Tevbe gibi bir özeleştiri ihtiyacı

Hata yapmak anlaşılabilir bir şeydir; asıl anlaşılamaz olan “hatayı savunmak”tır.

İşte bu nedenle hata yapan affedilebilir; fakat hatayı savunan asla.

Adem’de hata yaptı, Şeytan da; fakat Adem tevbe etti, Şeytan hatasını savundu. Adem’i “adam” eden hatasını kabullenmekti, Şeytan’ı “şeytan” eden de hatasını savunmak.

Ölüler hata yapmazlar; elbette iş yapan hata da yapacaktır. Hatta “çok iş yapan çok hata yapar” sözü, bir yere kadar doğrudur; aynen hiç iş yapmayanın, ortaya hiçbir şey koymayanın, hiç hata yapmayacağı gibi. Tabii ki, özü itibarıyla eylem eylemsizliğe, hareket atalete müreccahtır. Ne ki, hiçbir zaman “faal halde bulunmak” yapılan hataların mazereti, “hata yapma ihtimali taşımak” da atalet ve tembelliğin mazereti olarak kullanılamazlar.

Müslümanlar bu ülkenin daimi gerçeğidirler. Bu ülkedeki siyasal yapının, yönetme işi de dahil bu ülkenin tüm imkanlarını, ülkenin “daimi gerçeğinden” kaçırarak, kuytu bir köşede ülkenin “ârızi yalanını” temsil eden bir avuç yabancılaşmış seçkin arasında pay etmek üzere dizayn edildiğini, herkes bilir. İşte bu nedenle, ülkede siyasete soyunan Müslümanların birinci görevi, sistemin paslanmaya yüz tutmuş çarklarını yağlamak değil, bu ülkenin itilip-kakılan halkından gasp edilen “siyaset etme” başta olmak üzere tüm imkanları asli sahibi olan halka iade etmektir.

Bu ülkenin insanına on yıllardır zorla giydirilmeye çalışılan deli gömleği, “devleti yücelterek” değil, “ilkeleri yücelterek”; bir başka ifadeyle “kurumlar” değil, “değerler” tahkim edilerek çıkarılabilir. Milliyetçi (“ulusçu” anlayın) dalganın yükseldiği, bir süreden beri kış uykusuna yatan asil kanın damarlarında yeniden depreştiği “meraklı tazelerin”, konjonktüre uygun olarak “yerli malı Türk’ün malı/herkes onu kullanmalı” havalarını çaldığı bir zamanda, zaman ve zeminle değişmeyen “değerlere” ve “ilkelere” vurgu yapmanın pek prim yapmadığını bilmiyor değilim. Fakat yine de ben, seçim sonuçlarına bakınca paradoks gibi görünse de, Müslümanların yaptığı siyasetin kan kaybetmesini, “ilkesiz” ve “omurgasız” siyaset yapmalarına veriyorum.

Türkiye’de, siyasetin yapısının, ilkesel siyaset yapmaya engel olduğu bilinen bir gerçek. Bu “gerçeğe” rağmen, bir de “hakikat” var; o da, bir misyon uğruna siyasete atılan kadroların, misyonlarını kaybettiklerinde “meşruiyetlerini” de kaybedecekleri hakikatidir. “Meşruiyet gibi, ancak nereye ve nasıl bakacağını bilenler tarafından anlaşılacak bir kaybın, bilinçsiz yığınlara ve kelle sayısına endeksli politik bir yapıya vereceği zarar ne olabilir ki?” diye itiraz edilebilir. Bu itirazın cevabı çok açık: Bir misyon için siyaset yapan şuurlu kadrolar geri çekilir, ganimetçiler ve şakşakçılar öne geçer. Bu, ilkenin yerini menfaatin, arıların yerini sineklerin, aslanların yerini kargaların, “akıl sahiplerinin” (ulu’l-elbab) yerini “ilkesiz yığınların” (ekseru’n-nâs) alması demektir.

Böylesi bir yapının, kantitatif büyüklüğüyle kalitatif büyüklüğü ters orantılıdır; tıpkı dinozorlar gibi. Malum, dinozorlar, olağanüstü büyük cüsselerine karşın, ceviz kadar beyin taşıyan canlılardı; soylarını sürdürememelerinin nedeni olarak da, “beden büyüklüğüyle” ters orantılı olan bu “beyin küçüklüğü” gösterilir.

Siyasal, sosyal, kültürel ve ekonomik, hangi alanda olursa olsun; bir yapının geleceğini o yapının “kantitesi” değil “kalitesi” belirler. İlkesel tavır, kalitenin vazgeçilmez öğesidir. Ahlaki davranış, sadece bireyler için değil, bireylerin oluşturduğu sosyal ve siyasal yapılar için de geçerlidir.

Yaptığınız atraksiyonlarla, sizi takip edenlerin başını fırıl fırıl döndürüyorsanız; sizin yarın ne yapacağınızdan ve nerede olacağınızdan, neyi atıp neyi tutacağınızdan, neyi benimseyip neyi reddedeceğinizden, değil size yabancı olanlar, size yakın olanlar ve hatta bizzat kendiniz dahi emin değilseniz; alternatif olduğunuz iddiasına rağmen, mevcut kirlenmeden siz de kendinizi koruyamıyorsanız; mutlaka iki şeyden birini değiştirmeniz gerekmektedir:

Ya iddianızı değiştireceksiniz. Ya da kendinizi.

( 21 Nisan 1999 )

 

Yorum Yaz