Sorular cevap, sorunlar çözüm ister

“Her soruya cevap vermek cinnettir” der Ebu Hamid el-Gazali, el-hak öyledir.

Belki de bu yüzden Ahmet b. Hanbel “İlmin onda dokuzu ‘bilmiyorum’ demektir” demiştir. “Ben kişinin akıl derecesini sorduğu sorudan çıkarırım” diyen Hz. Ömer miydi?

Kimi zaman öyle yanlış sorular gelir ki, doğru cevap vermek mümkün değildir. Ama soru faslında en çok üzerinde durulması gereken nokta hiç kuşkusuz “sorunların sorulara çevrilmesi” yanlışıdır.

Sorular cevaplanarak halledilir, sorunlarsa hayatın içinde çözümlenir. Bunun içindir ki “soru”nun cevabından, “sorun”un ise çözümünden söz edilebilir. Bu karışıklık, halen kendisiyle düşündüğümüz eskimez dilimize ait “mesele” sözcüğünün, hem “soru”ya hem de “soruna” karşılık olmasından kaynaklanıyor. Çünkü “sual” hem “sormak”, hem de “istemek” anlamına gelir. Bugünkü köşemi ehl-i vukuf bir okuyucumuzun arkadaşları adına sorduğu soruların cevaplarına ayırıyorum:

Klasik içtihatların artık cevap vermediği konularda içtihat müessesesi nasıl çalıştırılabilir ve yaklaşım ne olmalıdır? İçtihat zaten dinin sabiteleri değil değişkenleri üzerinde olur. Ve her içtihat meşruiyetini dinin sabitelerinden alır. Bunun için de:

  1. Yeni bir “tefakkuh usulünün” temellerini atmak: Tecdit ve tashih edilmiş bir “Müslüman aklına”, düşünme yöntemine ihtiyaç vardır. Bu yöntem, şu ana sütunlar üzerinde yükselmelidir: A) Nassları maksatları açısından yeni bir okumaya tabi tutmak. Bu okuma nefy ve ispat yöntemiyle yapılmalı; yanlış anlamanın kendisinden kaynaklandığı yanlış okumayı nefyetmeli, yerine doğru okumayı ispat etmelidir. Bu da lafız ve mana eksenli klasik okuma yerine bunlara hakem olarak “maksat” eksenini koymakla mümkündür. B) Atomcu (cevher-i fert) ve sebep-sonuç yasalarını dışlayıcı (imkan) temeller üzerine oturan klasik kelamı, tevhitçi bir eksende ve sünnetullah (ilahi yasalar) temelinde yeniden inşa etmek. C) Epistemolojide Kur’ani yaklaşımı esas almak. İslami disiplinlerin, bilgi sistemlerine, biraz da taassuptan kaynaklanan tekçi yaklaşımlarını bir kenara bırakıp Kur’an’ın çok boyutlu bilgi kaynağı yaklaşımını temel alarak Kuşeyri’nin ayrımıyla beyani, burhani ve irfani bilgi sistemlerini tıpkı anlamlı bir cümle için isim, fiil ve harfin işlevi gibi birbirine rakip değil lazım-melzum olarak görmek; zaruriyyat, haciyyat ve tahsiniyyat hiyerarşisinde olduğu gibi bu bilgi sistemlerini de makro sistemi oluşturan hiyerarşik enstrümanlar olarak düşünmek.
  2. İslam aklının yenilenmesinin doğal bir sonucu olarak yeni bir fıkıh usulü oluşturmak: Bu usulün İslami hayatı yeniden inşa sürecine azami katkıda bulunması için şu unsurlara dikkat etmek: A) Bundan böyle bağlayıcı içtihatlar için tek tek fertler yerine bir sivil içtihat kurumunun oluşmasına zemin hazırlamak. B) İçtihadı “cüz’ün cüz’e kıyası yoluyla ya da tek tek delillerin okunması yoluyla değil, o konudaki bütün delillerin “istikra”sı üzerine bina etmek. C) İçtihada ehil ulemanın sesini mezhep, meşrep taassubuna kapılarak boğmamak; yapılan içtihadı geleneksel içtihatlarla ne kadar zıt düşerse düşsün bir içtihat olarak değerlendirip, “içtihat içtihadı nakzetmez” kuralı çerçevesinde değerlendirmek.

“Yeni bir fıkıh usulü” derken neyi kastettiğimi Şatıbi’nin el-Muvafakat’ı iyi açıklar. Yeni içtihada örnek olarak da, usuldeki kimi boşluk ve muğlaklığına rağmen, Musa Carullah’ın “Uzun Günlerde Ruze” içtihadını örnek gösterebiliriz.

Kur’an’ın tanımladığı fonksiyonel ve aksiyoner bir aklı nasıl algılamalı ve edinmeliyiz?

Bu, Kur’an eksenli doğru bir sualdir. Fonksiyonel ve aksiyoner akıl Kur’an vahyinin tanımladığı bir akıldır: “Lehum kulubun la-yefgahune biha” (kendisiyle düşünmedikleri yürekleri var), “la-ya’kılun” (akletmezler) ibarelerinde olduğu gibi, “isim” türü statik, sabit, zamansız ve mekansız, şimdisiz ve buradasız bir “akıl” değil, varlığı faal olmasına bağlı, adeta faal olmayınca yok sayılan ilahi bir atıyye olan akıl: İşte Kur’an’ın akıl tanımı bu. Bu akıl insanı, eşyayı ve zamanı okumayı Kitap’ı okumaktan ayrı düşünmeyen bir akıl. Bendeniz, bu aklın müşahhas timsalinin Hz. Peygamber olduğunu düşünüyorum.

O halde, bu sonuncusu bir “soru” değil bir “mes’ele”dir; çözümü de Hz. Peygamber’in örnekliğinin her müminin şimdi ve buradasında ahlaken üretilmesiyle mümkündür.

( 23 Haziran 2000 )

 

Yorum Yaz