Sözlü geleneği önemsiyorum

Geçen yazımda “Dini kim öğretecek?” diye sormuş ve cevabında ilahiyatçılara ve ilahiyatçı akademisyenlere düşen ağır sorumluluğa dikkat çekmiştim.

İlahiyatçı hocalarımızın en büyük zaaflarından birinin de sözlü geleneğe sırt çevirmek olduğunu dile getirmiştim.

Gerçekten merak ediyorum: İlahiyatçı akademisyenler sözün gücüne inanıyorlar mı? İnanmıyorlarsa, neden? Onları güçlü, etkin ve etken kılacak olan ‘ser-mâye’nin söz olduğunu nasıl bilmezler? Sözün gücüne inanmıyorlarsa, dilsiz bir ‘ilimciliğin’ (scantism) getirisinin ne olacağını düşünüyorlar?

Yok eğer sözün gücüne inanmıyorlarsa, sahabenin sohbetle yetiştiği gerçeğini nasıl izah edecekler? İlmi, toplumsal bir katma değere nasıl dönüştürmeyi düşünüyorlar? Meydanı üç-beş medyatik isme bırakmanın, Hakk’la ve halkla aralarını daha fazla açtığını fark etmiyorlar mı? Yoksa ilahiyatçı ulemamız da, ‘halksız bir devlet’ düşleyen ümeramız gibi ‘halksız bir din’ mi düşlüyorlar? Son günlerde birileri tarafından namluya sürülen zavallı örneklerde görüldüğü gibi dini hitabetin kaybettiği irtifa ve düştüğü acıklı durumda, söz konusu hocalarımızın da katkısı yok mudur?

Bu serzenişlerim nedensiz değil. Nedenini siz okuyucularımla paylaşmak isterim: Diyanet İşleri Başkanlığı gerçekten çok hayırlı bir teşebbüste bulunur ve ilahiyatçı akademisyenleri sözlü geleneği ihya etmeye çağırır. Selatin camilerde Cuma günleri halka hitap etmelerini, bildiklerini toplumla paylaşmalarını teklif eder. Acıklı olan nedir biliyor musunuz? Koca İstanbul İlahiyat’tan sadece bir kişi dışında bu güzel ve yararlı teklife “evet” diyen çıkmaz.

Bilen bilir, devletin dine Türkiye kadar müdahale etmediği tüm İslam topraklarında ‘dinî hitabet’ hizmeti bu yöntemle verilmektedir. Endonezya’dan Pakistan’a, Yemen’den Mısır’a kadar bütün bir İslam coğrafyasında hatipler o mahallin, alanında en uzman ve ihtisas sahibi kişileridir. Bizzat ben, öğrenciliğim sırasında, kendisinden İslam Hukuk Metodolojisi dersleri aldığım çok iyi bir İslam Hukukçusu ve uluslararası üne sahip bir avukat olan M. Selim el-Avva’nın Cuma hutbelerini çok dinlemişimdir. Bir edebiyat profesörü olan Abdussabur Şahin Amr b. As Camii’nde Cuma hutbesi irad ederken aynı zamanda parlamenterdi. Rahmetli Ruhi Özcan Hoca’nın sözlü geleneği ihya eden tavrının, onu ilahiyatçı akademisyenler içinde müstesna kılan en belirgin vasfı olduğunu kim inkar edebilir?

Dinî hitabet, akademik formasyondan ayrı olarak bambaşka bir formasyon ister, bunu iyi bilirim. Yazıya benzemeyip spontan olduğu için risklidir, bu da doğru. Fakat bu riskine karşılık insan-insana, yüz yüze, diz dize, göz göze, öz öze olduğu için etkilidir. Etkisini anında gözlemlemek mümkündür. Ve unutmayınız İstanbul cemaati Türkiye’deki cami cemaatinin öğrenim seviyesi en yüksek olanıdır. İlahiyat hocaları, ilahiyat öğrencilerinin ortalama seviyesinden daha yüksek seviyede bir cemaati karşılarında bulacaklarından çekinmiyorlarsa eğer, bu gerçeğin farkında değiller demektir. Kaliteli cemaat artık Cuma konuşmalarına iltifat etmiyor ve kendisine alternatifler arıyorsa, bunun nedeni dini hitabetin seviyesinde ve hatiplerde aranmalıdır.

Dinî hitabet, din tasavvurundan bağımsız değildir. Din tasavvuru, aynı zamanda hayat tasavvurudur; çünkü din (İslam) hayattır. Din insan hayatını inşa ederken, bu işi ondaki imanı duygu, düşünce ve eyleme dönüştürerek gerçekleştirir. İşte bu nedenle, hatibin hitabını, imanından ve amelinden bağımsız değerlendiremeyiz.

Dinî hitabet, mutlaka bir din diline dayanır. “Din dilini” ben, F. Ferre gibi yalnızca “Tanrı’nın varlığını ispat yöntemi” ya da “Tanrı hakkında konuşmak” olarak anlamıyorum. “Din dili” derken, “yaşayan imanın dilini”, müminlerin hayatı ve varlığı kavrayış ve algılayış tarzlarını, mukadderatlarına ilişkin ahlaki boyuta sahip varoluşsal kanaatlerini, özetle hayat-memat tasavvurlarını kastediyorum. (Hayat tasavvuru üzerine yazacağım).

Günümüz hatiplerinin ciddi bir din dili problemleri var. Daha doğrusu bir din diline sahip oldukları çok su götürür. Bütüncül bir hayat tasavvuruna sahip olmayan, ‘şimdi ve burada’sından yeteri kadar haberdar olmayan, insanı, eşyayı, dünyayı, tarihi ve olayları da bir Kur’an bilip okumayan, tefsir ve te’vil etmeyen birinin günümüz insanına din adına söyleyeceği şeyleri kim merak eder, kim ciddiye alır?

Sözlü geleneği önemsememin nedeni bunlar değil. Ben sözlü geleneği, asıl ilim ve fikir sahibini fildişi kulelere çekilip ‘ahkam kesme’ tehlikesinden kurtarıp, ürettiği değerleri ‘kamuya arz’ ettiği bir yöntem olarak düşünüyorum. Bu, ‘yalnızlaşarak yabancılaşma’yı önleyecektir. Kendi toplumuna karşı yabancılaşma, kişinin kendisine karşı yabancılaşmasından daha az tehlikeli değildir.

Sözlü geleneği önemsememin bir başka nedeni de, ilim ve fikir erbabının ‘kerameti kendinden menkul’ duruma düşmemesi, ‘kendini alemlere rahmet sanmak’ gibi bir zehaba kapılmaması için en etkin yolun kamu huzuruna çıkmak olduğuna inanmamdır. Böylece kişi kametiyle kıymetinin bir olup olmadığını test edebilir, bu ikisi arasında farkı fark eder, ‘Halep’te beş arşın atlama’ iddiası ispat zeminine kavuşur ve hepsinden önemlisi millet herkesin gölgesi ile boyu arasında fark olup olmadığını gözleriyle görür.

Değilse mi? Değilse, tıpkı Çinlilerin dediği gibi olur:

“Eğer bir yerde küçük insanların büyük gölgeleri oluşuyorsa, orada güneş batıyor demektir.”

Peygamberler işte bunun için ‘sohbet eriydiler’ ve o yüzden ‘sahabileri’ vardı.

‘Sahabesizliktan’ şikayet edenler, önce sohbete ne ettiler, onu söylesinler!

( 19 Şubat 2000 )

 

Yorum Yaz