Tekbir ve amiral

Türkiye’de “asker” ve “din” kelimelerini yan yana düşünmek neredeyse “suç” sayılır olmuş. Cumhuriyeti kuran kadronun amacı, orduyla dinin arasını bugün olduğu gibi kesin hatlarla birbirinden ayırmak mıydı?

 

Bu sorunun cevabı “evet”se, Türkiye Cumhuriyeti’nin Genelkurmay Başkanlığı’nda tam 23 yıl beş vakit namazlı biri nasıl Genelkurmay Başkanlığı yapabildi? Evet, Mareşal Fevzi Çakmak, tam 23,5 yıl seccadesini Genelkurmay karargâhına serip namazını kılmıştı.

Fakat ben, asıl din ve asker ilişkisinin “bilgi boyutuna” getireceğim sözü.

1970’lerin komuta kademesindeki ünlü bir generalin bir soruya verdiği cevap, askerin dinî bilgi konusundaki içler acısı durumunu göz önüne sermiş ve hatırlayan herkesi tebessüm ettirmişti. O komutan, Cuma namazına neden gitmediği sorusunu, “Ben cumalarımı evde kılıyorum” demişti.

Aynı yıllarda asker kökenli Cumhurbaşkanı F. Korutürk, ziyaret ettiği bir camiye ayakkabısıyla dalacak ve bu kamuoyunda “saygısızlık” olarak görülecek ve tepki çekecekti. Oysaki ben bunun “bilgisizlik” olduğunu düşünmüştüm ve hâlâ da aynı kanıdayım.

Tamam anladık, Türkiye’deki sözüm ona aydın geçinen elit, din konusunda zır cahildir. Hatta “Bu yıl da hac kurbana denk geldi” türünden zır cahillikleri bol bol yapar ve milleti kendisine güldürür.

Ama her fırsatta iyi yetiştikleri vurgulanan subayların, din konusunda sokaktaki sıradan bir Müslümanın bildiği en alt düzey bilgilerden bile yoksul olması neyle, nasıl açıklanır?

Şimdi o kadrolar korunuyor mu bilmiyorum, ama evvelce orduda “din subayı” kadrosu vardı. Hatta A. Hamdi Akseki merhuma “Askere Din Kitabı” bile yazdırılmıştı. O günlerden, tekbirin “cihad çağrısı, propaganda” diye tanımlandığı bu günlere nasıl gelindi?

Bunun cevabını bulmak ve çözümünü düşünmek ilgili makamlara düşer. Bizim söyleyeceğimiz sadece şudur: İnanıp inanmamak sizin tercihinizdir. Fakat halkınızın dinine “Fransız” kalmamalısınız ki, güvenliğini sağladığınız halkla asgari düzeyde bir iletişim kurabilesiniz.

Şimdi ben bütün bunları niçin yazdım? Arz edeyim efendim:

Cumartesi akşamı ABD televizyonlarından birinin Türkiye şubesi olan bir kanal, savaş yayını yapıyor. Bağdat’a düşen bombaları, havai fişek gösterisini izleyen çocuklar gibi zıplayarak anons eden TV’ler var ya, işte onlardan biri.

Program konuğu Donanma eski Komutanı bir Oramiral. Ekranda Bağdat’tan canlı yayın yapan bir Arap televizyonunun görüntüsü naklen veriliyor. Tam o sırada Bağdat camilerinden birinden güçlü bir “teşrik tekbiri” sesi yükseliyor.

İşte “traji-komedi” de o an başladı.

Kanalın çokbilmiş ve tecrübesi kendinden menkul muhabiri “Ezan okunuyor” buyurdu. Bu arada tekbir 15-20 kez tekrarlandı. Bizimkisi hâlâ “ezan”, “ezan” deyip duruyor. Neyse… İçeriden bir uyarı geldi ve okunanın “ezan” değil “tekbir” olduğu söylendi.

Fakat o da ne! Bu kez anlı şanlı paşamız sözü alıp Bağdat semalarında yankılanan “tekbir” üzerine derin askerî ve stratejik yorumlara girişmez mi?

“Tekbir”le amaçlanan “cihad çağrısı” imiş…

Yok, bu tekbirin anlamı “psikolojik propaganda” imiş…

Tuttu mu beni bir gülme krizi. Gül Allah gül. Allah’tan, bir izleyici (evet, “sıradan” bir izleyici) telefon edip bunun, böylesi durumlarda, ta İslam’ın ilk yıllarından beri uygulanan “dini bir gelenek” olduğunu, hatta “sünnette de yeri olduğunu” söyledi de, gülme krizim geçti.

Hakkını yemeyelim, Oramiral bu uyarı üzerine bir itirafta bulundu. Beni hem üzen, hem düşündüren tarihî itiraf şuydu: “Bu yaşıma geldim, fakat ben bunu bilmiyordum.”

Söyleyin ey sorumlular! Bu halkın subayına, bu halkın dinini kim öğretecek?

 

Yorum Yaz