Tefakkuha dayalı bir fıkıh imkânına dair (2)

Başlığa çıkardığımız tefakkuh kelimesi Kur’ani bir kavramdır.

Tevbe suresinin 122. ayeti, civardaki müminlerin Medine’ye cumhur cemaat gelmemelerini, “dinde derin anlayış ve bilgi sahibi olmak için” her kesimden bir gurubun gelmesini ister. “Dinde derin anlayış kazanmak” anlamındaki tefakkuhun, bir farz-ı kifaye olduğu anlaşılmış olur.

Büyük bir müfessirimiz, bu ayetteki tefakkuhu “dinde fıkıh tahsil etseler” diye çevirebilmiştir. Bu elbette yanlıştır. Çünkü “fıkıh” terimi bugünkü formel ve “vad’i” anlamını, Kur’an’ın nüzulünden yüzyıllar sonra (3. hicri yüzyılda) kazanmıştır.

2. yüzyılda başta akaid ve tasavvuf olmak üzere, tüm dini ilimler “fıkıh” olarak adlandırılıyordu. İmam Azam Ebu Hanife’ye (öl. 155 h.) nispet edilen akaid kitabının adının “el-Fıkhu’l-Ekber” olması tesadüf değil. O dönemde tasavvuf ve ahlaka da “fıkh-ı vicdani” adı veriliyordu.

Kur’an tefakkuhu (idraku’ş-şey ve’l-ilmu bihi: Bir şeyi derinliğine kavramak ve onun hakkında tam bir bilgiye sahip olmak) emretmişti. Bu her âlim için bir sorumluluktu. Öncekiler -Allah onlardan razı olsun- bu sorumluluğu yerine getirdiler. Aynı sorumluluk sonrakiler için de geçerliydi. Fakat onlar, öncekilerin sorumluluklarını yerine getirmek için ürettiklerini aynen taşımakla yetindiler. Bunun kendilerini tefakkuh sorumluluğundan kurtaracağını sandılar. Oysaki Kur’an’ın tefakkuh, tezekkür, tedebbür, taakkul ve tefekkür emirleri öncekiler için de sonrakiler için de aynı derecede geçerliydi.

Efendimiz, kendi çıkardığı hükümleri bile formalizme kurban etmedi. “Çocuk kimin yatağına doğmuşsa ona aittir, zina edenin iddiasına itibar olunmaz” genel hükmünü o vermişti. Fakat bu hükme rağmen Sevde annemizden kardeşine namahrem gibi davranmasını istedi. Zira kardeşi sayılan erkek, babası Zem’a’dan daha çok çocuğun babası olduğunu iddia eden Utbe’ye benziyordu. (Buhari, Hudut, 23, Ahkam 29; Ebu davud, Talak 34).

Efendimiz’in tefakkuhuna işte harika bir örnek: Cabir’in nakline göre bir sefer sırasında bir zat kafasından yaralanır. İhtilam olur ve yanındakilere kendi durumundaki birinin teyemmüm etmesine ruhsat olup olmadığını sorar. Onlar “Sen suya ulaşabiliyorsun” diyerek cevaz vermezler. Bunun üzerine gusleder ve ardından vefat eder. Bu olay dönüşte Rasulullah’a aktarılır. Allah Resulünün tepkisi çok şiddetli olur. Aynen şöyle:

“Yıkılıp ölesiceler! Onu göz göre göre katlettiler. Hadi bilmiyorlardı diyelim, o zaman sorsaydılar ya!” (Ebu davud, Tahare, 1.197, 1/93 ve İbn Mace)

Sahabeden Hz. Ali, Hz. Aişe, İbn Mes’ud, İbn Abbas, Hz. Ömer, Hz. Ebubekir, Hz. Selman gibi seçkin sahabiler tefakkuh sahibi idiler. Hz. Ömer’i tanıyanlar “Dinde ondan daha fakihini görmedik” derlerdi (İbn Hacer, el-Isabe, 5/523). Kur’an izin verdiği halde “tefakkuh” sonucu müellefe-i kulub’a zekat payını kaldırdı, Irak ve Suriye’nin savaşla ele geçen ekilebilir arazilerini (savafi) askere dağıtmak yerine sahiplerine yarıya verdi, Ehl-i Kitab kadınlarıyla evlenmeyi yasakladı. Bütün bunları o Kur’an’ın emirlerinin maksadını okuyarak yaptı.

Ebu Seleme Hz. Aişe’yi tanıtırken “efkah fi’r-re’y: kişisel görüş açısından en derin anlayış sahibiydi” der (İbn Sa’d,. Tabakat, 2/368). Aynı kaynakta Ubeydullah b. Utbe, İbn Abbas farkını anlatırken “Görüşlerinde ondan daha derin anlayışlısını (efkah) görmedim” der.

İmamlar da “tefakkuh” çizgisini izlediler. Bunların başında gelen Ebu Hanife’nin “Onlar adamsa biz de adamız” sözü o zaman da çok gürültü koparmıştı. Rivayet alma hususunda sahabe arasından seçim yaparken “şu fakihti, şu değildi” diye ayrıma gitmesi az şey midir? İmam Malik hadisle iştigal eden iki yeğenini şöyle uyarıyordu: “Rivayeti azaltıp rivayet ettiklerinizin hikmeti üzerinde düşünün (fıkhedin)” demişti (el-Bağdadi, Nasiha, s. 37)

Yorum Yaz