çeşidi.

Dolayısıyla kayıtlı ahlak, ahlak değildir. İşte bu anlamda cahiliye toplumunda ahlaki davranış biçimleri vardı. Fakat hepsi de kabileyle kayıtlıydı.

Kabile ve atalar dini. Dolayısıyla ahlak kabilecilik çerçevesinde işliyordu.

“Bizim kabileden değilse, ona karşı dürüst olmak zorunda değilim.

Bizim kabileden değilse ona bir şey vermek, bir şey ikram etmek zorunda değilim.

Bizim kabileden değilse onun hayatına saygı duymak zorunda değilim.

Bizim kabileden değilse onun özgürlüğüne saygı duymak zorunda değilim!”

Bunlar bir şeyler hatırlattı mı size?

Bugünlerde bir şeyleri hatırlatıyor mu? Onun için kabilecilik de o günde kalmadı diyorum. Evet istisnalar kaideyi bozmaz. Tabii ki her toplumda iyiler her zaman var ama iyiler istisna ise eğer, işte onlar istisna olmaya mahkûm oluyorlar.

Onun için iyiler pasif iyi olmaz, aktif iyi olurlarsa istisna olmaktan çıkarlar; iyilik kural haline gelirler. Bizim tüm çabamız iyilerin istisna olmaktan çıkıp kural olması, kötülerin de istisna olmasıdır.

Bir ahlaksızlık türü olarak: Şirk. Cahiliye şirk ehlinin ahlakını ele alıyoruz şu anda.

Cahiliye şirk ehlinin ahlakının en temelinde şirki görüyoruz.

Siz şirk deyince bunu bir inanç biçimi olarak görüyorsunuz. Aklınıza ilk gelen şey bir inanç biçimi. Nasıl bir inanç biçimi?

Yani “Allah’a ait niteliklerin Allah dışında birilerine verilmesi!”  Yani şirk. Lütfen şirki ateizmle, ilhadla karıştırmayın. Şirk; içinde Allah olan inançtır. Allah’a inanmayan şirk koşamaz. Her müşrik zorunlu olarak Allah’a inanmak zorundadır.

İçinde Allah inancı bulunmayan inkâra şirk denmez. Ve Allah’ın affetmediği tek günah “şirk”tir. Neden? Çünkü şirk akideyi vurmadan önce ahlakı vurur.

Evet, şirk bir ahlaksızlık türüdür. Onun için bu ayeti hiç unutmayın. Bu ayeti lütfen zihninize yazın.  “İnneme’l-muşrikûne necesun: Hiç kuşku yok ki şirk ehli pisliktir.”

Soru şu: Kur’an hakaret mi etti? Çok ciddiyim bu soruda.

Kur’an’ın hak olduğuna, Allah’ın kitabı olduğuna iman eden Müslümanlara şöyle sorarım ben: Allah hakaret mi etti? Soru bu.  Nisa suresinin 140. ayetini açın: “Allah’ın ayetlerinin inkâr edildiği ya da onlarla alay, hakaret edilen bir yerde sohbetin konusu değişinceye kadar orayı terk edin.” buyurur.

“Vurun, kesin kellesini, oyun gözünü, öldürün, atın çukura!” değil, sadece orayı -sohbetin konusu değişinceye kadar- terk edin, der. Böyle bir kitap.

Böyle bir merhamet.

Peki neden böyle bir cümle kullanır? “Müşrikler pisliktir. Şirk ehli pisliktir.”

Ben günümüzde bu ayeti öyle derin yaşadım ki. Taa iliklerime kadar “müşrikler pisliktir” diyorum her gün. Her gün diyorum bunu. İyi ki varsın Allah’ım diyorum. İyi ki varsın. Ben görüyorum. Bunu kaç kere gördüm. Müşriklerin nasıl pislik olduğunu…

Yaşamayan bilmez. Eğer size de şirk ehli bana yaptıklarının kırkta birini, zekâtını yaparlarsa siz de bu ayetten dolayı şükür secdesine kapanırsınız.

Çünkü söz bitiyor. Küfür bilen insanlar değiliz.

Peki, ne yapacağız?

Olanı biteni izah edemiyorsunuz, kelimeler bitiyor. “Bu nasıl bir şey?” diyorsunuz.

“Bir insan bunu nasıl yapar?” diyorsunuz değil mi? Tam işte budur; “şirk ehli pisliktir”. Tek cümle. Başka bir izahı yok.

Öyle bir oturuyor ki, “Teşekkür ederim Allah’ım.” diyorsunuz.

Neden? Kur’an hakaret mi ediyor? Kur’an hakaret etmez. Kur’an fotoğraf çekiyor.

Kur’an vasfediyor, niteliyor. Kur’an bir durumu dile getiriyor. Hem de tüm çıplaklığıyla, bütün açıklığıyla, bütün netliğiyle, hiç çenesini ağzını döndürüp durmadan net bir biçimde söylüyor: “Şirk ehli pisliktir!”

Neden? Birinci cevap, Yunus sûresinin şu ayetidir (10:100): “We yec’alu’r-ricse alellezîne lâ ya’qilûn: Ve O aklını kullanmayanları pisliğe mahkûm eder!”

Zira şirk aklı iptal eder!

İkincisi; kula kul, meyyit, mürit, sürü olur. Ahzab 33:67’ye bakın. Evet orada “sâdetenâ we kuberâenâ (ileri gelenlerimiz ve büyüklerimiz)” kelimelerini görürsünüz. Kur’an’da bir tek yerde “sâdet” geçer. O da burada geçer.

Aklı iptal eden kişiler, insanı sürüleştiren tipler için kullanılır.

Çok ilginç. Nereden nasıl aradınız buldunuz da şeyhinize ad olarak koydunuz bu ismi? Kur’an’ın yerin altına soktuğu, lanetlediği bir zümreyi nasıl getirdiniz de başınızın üstüne taç ettiniz? Bu da ayrı bir problem. Üçüncüsü ya kula kul olur ya kulu kul edinir, Zuhruf sûresinde buyurulduğu gibi (43:54). Kula kul olmak ve kulu kul edinmek yani özetle ya firavun olur ya da firavun arar! Tüm kötülüklerin temeli buradan gelir. Ne kadar ahlaksızlık varsa temelinde, kula kul olmak yatar. Kula kul olmak yasaksa paraya kul olmak, makama kul olmak, mevkie kul olmak, şöhrete kul olmak zaten yasaktır.

Kadına veya erkeğe kul olmak, çocuğa kul olmak veya sayın gitsin… Onun için kula kul olmakla başlıyor tüm zulümler. Kulu kul edinmekle başlıyor tüm zulümler. Tüm ahlaksızlıklar kulluğu bölmekle başlıyor. Allah’ın imanımızdan çıkarı yok. Ama Allah Kendisini “bir tek” olarak bilmemizi istiyor. “Lâ ilâhe illallah” işte budur.

“Lâ ilâhe illallah” ahlaksız olmayın demektir. Niye? Kula kul olmaya ya da kulu kul etmeye başladığınızda tüm ahlaksızlıklar sökün eder de ondan. Kulu kul edinmek için yapmadığı kalmaz insanoğlunun veya kula kul olduğunda da yapmadığı kalmaz. Niye? Artık insanı tanrılaştırmış kendisi de onun kulu olmuştur. Allah’ı över gibi onu över, aklını ona teslim eder. Aklını kiraya verir. Aklını kiraya verdikten sonra o aklı alanın o aklı nasıl kullanacağı malumdur zaten…  Onun zombisi olur ve orada insan kalmaz, artık insan yoktur. Başka bir şeye dönmüştür. Mankurta dönmüştür.

Cengiz Aytmatov’un romanında geçen o mankurta dönmüştür. Dolayısıyla şirkin pislik olması, şirk ehlinin pislik olması işte tam da budur. Bundan dolayıdır. Tüm zamanları için bir örnek vereceğim.

Örneğimi Kur’an’dan vereceğim. Neden? Zira Arap dilinin bize kadar gelmiş ilk kaynağı Kur’an’dır. Kur’an’la yaşıt veya Kur’an’dan önce Arap diline ait bize kadar gelmiş mevsuk yani vesikalı bir kaynak yoktur.

Onun için Kur’an’ı aynı zamanda Arap geleneği, Arap cahiliyesi,

Arap edebiyatı, Arap dili vs. hakkında elimizdeki ilk kaynak olarak değerlendirmek ve görmek zorundayız. Başka yok. Cahiliye şiiri diyeceksiniz. Hayır, cahiliye şiiri Kur’an’dan yüz elli, iki yüz yıl sonra derlendi. Ve maalesef birçoğu uyduruldu. Uydurma hadis sorunu Kur’an inerken vardı. Kur’an bu sorunu boşuna dile getirmiyor. Yusuf sûresinin son ayetinde; “Mâ kâne hadîsen yufterâ:

Bu Kur’an uydurulmuş bir hadis değildir!”(12:111)demesi boşuna değil. Niye?

Zannediyorlar ki uydurma hadis sorunu hadisler toplanmaya veya hadisler yazılmaya başlanınca hicri 3. yüzyılda veya 2. yüzyılda başladı. Hayır! Kur’an inerken bu sorun bizzat vardı zaten bu sorunun nasıl ortaya çıktığını, nasıl dallanıp budaklandığını yeri gelince anlatacağım. Hatta Daru’n-Nedve’de akşam oturmaları vardı. Mekke’de müşriklerin siyaset merkezi olan Dâru’n-Nedwe’de akşam oturmaları vardı. Bu oturmalarda insanlar nutuk atarlardı. Bu nutuklar aslında uydurulmuş hadislerdi. “Hadis” sonradan ortaya çıkan demektir.

Önceden olmayıp sonradan olan. “Kadim”in zıddıdır. “Kadim” eski, “hadis” ise önceden olmayıp sonradan ortaya çıkan demektir. Tam da adı gibi yani. Onun için bu anlamda Kur’an bizim için cahiliyeyi anlamak konusunda da ilk metindir. (Şirk ehlinin ahlakını vasfeden)Kalem suresinin 7-13. ayetlerine bakalım:  Şirk ehli Kur’an’a çağırana ‘sapık’ der (68:7). Bu tipi gözünüz bir yerden ısırıyor, değil mi?

Hidayet ve dalaleti ters çevirir. “Mükezzib: yalancı”dır, dini imanı yalandır, yalana biat eder (68:8). Ben burada ayetleri motamot çevirmiyorum, ayetin dediğini özetliyorum. Yalaka ve yağcıdır, “tudhinu” yağ çeken demektir. Yalaka ve yağcıdır, yağcılık bekler (68:9). Yeminle söz verir sözünü tutmaz. “Hallâfin mehîn” bu demektir (68:10). Arkadan konuşur, “hemmaz”lık yapar, ara bozmak için mekik dokur (68:11). İyiliğe engel olur, “mu’ted” yani saldırgan ve zorbadır (68:12). “Utullin”; insafsız, kaba ve nezaketsizdir. “Zenîm” sahtekâr ve fırıldaktır (68:13). Nasıl bir tip ama? Tipe bakar mısınız? Kur’an’a çağırana ‘sapık’ der. Yalancıdır, dini imanı yalandır, yalakadır, yağcıdır, yemin eder, söz verir ama sözünü tutmaz, arkadan konuşur, ara bozar, iyiliğe engel olur, saldırgandır, zorbadır, insafsızdır, kabadır, nezaketsizdir, sahtekârdır, fırıldaktır. Nasıl bir tip ama!  Tüm zamanlarda bulursunuz o tipi. Cahiliye müşrik tipi nasıl bir tipti diye düşünüyorsanız Kalem sûresinin 7-13. ayetleri arasına dönüp dönüp bakın lütfen. Kim bu? ‘Mekke’nin şeyhidir’ derler bunun için. Mekke’nin şeyhi biliyorsunuz Velid bin Muğire’dir.

Vaaz eder. Müritleri vardır. Ciddi bir müridi vardır. Kendisi Mekke’nin şeyhidir. İnsanlar birbiriyle anlaşmazlığa düştüklerinde buna gelirler. Anlaşmazlıkları bu giderir. İnsanlara öğüdü bu verir. Hani daha önce İbn-i Sa’d’ın Tabakât’ından nakletmiştim. Diyor ki; putların önünde keseceğiniz kurbanları başkalarından çaldığınız paralarla kesmeyin… Yani kendince bir ‘helal’ tanımı ve hassasiyeti de var.

Evet, 10. ayette “kulle” geçiyor, “hepsi” demektir.  Dolayısıyla bu ayetler asla bir kişiye indirgenemez.

Bir ahlaksızlık türü olarak şirki birazcık gördük. Bir ahlaksızlık türü olarak ikiyüzlülüğü de şöyle bir inceleyelim istiyorum. Cahiliye şirk ehlinin ahlakını ele alıyoruz.

Dersimiz Siretü’l Kur’an. Kur’an’ın hayat yolculuğu. Cahiliye dönemindeki ahlakı ele alıyoruz ve münafıklığı da, nifakı da ikiyüzlülüğü de ahlakın, bir ahlaksızlığın boyutu olarak görüyoruz. Münâfık; menfaat gereği atalarının dini yerine toplumun dinine uyan. Bakınız müşrik atalarının dinine uyuyor, münafık ise toplumun dinine.

Nifakın neden Medine’de çıktığı anlaşılıyor mu? Medine’de Medine’nin müşrikleri münafık oluyordu. Neden? Topluma, “uydum kalabalığa” deyip büyük karartıya uyuyor çünkü. Çünkü menfaatinin kuludur münafık. Aynı Ebu Leheb gibi. Ebu Leheb eğer Medine’ye gidebilseydi münafık olurdu. Mekke’de kaldığı için müşrik oldu. Medine’ye gidebilse veya Medineli olsa münafık olurdu. Abdullah bin Ubey bin Selül’ün yerinde olsaydı münafıkların başı olurdu.  Abdullah bin Ubey bin Selül de Medineli değil de, Hazrec’ten değil de Mekkeli olsaydı Ebu Leheb gibi olurdu. Ebu Leheb’in böyle bir tip olduğunu biz biliyoruz. Bedir’e kendisi gitmiyor lejyoner, paralı asker yolluyor. Yani kendisi, reddettiği, karşı çıktığı bir inançla savaşacak kadar cesur değil. Savaşacak kadar dürüst de değil. Onun için böyle bir tip işte.

Ataların dini yerine toplumun dinine uyan bir tip.

Hepinizden özür diliyorum, umumhanecidir. Neden, kimdir bu? Medine’de genel ev işleten Abdullah bin Ubey bin Selül! Altı kadın çalıştırıyordu, isimleri bile biliniyor bu çalıştırdığı kadınların. Yani Mekke’deki otuza yakın genel ev çadırını anmadım. Belki burada Mekke müşriklerinin cinsel ahlakını ele almam gerekiyordu. Ama ben gerekmediğini düşündüm. Çünkü bizim bugün sorunumuz çok daha derin.

Onun için ben sebeplere, taa ilk sebeplere gitmek istiyorum.

Abdullah bin Ubey bin Selül Medine’deki münafıkların reisi.

Kim bu adam? Allah Resulünün eşine iftira atan adam!

Hz. Aişe’ye iftira atan adam!

Kim bu adam? Bu adam Uhud’da savaşmak için gelip de 300 kişiyi peşine takıp götüren, (savaştan) döndüren adam. Uhud bozgununun sebeplerinden biri.

Uhud yenilgisinin sebeplerinden biri. Bu adam kim aynı zamanda biliyor musunuz?

Öldüğünde Allah Resulü’nün hırkasıyla kefenlenmeyi vasiyet eden adam!

Biraz sindirin. Hırkacılar bunlar işte! Tamam mı?

Adamın yemediği halt yok. Medine’nin genel evini işleten bir adam.

Her vakit namazda Allah Resulü’nün arkasında… Allah Resulü hutbeye, konuşmaya çıkıyor. O konuşmaya çıkınca mutlaka her seferinde şey şu hareket şu: “İnsanlar, Muhammed doğru söylüyor onun sözlerine uyun.” Durumdan vazife çıkarıyor. Yani ‘onun sözlerine uyun’ diyen bir amir var orada. Dolayısıyla ‘onun sözlerine uyun’ demekle uyduruyorsa eğer, emri kendisi vermiş oluyor, ondan yüksek makamda biri var, o da Abdullah bin Ubey bin Selül!

Anlatabiliyor muyum? Münafıklık böyle bir şey. Dolayısıyla cübbesi herkesten uzundur, giydirilmiş kalastır. “Keennehum huşubun musennede” Münafikûn sûresinin 4. ayeti. Ayet “giydirilmiş kalas” (63:4) diyor bu tiplere yani aksesuar ful, içi boş! Kafada sarık var altında kafa yok, suratta sakal var üstünde yüz yok,sırtında cübbe var içinde adam yok. Dolayısıyla ortada bir suret gözüküyor ama siret yok.

Onun için iyi kamufle olurlar. Peygamber bile münafıkları bilemez.

Ayet bu, biliyor musunuz? “Sen onları tanıyamazsın, bilemezsin.” (Tevbe 9:101). Peki o zaman diyeceksiniz ki o hadisleri nereye koyalım? (Rivayetlere göre) Allah Resulü münafıkları bir bir haber verdi, liste verdi hatta! Nereye koyalım bunları? “Sen onları bilemezsin, tanıyamazsın.” diyor ayet.

Evet, bir tarafa koyalım. Hiçbir işe yaramaz zira Kur’an’la savaşmak için uydurmuşlar. Onları uydurmuşlar ki ondan sonra gelecekleri bir nokta var. Birileri için ‘gaybı bilir’ diyecekler. Birileri için ‘kalbimizden geçeni bilir’ diyecekler.

Birilerine bir şey diyecekler… Onun yolunu oradan yapmaya başlamışlar. Onun için Allah Resulü’nü övmekle alakası yok bunların. Mescit yaptırırlar ama iftirayı silah olarak kullanırlar! Tevbe sûresine bakarsınız “mescid-i dırâr: zarar mescidi” der (9:107).

Evet, Medine’de mescit yaptırdılar. Ebu Amir diye bir adam yaptırttı adamlarına.

Ama o mescit tam da içinde her türlü fitnenin döndüğü, her türlü şirkin, her türlü dalganın, dubaranın döndüğü bir mescit. Peygamber mescit yıktırır mı?

Peki, bugün hiç mi öyle mescit yok?

Peki yıktıracak adam nerede? Bakın ey ‘sünnet’ diye mangalda kül bırakmayanlar…

Bazı mescitleri yıkmak da sünnetmiş. Siz ömrünüzde hiç bu sünneti işleyen adam gördünüz mü?  “Kinleri ağızlarından taşmaktadır, içlerindeki ise daha fazladır.” (Âl-i İmran sûresi 3:118).

İkinci bölüme geldik: Kur’an’ın cahiliye ahlakında yaptığı devrim. Birinci bölüm cahiliye şirk ehlinin ahlakıydı. Siretü’l Kur’an, Kur’an’ın hayat yolculuğu, ikinci bölüm; Kur’an’ın cahiliye ahlakında yaptığı devrim.

Soru şu: Ahlak, din binasının kaçıncı katıdır?

Kur’an’ın cevabı; “temel kat”. Uydurulmuş dinin cevabı;

“akide ve ibadetten sonra” yani “çekme kat”! Ruhsatsız kat. Belediye ekipleri geldiğinde ilk yıkacakları yer. Dolayısıyla olsa da olur olmasa da olur! Neden? Akide ve ibadetten sonra mı gerçekten ahlak? Din, ahlakı takviye etmek için var olan bir müessesedir. Eğer ahlak yoksa din hiçbir işe yaramaz. Hiçbir işe!

Dinin amacı ahlakı takviyedir. İbadetleri görmüyor musunuz? “İnne’s-salâte tenhâ ani’l -fahşâi we’l-munker: Hiç şüphe yok ki namaz insanı kötülüklerden alıkoyar.” (Ankebût 29:45). Alıkoymuyorsa, “O namaz kılana lanet olsun!” diyen de Mâ’ûn sûresinin ayeti (107:4). Eğer yetimi gözetmiyorsa, açı doyurmuyorsa, bir boynu

özgürlüğe kavuşturmuyorsa, bir düşmüşü kaldırmıyorsa, o adamın kıldığı namaz başına çalınsın, diyor Mâ’ûn sûresi.

Bitti. Evet, çünkü müşriklerin de salâtı vardı, onlar da salât ediyorlardı. Şimdi açılımına bakalım. Bunların hepsi Kur’an’ın 23 yıllık nüzul sürecinde, ilk yıllarda inen ayetler. Emirlere bakın: Kibirlenme! Azma! (Alak 96:6-7). Tabii yine ayetleri motamot almıyorum, içindeki o emir ve tavsiyeleri alıyorum.

Kibirlenme! Azma! Yani insan kendi kendine yettiğini zannettiğinde mutlaka azar.

Kibirlenme, azma diyor. İnanç özgürlüğünü yok etme! (Alak 96:9). “Eraeytellezî yenhâ abden izâ sallâ: “Salât eden bir insanı engellemeye kalkanı görmedin mi, görmüyor musun?” (Alak 96:9-10).

Ayetlerinden çıkardığımız sonuç bu.

İnanç özgürlüğünü yok etme!

Yaptığın iyiliği başa kakma! Evet: “Welâ temnun testeksir!” (Müddessir sûresi 74:6).

“Yaptığın iyiliği çok görme!” diye de çevirebiliriz.

Yetimi ezme! (Duha 93:9).

Dilenciyi azarlama! (Duha 93:10).

Özgürleştir. Açı doyur. Yoksulu gözet. Düşmüşü kaldır (Beled 90:13-16).

Verdiğini kalbin ürpererek ver. (Mü’minûn 23:60).

Boş şeylerden yüz çevir, boş boş konuşma. Yani boş yapma, bomboş olma, boş konuşma… (Mü’minûn 23:3).

Söz verdiğinde yerine getir. (Mü’minûn 23:8).

Pinti olma, paylaş. (Me’âric 70:24-25).

Emanete riayet et. (Me’âric 70:24-25).

Evet, bu ayetlerin hepsi 23 yıllık nüzul sürecinde Mekke’nin ilk yıllarında inmiştir.

Peygamberliğin kaçıncı yılında bu emirler, biliyor musunuz?

Cuma namazı ayeti peygamberliğin 15-16. yılında, hac ayeti 16. yılında indi.

‘Oruç yazıldı’ ayeti peygamberliğin 16. yılında indi. Abdest ayeti peygamberliğin 22. yılında indi. Diğerlerinin bir çoğunluğu da öyle. Yasak ve haramları da saysam yine buna denk gelecek. Mesela kumar yasağı ayeti yine buna denk gelir. Faiz yasağı ayeti yine buna denk gelir. Diğer yasakları da saysam yine böyle.

Şimdi soru şu: O zaman Kur’an neyi öncelemiş?

Din binasının temeline neyi koymuş? Abdullah ibni Abbas din binasını 4 katlı olarak sayar. Der ki: Bir katında akide var, bir katında ibadet var, bir katında ahlak var, bir katında muamelat var. Peki ama bu katları nasıl, hangi sıraya göre dizeceğiz? Din binasının temel katında ne var? Genel olarak İslam âlimleri din binasının temel katına akideyi yerleştirirler. Yani temele itikadı, imanı yerleştirirler. Doğru bir yerleştirme mi bu? Kur’an bunu onaylar mı?

Onaylamaz. Beled sûresi buna şahittir. Biraz önce sıraladım. Beled suresi zor yokuşun dört etabını sayar: Bir boynu özgürlüğüne kavuşturmak, açı doyurmak, yetimi gözetmek, düşmüşü kaldırmak. “Sümme kâne minellezîne âmenû.”  Bütün bunları yaptıktan sonra iman edenlerden olmak… Buyurun, yine Bakara sûresinin 2. ayeti: “Zâlike’l-Kitâbu lâ raybe fîhi huden li’l-mütteqîn.” “Muttakiler için hidayettir” diyor. Yani sorumluluk bilincine sahip olanlar için bu ayetler, bu Kitap hidayettir.

Yani “taqwen li’l-muhtedîn: hidayete ermişler için takva” değil, takvası olanlar için hidayet… Takva ahlakın zeminidir. Sorumluluk demiştim ya odur işte. Evet, “We inneke le’alâ huluqin azîm.” Bakın geldi. Kur’an’da ahlak kelimesi tek yerde kullanılır. Fakat Kur’an’ın tamamı ahlak ile ilgilidir. Eğer bir kitabın bir kelimeyi ne kadar sık kullandığından yola çıkarak ona verdiği değeri anlayacaksak bu çok büyük bir yanlış anlama olur.

O zaman ‘ahlak kitabı yazan yeryüzünün en ahlaklı adamıdır’ demiş olurduk öyle değil mi? Ama en ahlaklı değil. Veya ‘dilinden ahlak kelimesini düşürmeyen, en çok ‘ahlak’ diyen en ahlaklıdır’ demiş olurduk değil mi? Ama öyle değil işte. Öyle değil, biliyorsunuz. Kur’an’ın her ayeti ahlak ile ilgilidir. Ama içinde ahlak kelimesi geçen tek ayeti de budur.

“We inneke le’alâ huluqin azîm: Hiç şüphe yok ki sen muazzam bir ahlaka sahipsin.” (Kalem 68:4). Kime diyor bunu? Allah Resulü’ne, sevgili Resulümüze. İma “inne” var başında. İnne edatı ismini nasb haberini ref’ eden edatlardandır. İnne edatının bir anlamı da -birçok anlamı var- ta’lîl içindir. İlletlendirme yani gerekçe edatıdır. Burada “çünkü” anlamını onun için veririz. Peki bu çünkü nedir? Neden seni peygamber atadım biliyor musun? Çünkü muhteşem bir ahlaka sahipsin. Bunu yaratılış olarak çevirenler var, bu doğru değil. Çünkü “huluq” kelimesi eğer dammeli olarak gelmişse bâhusus ahlaka delalet eder, ahlak anlamına gelir.

Kalem sûresinin 4. ayetinde geçen “hilq, hilqat, hulq, halq” kelimelerinin anlamı üzerinde durmuştum.  Kalem sûresi ahlaklı ve ahlaksız olanları tanımlar.

Biraz önce Kalem sûresinin 7 ilâ 13. ayetleri arasını işledik, bir tipi işledik değil mi? Çok ilginç, bu 4. ayetin aynı surede yer alması tesadüf mü sizce?

Çok ilginç. Bakınız. Biraz önce ahlaksız bir tip nasıl bir tiptir onu işledik:

Dedikodu yapar, yalan söyler, laf getirir, laf götürür, boş konuşur, kaba, saygısız, maganda, maço hepsini saydı orada değil mi?

Çok ilginç, bu ayet, onları saydığı ayetlerden üç ayet önce yer alır aynı sûrede.  O zaman aslında Kur’an, ahlaklı olana bir model gösteriyor: Allah Resulü’nü. Ahlaksızlığı da niteliyor, sayıyor. Ama ahlaksızlığa bir isim göstermiyor.  Niye? Ahlaksızlık her çağda aynı nitelikleri taşır da onun için. Her çağda o niteliği kim taşıyorsa ona bakacaksınız, odur işte. Bu ayetler kimden söz ediyor demeye gerek var mı?

Vahyin amacı, akla yardımcı olmak; dinin amacı, insana yardımcı olmak; ibadetin amacı, ahlaka yardımcı olmaktır. Evet ibadetin amacı, ahlaka yardımcı olmak vahyin amacı akla yardımcı olmak.  Maşallah arkadaşlar not almayı geliştirmişler, ekranın fotoğrafını çekiyorlar, bu da güzel. Eyvallah, sakıncası yok.

Evet, akla yardımcı olmak, vahyin amacı akla yardımcı olmaktır. Nasıl bu hale geldik sevgili dostlar? Aklı vahiyle eşit tutan bir Kur’an’a inanan Müslümanlar nasıl oldu da aklı ayakaltına alıp tepeleyen ve çiğneyen bir tipe dönüştüler?

Nasıl oldu? Allah’ın Mustafa kulu? Kur’an, vahyi akılla nerede yan yana ve eşit görmüş? Mülk sûresinin 10. ayetinde. Evet, cehennemlik olanlar diyecekler ki: “Nesme’u ew na’qilu: Eğer biz ayetleri, vahyi işitmiş olsaydık yani dinlemiş olsaydık, sözünü dinlemedik ama dinlemiş olsaydık  “ew” ya da akletmiş olsaydık, aklımızı kullanmış olsaydık, “mâ kunnâ fî ashâbi’s-se’îr: şimdi cehennemlik olmazdık.” (Mülk 67:10). Buyurun, vahyi işitmek ya da akletmek. Bu, akılla vahyi birbirine denk koymak değil de nedir? Başka bir izahı olan var mı?

Kur’an’a itirazı olan var mı? Var diyeceksiniz, burada yok ama.

Ama var, evet! Kur’an’a niye itiraz ettiklerini şimdi anlıyor musunuz?

Kendini Müslüman zannedip de Kur’an’a düşmanlık yapan tiplerin derdini anlıyor musunuz? Eğer İslam’ı Kur’an’dan öğrenirse insanlar, akıllarını bu ahlaksızlara kiraya vermeyecekler! İslam’ı Kur’an’dan öğrenirse insanlar, bunlar onları köle edinemeyecekler!

Eğer İslam’ı Kur’an’dan öğrenirse insanlar, bunları sorgulayacaklar, bunların ipliğini pazara dökecekler, maskelerini sıyıracaklar, kimliklerini ortaya dökecekler…

Eğer İslam’ı Kur’an’dan öğrenirse Müslümanlar, bunlar Müslümanların sırtından bir kene gibi geçinemeyecekler! Bir ömür boyu, nesiller boyu sömürüp semirip de sefa süremeyecekler!

Dolayısıyla sorun bu. İbadetin amacı ahlaka yardımcı olmaktır. İbadetin amacı bu.

Tüm ibadetleri buradan niteleyelim, birer birer. Biraz önce namaz için söyledim.

Namaz insanı kötülüklerden ve azgınlıktan, taşkınlıktan alıkoyar. Namazın amacı buymuş. Namaz bir araçmış. Namazın amacı ahlakmış. Başka bir şey midir? Namazın amacı ahlakmış. Oruç insana sorumluluk bilinci getirsin diye inmiş, öyle değil mi?  “Kutibe aleykumu’s-siyâmu kemâ kutibe alellezîne min qablikum le’allekum tetteqûn.” İşte orada gerekçe orada gerekçe geldi. Niçin? Niçin ya Rabbi orucu yazdın bize?  “Tetteqûn” yani sorumluluk bilincine ulaşasınız diye. Umulur ki sorumluluk bilincine ulaşırsınız. O zaman, orucun amacı da sorumluluk bilincine ulaşmakmış. Ahlakın temel sermayelerinden biri sorumluluk demiştim.

Birincisi bilgi, ikincisi sorumluluk üçüncüsü empati demiştim değil mi? Onun için sorumluluk bilinci, orucun amacı buymuş. Tüm ibadetler böyledir inanın.

Amaçları vardır, kendileri araçtır.

Amaçları ahlakidir. İnsanın ahlakını güçlendirme amacıyladır ibadetler. Peki, bugün öyle mi ya? İbadetleri ahlaki amaçlarından soyutladık, içeriksizleştirdik, içini boşalttık ve namaz kılan ahlaksızlarla baş başayız.

Alnı secdede delinen ahlaksızlarla baş başayız! Bilmem kaç kere hacca giden,bilmem kaç kere umreye giden ahlaksızlarla yüz yüzeyiz! Onun için nereden nereye geldik? ‘İbadetler de ölür mü’ diyeceksiniz? İbadetler de ölür, ölü ibadet-diri ibadet diye ikiye ayrılırlar.

İbadet vardır sahibini sırtında taşır, ibadet vardır sahibi ölü gibi onu sırtında taşır. Onun için bugün dinini Kur’an’dan öğrenmeyen, dininin içerisini boşaltmış insanlar, kendini Müslüman olarak niteleyen insanlar ibadetleri sırtında bir ölü taşır gibi taşıyorlar! Kur’an baştan sona bir ahlak kitabıdır.

Alak sûresinin ilk beş ayeti bilgi ahlakı, Müzzemmil sûresi vahye karşı sorumluluk ahlakı, Müddessir sûresi elçilik ahlakı, Fatiha sûresi kulluk ahlakı… Sayın gitsin, ben sadece dört tanesine cevap vermiş olayım.

Ama tüm sûreler bir ahlak çeşidinden bahsederler. Kur’an, örnekler üzerinden ahlak inşa eder. Kur’an’da anlatılan tüm örnekler var ya, tek amacı vardır; ahlak inşası.

Çok ilginç. Bu anlamda nedense bakıyorum ve gerçekten de şaşırıyorum.

Cahiliye müşriklerini çok kez aradım ben. Adamsınız dedim, adam… Demek ki şirk bile kalite istiyor. Bir örnek vereyim, ne demek istediğimi anlayacaksınız.

Ebu Süfyan müşrik Mekke’nin reisiydi değil mi? Bir ara Ebu Süfyan Bizans İmparatoru’na gitti. Bizans İmparatoru’yla arasında geçen diyalog bugün kaynaklarda bize nakledilir. “Size gelen ve sizin savaştığınız, peygamber olduğunu iddia eden kimse yalan söyler mi?” diye soruyor. “Nasıl biri?” diyor önce. “Zalim biri mi? Yalancı biri mi? Sahtekâr biri mi?” Ebu Süfyan’ın cevabı ne oluyor biliyor musunuz?  Bizans İmparatoru Heraklius telefonu açıp da Medine’ye soracak değil herhalde. ‘Falan ajanstan dinleyeceğim’ diyecek hali de yok. ‘İnternete gireyim de bir araştırayım’ diyecek hali de yok.

Karşısında Muhammed’in düşmanı bir adam var ve ona onu soruyor. O da ne diyor biliyor musunuz? “Hayır. O böyle biri değil.”

Haydi buyurun.

Hasret kaldık Cahiliye müşriklerine! Evet, bu kadar çukurda bugünküler. Onun için Kur’an; Âdem üzerinden özeleştiri ve tevbe ahlakını, Nuh üzerinden sürüye karşı direniş ahlakını, İbrahim üzerinden sorgulama ahlakını, İsmail üzerinden fedakârlık ve sorumluluk ahlakını, Yusuf nebi üzerinden cinsel ahlakı, Asiye üzerinden otoriteye direniş ahlakını öğretir. Kur’an hak ahlak öğretir.

Musa üzerinden direniş ahlakını, Davud ve Süleyman üzerinden güç ve iktidar ahlakını… Güç ve iktidarın da bir ahlakı var. Onu Davud ve Süleyman aleyhisselam üzerinden öğretir. Eyyub nebi üzerinden sabır ahlakını, Hanne üzerinden özgürlük ahlakını.

Burada bir es vereyim.

Bir akademisyen; “Kur’an’da özgürlük geçmez” dedi. Kur’an’da özgürlük geçmez mi gerçekten? Siz Kur’an’ı okudunuz mu hiç?  Bu da Kur’an’ı çok okuduğunu düşündüğümüz biri. “İnni nezertu leke mâ fî batnî muharraran.” (Âl-İ İmran 3:35). Hani geçmezdi?

Hanne demişti ki: Ya Rabbi daha doğmamış olan, rahmimdeki yavrumu özgürce, el ne der demeden, toplumdan özgür olarak, aileden özgür olarak, çevreden özgür olarak, insanın dört zindanından özgür olarak sana adadım. “Feteqabbel minnî: Benden kabul buyur Allah’ım” demişti ya.  Özgür olarak, özgürce, “muharraran”.

Nasıl bir şey bu? Onun için ahlaki davranışın temellerinden biri de özgürlüktür.

Eğer özgür değilseniz o davranışın ahlakı olup olmadığını söyleyemeyiz.

Ensesine silah dayanmış biri yaptığı davranıştan dolayı ahlakilik ve ahlaksızlık vasfıyla vasıflandırılamaz.

Onun için Kur’an Medine genel evini işleten Abdullah bin Ubey bin Selül’ü mahkûm etti ve orada işletilen kadınların hukukunu savundu, biliyor musunuz? Evet,

Eyub nebi üzerinden sabır ahlakını, Hanne üzerinden özgürlük ahlakını, Meryem üzerinden linçe karşı onurlu duruş ahlakını, linçe karşı onurlu duruş…

Tüm zamanların müşrikleri linç kültürüne tâbidir, linç ederler. Çünkü linçte dinlemek, anlamak, sorgulamak, yargılamak, adil davranmak diye bir şey yoktur.

Onun için önce linç edersiniz, sonradan gerekçe bulursunuz!

Onun için linç ahlakına karşı Meryem, “onurlu duruşun” sembolüdür.

İsa nebi üzerinden din tüccarlarıyla mücadele ahlakını. Ne yapmıştı Kudüs’e girerken İsa? Önce Kudüs’e giriş yolundaki o bankerlerin kasalarını devirmişti değil mi?

Bankerler vardı Kudüs’ün giriş yolunda.

Onlar her türlü denaryüs ve dırahomayı yani dinar ve dirhemi, Bizans dinar ve dirhemini ‘şekel’e çevirirlerdi, Yahudi kutsal parasına. Kutsal para olur mu?  Sonra ‘şekel’ kelimesi İbranice değil ki. Sümer’in parasıydı. Zaten Yahudilik diye bildiğimiz inancın da dörtte üçü Sümer kültürü, Sümer mitolojisi. Onun için bu anlamda Hz. İsa masaları devire devire gidiyordu. “Allah burada kendisinden başkasına tapmayasınız diye emretti, fakat siz burayı haydut inine çevirdiniz!” Aaynen bu ibare İncil’de geçer. “Haydut inine çevirdiniz!” Yine şöyle diyordu: “Badanalı kabirlere benziyorsunuz, içiniz ölü fakat dışınız çok güzel görünüyor!” Harika…

Devire devire gidiyordu… Niye şekele çeviriyorlardı diyeceksiniz? İçerideki sistem öyle kurulmuştu.

Yani ‘okunmuş Yasin’ satıyordu içeridekiler. Her şeyi okuyup satıyorlardı.

Okunmuş tanrı, okunmuş din, okunmuş peygamber, okunmuş Tevrat, okunmuş okunmuş okunmuş…

Şimdi de Müslümanların helal ve haram tasavvuru aynı yere geldi.

Bakınız. Helal su! Bir de helal karpuz yapın da görelim…

Bir o kaldı zaten.

Ahlaksızlığa bakar mısınız?

Sertifika adı altında bir Yahudi fıkhını alıp Müslümanlara nasıl monte ettiler?

Oradan da tıkır tıkır para kesiyorlar.

Buna itiraz eder de Allah’ın Mustafa kuluna çullanmazlar mı bu tezgâhı kuranlar?

Çullanmazlar mı, saldırmazlar mı? Ama artık orayı geçtik. O eşiği aştığım için sizin saldırılarınızı dikkate almıyorum. Bitti. Hakikati dikkate alıyorum. Tek dikkate aldığım şey bu.

Hakkı söylemem gerektiğinde ne olur diye düşünmüyorum, bitmiştir o iş. Evet Muhammed nebi üzerinden hakikate elçilik yapma ahlakını ele alır Kur’an.

Baştan sona ahlak kitabıdır.

Cahiliye şirk ehlinin ahlakı bahsinde üçüncü bölümümüz; uydurulmuş dinin Kur’an’a karşı yapmış olduğu devrim.

Ne yaptı? Hemen Emevi karşı devrimi.

Muaviye halkın malı yerine Allah’ın malı diyordu.

Bu çok ilginç dostlar, bu örneği unutmamak lazım.

Diyordu ki Ebu Zer: Ey Muaviye, mal “beytu’l-müslimin” “Müslümanların malıydı.

Sen ise çıktın devlet hazinesine ‘Allah’ın malı’ adını koydun.

Peki bayağı tumturaklı değil mi? Allah’ın malı demiş, kötü bir şey dememiş ki.

Allah’ın malı der ise; “Allah beni Allah’ın malı üzerine vekil etti, dolayısıyla kaderimiz bu, biz sizin üzerinize yönetici atandık, yani Allah böyle takdir etti, bu maldan istediğimizi istediğimiz yere veririz, kimse de hesap soramaz.”

Tam Muaviye’ce bir yöntem!

Muaviye “bizi başınıza Allah getirdi” demişti.

İmamlar ve Sultanlar kitabımda ayrıntıları ve kaynakları var.

Yezid; “Biz Allah’ın kaderiyiz!” demişti. Yine Yezid; “Hüseyin’i Allah öldürdü!” demişti,

Hüseyin’in başı Şam Sarayı’na getirildiğinde. Haccac, Ma’bed el-Cühenî’ye;

“Allah’ın sana yaptığına ne diyorsun?” demişti.

Burnunu kesmiş, kulağını kesmiş, gözünü oymuş, ellerini kesmiş, ayaklarını kesmiş(!), ondan sonra da demişti ki Haccac; “Allah’ın sana yaptığına ne diyorsun?” Nasıl bir şey bu? Kadere nasıl inanıyor değil mi? Zalime bak zalime! “Allah’ın sana yaptığına ne diyorsun?” Aynı zihniyet devam ediyor.

Bakarsınız madencidir, yaptığı ihmallerden, yapması gerekip de yapmadıklarından dolayı 301 emekçi ölür, orada katledilirler ama bizim madencinin tek açıklaması vardır; “takdir-i ilahi”!

Bu kadar yani öylemi?

Demir yolunu yapar, demir yolundan tren gelir, bir sel gelir,

sel demir yolunun, rayın altını boşaltır, 24 kişi can verir, insanlar “verin hesabını der”, o insanlara karşı verecek tek cevabınız vardır; “takdir-i ilahi”!

Deprem olur, 7,4 şiddetinde, 30 bin kişi gider, 30 bin kişi!

Zira ne müteahhit binanın hakkını vermiştir, ne Belediye belediyeciliğin hakkını vermiştir, ne devlet ve ilgili bakanlık işinin hakkını vermiştir.

Ondan iki üç puan daha yüksek deprem, Japonya’da Kobe’de olur, sadece 6 kişi ölür, sende 30 bin kişi ölür, senin tek açıklaman “takdir-i ilahi”!

Allah anca bu kadar istismar edilir! Allah’a karşı ancak bu kadar büyük bir suç işlenir. Evet bu.

Abdulmelik Gaylan ed-Dımeşki’ye demişti ki; “Devleti bize Allah’ın vermesine ne diyorsun?”

Gaylan’da aynısını yaptılar. Evet, devleti bize Allah’ın vermesine ne diyorsun?

O Emevilerin operasyonuydu, bu da Abbasî karşı devrimi.

Yani Kur’an ahlakına karşı bir devrim yaptılar.  Kur’an ahlakı cahiliye ahlakında bir devrim yaptı, onlar da karşı devrim yaptılar. Kur’an ahlakıyla savaşan hadisler uydurdular.

“99 kelimeyi ezberle, gir cennete. Kocanı razı et gir cennete.

Kırk hadis ezberle gir cennete. Üç kez tövbe edenin her günahı affedilir.

Bir köre kırk adım yardım edenin her günahı affedilir. Kişi ana-babasının kabrinde Yasin okursa tüm günahları sıfırlanır.

Nebi’nin kanından içen cehenneme girmez.

Çocuğuna Muhammed ismini koyan cennetliktir.

Kur’an’ı ezberle, gir cennete, 70 akrabanı da bonus olarak götür.

Kertenkele öldür, kap 100 sevabı. Resul’ü rüyada gören cehenneme girmez.

Unutulmuş bir sünneti ihya et, kap 100 şehit sevabını.”

Hamza mı? Ya, o onun sorunu.

“Sen 100 şehit sevabı kap.” Nasıl mesela: “Deve sidiği iç”!

Unutulmuş bir sünnet. “Kara köpek öldür.” Unutulmuş bir sünnet. “Cariye edin.

Çocuk gelin al.” Bunlar unutulmamışlar yalnız!

Eyvallah…

“100 şehit sevabı alırsın.” Böyle bir dinde ahlaklı olmak mümkün mü? Size soruyorum.

Dahası var. “Kıl namazı, o günün her haltını sıfırla!

Git cumaya, o haftanın her haltını sıfırla!

Tut ramazan orucunu, o yıl yediğin her haltını sıfırla!

Çık Arafat’a bir ömür yediğin haltları sıfırla.

Onu beceremezsen kader ve şefaat yedekte!

Böyle bir dinde ahlaklı olmak mümkün mü? Niye ahlaklı olsun ki insan?

Niye olsun ki? Gerek yok!

Çünkü aslında bunlar hep hadis, biliyor musunuz?

Hem de en sahih kitapta geçen hadisler.

Teker teker okumaya gerek yok. Zaman yok zaten. Daha önce farklı yerlerde, farklı televizyon programlarında bunların hepsini okudum, açıkladım.

Şehitlik çarpıtması ve istismarı! Bakınız.

“Gurbette ölen şehittir.

Ateşli hastalıktan ölen şehittir.

Doğururken ölen şehittir.

Üstüne duvar yıkılan şehittir.

İshalden ölen şehittir.

Deniz tutmasıyla kusana 100 şehit sevabı…”

Efendim, bu şehittir, şehittir… Hadisleri çok ilginç. Bir ara incelemiştim.

Bizim başımız kel mi diyen arkasına bir şey ilave etmiş.

Ya bizim başımız kel mi?

Bizimkinin üstüne duvar yıkıldı onu almamışsınız! Ekle, üstüne duvar yıkılan da şehittir!

Oysa şehitlik ile ölüm arsında hiçbir irtibat yoktur Kur’an’ın dinine göre.

Kur’an’da “Allah yolunda öldürülenler” diye bir sınıf ayrıca anılır, onlara hiç şehit denmez.

Çünkü şehit Allah’ın ismidir. 10 kere Allah’ın ismi olarak geçer.

Allah hangi savaşta öldü? Hâşâ!

Nasıl bir zihniyetiniz var? “Feennâ tu’fekûn: Nasıl da savruluyorsunuz?” (Yunus 10:34).

Evet, yukarıdaki hadislere inanan bu ayetleri inkâr eder!

“Her kim zerre miktarı hayır işlerse onu görür; herkim de zerre miktarı şer işlerse onu görür.”

“Femen ya’mel misqâle zerretin hayren yerah, wemen ya’mel misqâle zerretin şerren yerah.” (Zilzâl 99:7-8).

Bu ayetlere inanıyor musun inanmıyor musun? Peki nasıl uydurdunuz? Yani özetle şu; ayetleri, üzerinde hadis yazan taşlarla taşladılar!

İkincisi; “Her insan yapıp ettiklerinin rehinesidir.” Evet.

“Kullu nefsin bimâ kesebet rehînetun.” (Müddesir 74:38).

“Herkesin iyilikleri kendi lehine, kötülükleri kendi aleyhinedir.”

“Lehâ mâ kesebet we ‘aleyhâ mektesebet.” (Bakara 2:286).

Bunlar sadece alâ sebîli’l-misâl… Yani örnek kabilinden üç tane aldım.

Otuz tane, üç yüz tane böyle ayet çıkarabilirdim karşınıza.

Yani deminkilere eğer hadis olarak inanıyorsanız, birçok ayeti, onlarca ayeti inkâr etmeden inanamazsınız! Evet.

Dördüncü bölüm: Halimiz…

Müslüman şarkı ahlak terk etmiştir!

“Sofilerimizi almadan cennete gitmeyiz.” (Ne’ûzübillah).

Değerlendirmeyi gereksiz görüyorum.

Müritlerine kibrit kutusunda cennete girmeyi vadedeni düşünün.

Cübbeye doldurup cennete taşımayı vadedeni düşünün.

Aslında var ya, bu tip her davranış o memleketteki ahlakın üstüne atom bombası atmaktan farksızdır.

Tamam mı?

Ahlaka atom bombasıdır bunların hepsi.

Orada ahlak yok olmaya mahkûmdur. Çünkü kurtulmuştur(!) o.

Onun ahlaka ihtiyacı yok. Söz verince tutmaya ihtiyacı yok.

Onun bunun malına sarkmamaya ihtiyacı yok. Onun bunun ırzına sarkmamaya ihtiyacı yok.

Ona buna haksızlık yapmamaya ihtiyacı yok. O kurtuldu! Cennet tapusu onun cebindedir!

Siz onu neyle korkutabilirsiniz?

O neyle sakınsın? Niye sakınsın? Niye yapmasın?

Niye ahlaksızlık yapmasın, söyler misiniz?

Niye çalmasın? Niye yalan söylemesin? Niye iftira etmesin?

Washington Üniversitesi hocası Hüseyin Askeri Bey’in, yardımcısı ile birlikte yaptığı

İslamilik endeksi çalışmasına daha önce değinmiştim.

Hatırlıyorsunuz değil mi?

“Müslüman ülkeler Müslüman mı?”

“İslam ülkeleri ne kadar İslami?” Yani bu endeks internette var. Çalışmanın tamamını okuyabilirsiniz.

İngilizce bilenler İngilizce aslından okuyabilirler. Yoksa çevirisi de var, çevirisinde okuyabilirler.

Bu konuyu geçiyorum. Daha önce bunun üzerinde çok durdum.

Sosyal Güvenlik Kurumu’ndan, eski Sosyal Sigortalar Kurumu’ndan, maaşı kesilmesin diye, ülkede 216 bin yaşayan ölü olduğunu biliyor muydunuz?

216 bin zombimiz var!

Babası ölmüş, onun yerine maaşı devam ettirmek için, ölü babasını zombi olarak yaşatıyor!

216 bin!!

1,3 milyon kişi de boşanmış evli var. Boşlar, evli değiller kâğıt üzerinde, ama evliler!

Tek başına yaşamıyor. Ama ölen babasından kalan maaşı almak için evli değil gibi, tek başına yaşıyor gibi veya boşanmış gibi bir muamele yaptırtıyor!

2016 rakamı bu!

Nasıl?

Nasıl buldunuz?

Evet.

Yıllar önce, demir borular kalkmamıştı, plastik yaygınlaşmamıştı.

Eski demir su boruları varken kayınpederimin dükkânına uğramıştım.

Bana 19,5 santimlik bir demir boru göstermişti. Ama tam 19,5 cm.

“Bu nedir, biliyor musun?” dedi. Nedir, dedim. “Bu, su saatinin boyu kadardır.” dedi.

Hacı su saatini söker, bunu takar ve bahçeyi sular, ondan sonra söker bu parçayı, saati takar!

Ondan sonra da gelir “Hû” çeker!

Saydıkları hep o tiplerdi!

Falan, falan, falan, falan…

‘Ahmet Usta, bana 19,5 santimlik bir boru lazım’ diye gelirlerdi…

Anlatabiliyor muyum?

Ben buna çok şahit oldum. Şu elektrik kaçaklarını ne yapalım?

600 küsur Diyanet görevlisine “levlâke” sorulmuş, 200 küsuru “ayet” demiş!

Geçmiş olsun!

Uydurulmuş din, mensubunu ahlaksız eder! Evet, uydurulmuş din, mensubunu ahlaksız eder.

Cenazelerden sonra helallik bidati… Bu bir bidattir.

Peygamber böyle bir şeyi hiç görmedi, sahabe böyle bir şeyi hiç görmedi, tabiîn böyle bir şeyi hiç görmedi.

Yani aslında Anadolu dışındaki hiçbir toprakta böyle bir şey bilinmez.

Ey sekiz yaşında öldürülmüş bir masum için helallik isteyip “ben ne yapıyorum yahu” demek aklına bile gelmeyen imam, sana selam!

Âdab taşı ile ahlak kuşuna vurmak için tırnak kesmenin âdabını paylaşıp, hemen arkasından iftira ve yalan bombardımana trol yazılan haysiyet celladı, sana da selam!

Ey Yunus’un “Dövene elsiz gerek/ Sövene dilsiz gerek” mısralarını paylaştıktan hemen sonra Allah rızası için uydurduğu yalanlarla tarikatına müşteri devşiren mürit, sana da selam!

Ey öğrencisine, meşrebine aykırı kitabı yaktırıp, arkasından da sınıfta “İlim Çin’de de olsa gidip alınız.” rivayetiyle vaaz eden İlahiyat hocası, sana da selam!

Ey milletin yaptırdığı camide, milletin vergilerinden aldığı maaşla, parayla namaz kıldırmanın vebali yetmiyormuş gibi, kiliseden devşirme namaz kıyafeti, sinekkaydı tıraş ve leş gibi bir ağızla ömrünü Kur’an’a adayanlara çemkiren imam, sana da selam!

Ey benim kitaplarımdan kaynak vererek alıntı yapan doktora öğrencisine, “alıntı yapabilirsin ama İslâmoğlu’nun adını kitabına yazamazsın” diyerek öğrencisine “helalinden alma, hırsızlık yap, çal” diye öğütleyen ilahiyat profesörü, sana da selam!

Ey gerçek hesabında profiline “incinsen de incitme” yazıp, sahte hesabından önüne gelene sin-kâflı saydıran dinci yobaz, sana da selam!

Biliyor musunuz Türkiye’de 9 milyon twitter abonesi var.

Ama 30 milyon twitter hesabı var.

Kurumsal hesapları düşün, geriye kalanı sahte hesaplar!

Bir insan ne yapar bunlarla?

Ey profiline şeyhinin resmini koyup, paylaşımımın altına 55 yıl önce ölmüş anama küfreden yerli Taliban ve cübbeli şeytan, sana da selam!

Ey partizan bir böcek için, bir âlimi, bir düşünürü ve bir aydını gözünü kırpmadan algı operasyonuna kurban eden liderperest çomar, sana da selam!

Ey ağzına içkinin damlasını koymadığıyla övünen, fakat uydurulmuş dinini bonzai olarak kullandığı için beyni, aklı, iradesi iflas edip bir zombiye dönüşmüş olan dinci, sana da selam!

Ey günde beş vakit namaz, on vakit iftira,

Allah rızası için elli vakit yalan söyleyen,

Allah’ın sosyal medya yoluyla işlenen günahlardan hesap sormayacağını zanneden arkadaş, sana da selam!

“Ey ölülerin arkasından konuşmak günahtır” deyip, dirilere lağım çukuru ağzından pislik ve zehir akıtan muhteşem yaratık, sana da selam!

Ahlaksız dindarla arkadaşlık etmektense, ahlaklı ateistle arkadaşlık etmeyi bin kez tercih ederim. Evet. Sen bana “sakız orucu bozar mı”, “hayızlı oruç tutar mı” ile gelme hacı!

Sen bana şu sorular ile gel:

“Kaçak suyla alınan abdest, kılınan namaz, namaz olur mu?”

“Allah sahte isimle sosyal medyada paylaşılan yalan, hakaret ve iftiraları da görür mü?”

“Torpille işe giren insana maaşı helal olur mu?”

“Parayla namaz kıldırma konusunda bu ülkede

Ebu Hanife’nin fetvasına, içtihadına uyan kaç Hanefi imamı var?”

“Kara para aklamak için, insanlara riyakârlık için yaptırılan camide namaz kılınır mı?”

“Yolsuzluk ile edinilen servet helal olur mu?

O servete besmele çekilir mi?”

“Kirli parayla hacca giden de Arafat’ta anadan doğmuş gibi olur mu?” “Arsanın emsalini arttırma karşılığında müteahhide yaptırılan okulda okumak helal midir?”

Sen bana bu sorular ile gel hacı!

Evet. Geldik dersin sonuna. Tavsiye görselimiz bu.

Evet.

Hindistanlı Müslüman yönetmen ve aktör Amir Khan’ın, yaptığı harika bir film: PK. Mutlaka izleyin. Tavsiye ederim.

Ne görüyorsunuz?

Ne görüyorsunuz? Mesela bu zatın hangi dinden olduğunu düşünüyorsunuz?

Kafada sarık var. Hacı babanın sakalı da bayağı büyük.

Elinde de bakınız tüfeği var, hem de otomatik tüfek.

Bu, geçtiğimiz ay ölen, ellerinde binlerce Filistinli çocuğun, yaşlının kanı olan bir Yahudi terörist! Bu öyle zorla çekilmiş bir resim de değil, böyle geziyordu.

1950’li yıllarda, bölgedeki Filistin köylerinde, hiçbir nüfus bırakmamak için baştan giriyor sondan çıkıyordu, bebekler de dahil hepsini öldürerek!

Şekilcilik yapan işte böyle aldanır.

Allah şekillerinize değil özünüze bakıyor.

Onun için, İslam’ı aksesuara indirgeyen, İslam’ın içini boşaltmış olur!

Dolayısıyla sakal sünnet değildir. Sarık sünnet değildir.

Müşriklerin hiçbir elebaşı sakalsız ve sarıksız değildi.

Ebu Lehep sakallı ve sarıklıydı,

Ebu Cehil sakallı ve sarıklıydı. Ukbe sakallı ve sarıklıydı.

Şeybe sakallı ve sarıklıydı. Ümeyye bin Halef sakallı ve sarıklıydı.

Keza cübbeliydi. Hepsi de öyleydi.

Allah Resulü onlardan farklı ne bir kıyafet giydi, ne de bir gösterge koydu.

Çünkü değildi…

Onun için, bunları dinden zanneden, dinin parçası zanneden, bunu da hacı baba diye elini öpmeye kalkan…

Demek ki Allah Resulü’yle savaşan Mekke müşrik kodamanları, eğer mezarlarından kalksalar ve buraya gelseler üçler, yediler, kırklar dirildiler diye el öpme kuyruğuna girecek insanlar!

Öyle gözüküyor.

Muhammed Ali Raşvan. Duydunuz mu hiç?

Evet, resimde şu aşağıdaki sporcu. Yenilen, Muhammed Ali Raşvan.

Bu da Japon bir judocu. 1984 yılı olimpiyatlarında judo finallerinde final maçı.

Bu Japon judocu altın madalyayı aldı.

Bu da gümüş madalyada kaldı. Fakat aslında altın madalya bunundu.

Antrenörü dedi ki; “onun dizine çalış”.

Fakat Muhammed Ali Raşvan maç boyunca rakibinin dizine hiç dokunmadı.

Çünkü onun tendonlarının koptuğunu biliyordu.

Gazeteciler sordular, maçtan sonra; “Niçin dizine çalışmadınız?” diye.

Eğer çalışsaydınız şu anda altın madalya sizindi”.

“Dizine vursaydım eğer, ömür boyu sakat kalırdı” dedi.

“Onun için vurmadım”. İkincilik madalyasını aldı.

Ondan sonra Japonlar onu millî kahraman ilan ettiler.

Ülkelerine davet ettiler. Ve oradan Japon bir hanımefendiyle evlendi.

Şu anda İskenderiye’de mutlu ve mesut, kalbi ve vicdanı huzur dolu bir hayat yaşıyor.

Benim kahramanım bu ders Muhammed Ali Raşvan’dı.

Evet, ibret.

Mete Aksoy’un twiti. Biliyorsunuz, çok meşhur dizilerin senaristlerinden biri.

Ömer Lütfü Mete ile çalışan bir senarist. Diyor ki bu twitinde:

“Ak saçlıyı biz uydurduk, fakat bu memlekette uydurduğumuz ak saçlının gerçek olduğuna, bu memleketi gizli ak saçlının yönettiğine inanan milyonlar var”!

Ben de dedim ki o da bir şey mi?

Bu millet bir buçuk milyon yalan uydurup, peygamberinin diline koydu!

Sen ak saçlı uydurmuşsun, milyonlar inanmış. Bu da bir şey mi?

Görüyorsunuz. “15 Temmuz Mahallesi” tabelası çakmışlar!

Bu topraklar böyle topraklar! Onun için lütfen konuştuğunuz şeylere, inandığınız şeylere, düşündüğünüz şeylere bir kez daha eleştirel akılla yaklaşın.

Hayret, bu da hayret.

Bu mahalle yeni yapılmış, kaçak hepsi de!

Ve mahallenin adını da böyle koymuşlar. Buna “şark kurnazlığı” diyoruz.

Evet. Hayret etmiyoruz aslında.

Akleden kalbinize hikmet olsun. Afiyet olsun.

Allah’a emanet olun.

On dört gün sonra tekrar görüşmek üzere. Hoşçakalın efendim.

Yorum Yaz