Siyaset-hukuk ilişkisi

312’den DGM’de yargılanan biri olarak, bu madde etrafında politika esnafının yaptığı tartışmayı içim almayarak izliyorum.

TCK’nın bu maddesinin “brifing hukukçuları” eliyle nasıl istismar edildiğinin ve nelere alet edildiğinin bizzat şahidiyim. Sekiz yıl önceki bir konferansımda Şeflik Dönemi’nin bakanlarından Hasan Ali Yücel’den yaptığım bir cümlelik alıntı gerekçe gösterilerek DGM tarafından dava açıldı ve hala sürüyor.

Varlığını ülkedeki terör ortamına borçlu olan bir partinin başkanı 312’yi savunurken haydarane naralarla “şecaat arz ediyor”. Tabii ki “sirkatin söylemiyor”, hatta bu “şecaat” gösterisinin amacı çalınan hak ve özgürlükleri örtmek. Örtme işi yapılırken “vatan, millet, birlik, bütünlük” edebiyatı “şal” olarak kullanılıyor; her zaman yapıldığı gibi.

Bu da gösteriyor ki, bu ülkede kim hangi görüşü savunursa savunsun, her politik düşünce kendi savunduğu değerlerin istismarını yapıyor. Bir tür tezgahtarlık bu. Siyasi duruşları değer istismarına zorlayan da sistemin ta kendisi. Varlığını istismara borçlu olan sistem, muhaliflerine dahi istismarcı olmaktan başka bir seçenek bırakmıyor.

Siyasetin içine düştüğü bu zaaf, siyaset-hukuk ilişkisine de aynen yansıyor. Zaaflı siyaset, hukukla girdiği “ensest ilişki” sonucunda, hastalığını hukuka da bulaştırıyor. Bu kez hukuk politize hale geliyor. Hukukçular halk adına değil de resmi ideoloji adına yargılayıp mahkum etmeye başlıyor. Mahkemelerde “adaletin tecellisi” değil “resmi ideolojinin tecellisi” gözetiliyor. Yargının bağımsızlığı sorunundan çok daha vahim bir sorun hukukun haysiyetini ayaklar altına alıyor: Yargının yansızlığı sorunu.

Bu günkü ideolojik istismara dayalı siyaset-hukuk ilişkisinden yola çıkarak dünün siyaset-hukuk ilişkisini merak ettim. Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyelerinden Ahmet Yaman’ın aynı adlı akademik çalışmasına şöyle bir göz attım. Kitap “Siyaset-Hukuk İlişkisi” adını taşısa da, bu adı “İslam Hukukunun Oluşum Süreci ve Sonrasında” üst başlığı zaman açısından sınırlandırıyor.

Kitapta verilen örnekler hep Nebevi Hilafet’in saltanata dönüştükten sonraki özden sapma dönemlerine aitti. İlginç olan meşruiyetini İslam’dan aldığını iddia eden bu baskıcı devlet politikalarına karşı Müslüman alimlerin destansı direnişleriydi. İslam’ın istismarına dayalı bir yönetimin hak ihlallerine karşı çıkanların tamamı, yine İslam’ı ibadet ve siyasetiyle birlikte bütün olarak savunan alimler idi.

İşte bir örnek: Muhammed b. Hasan eş-Şeybani, yani Hanefi doktrininin ilk tespitini ve kodifikasyonunu kendisine borçlu olduğumuz Ebu Hanife’nin ünlü öğrencisi “İmam Muhammed”.

İmam, Abbasiler’in baskıcı dönemlerinde, hukuku otoriteye karşı savunan müstakil bir kitap kaleme alır: Kitabu’l-İkrah. Serahsi’nin, İmam Muhammed’in öğrencisi İbn Semaa’ya dayanarak verdiği bilgiye göre İmam, Kitabu’l-İkrah’ta baskı yoluyla alınan bey’atin ve yapılan yönetime bağlılık yemininin geçersizliğini açıklayınca, onu kıskananlar Halife’ye çıkıp “eş-Şeybani, senin zorba ve hırsız olduğunu yazıyor” diye ihbar ederler.

Buna çok kızan halife kendisini çağırtır. Önce vezirin hışmına uğrayan eş-Şeybani, durumu açıklamaya çalışırken, işin fena akıbetini anlayan İbn Semaa süratle onun evine yönelir. Evin güvenlik görevlilerince kordon altına alındığını görünce, komşu duvarlardan atlayarak içeri girer ve söz konusu kitabı aramaya başlar. Nihayet kitabı bulur ve güvenlik kordonunu yarıp kitabı çıkaramayacağını aklı kesince evin kuyusuna atarak kendisini gizler. Ev sahibi gelince güvenlik güçleri eve girer ve arama yaparlar, fakat kitabı bulamazlar. Halife İmam’dan özür diler ve hediyeler vererek gönlünü almaya çalışır.

Fakat Şeybani kitabı yazmaktan vazgeçmez, ama her denemesinde bu acı hatıra kendisini alıkoyar. Bir müddet sonra kuyusundaki suyun renginin bozulması üzerine kuyuyu temizletmek için işçi tutar. İşçiler kuyuya indiklerinde iki taş arasına sıkışmış ve bu yüzden de içine su almamış olan bir kitap bulurlar. Bu kitap o kitaptır. İmam, kitabını daha da geliştirerek kamuoyunun istifadesine sunacaktır.

Bu olayın geçtiği ülke monarşiyle yönetiliyordu. Öyle demokrasi iddiası falan yoktu devletin. Fakat aynı dönemde kendisine yargı başkanlığı teklifini geri çevirdiği için yönetim tarafından mimlenen Ebu Hanife’nin derslerini takip edenlerin başında aynı yönetimin ordu komutanı Hasan b. Kahtabe geliyordu. Yönetime karşı muhalif tavrından dolayı Ebu Hanife’ye can düşman olan halife Ebu Cafer Mansur, baş komutanının bu tercihine karışmayı aklından geçirmiyordu.

İki dönemin “entelijansiyasını” karşılaştıramıyorum bile.

Resmi ideolojiye kapılanmış olan hukukçu ve aydınlar 312 ve düşünceyi düşman ilan eden benzeri maddeleri ölümüne savunmayı varlık sebebi olarak açıklayabilirler. (Varlığını düşünceye karşı konuşlandırmış olmak ne büyük talihsizlik!)

Peki, hak ve özgürlüklerin bir zümre için değil herkes için olduğunu savunan hiç “resmi ideloji” (görüyorsunuz, açık adını dahi yazamıyoruz) mensubu aydın göremeyecek miyiz? Bu fabrika ne zaman “imalat hatası” verecek diye gözümüz yollarda kaldı. Şimdiye kadar bu çizgiye mensup aydınlar arasından beni şaşırtanı hiç çıkmadı, desem yeridir.

Yoksa yoklar mı?

Varsalar eğer, varlıklarını ne zaman ispatlayacaklar?

Ben, onlar içerisinden, başta 12 Eylül darbe anayasası olmak üzere TCK’nın tüm hak ve özgürlükleri kısıtlayıcı maddelerine karşı savaş açanına rastlamadım. En demokratı, deli fıkrasında olduğu gibi “Nerden bildin?” deyinceye kadar demokrat ve özgürlükçüydü. “Tamam, işte bir tane çıktı!” dediğiniz her seferinde, tıpkı her soruya makul ve doğru cevap verdiği için taburcu olmaya ramak kalan akıl hastası gibi bir çuval inciri berbat eden absürt bir davranış sergiliyorlardı.

Fıkranın gerisini anlatıp, üslubuma alışkın okuyucularımı şaşırtmak istemedim.

Nasıl olsa bilenler bilmeyenlere anlatır.

( 24 Mart 2000 )

 

Yorum Yaz