Toksinleri atmak

Birkaç haftadır Anadolu’dayım. Anadolu insanının Ankara’yı nasıl değerlendirdiğini bizzat kaynağında müşahede ediyorum.

Görüyorum ki, Anadolu insanı Ankara’yı beyninde oluşmuş bir tümör gibi algılıyor.

Devletin kimler tarafından ve nasıl yönetildiğinin farkında. Onun için de Ankara’nın geleceğinden pek umutlu gözükmüyor. Ankara’yı, umutsuz bir vaka, iflah olmaz bir illet olarak algılıyor.

Doğrusu, Anadolu insanının bu ülkenin yönetimini tekelinde tutan elitlerden bir beklentisi de yok. “Gölge etmesinler başka ihsan istemeyiz!” der gibi bir halleri var.

Gaziantepli, Hataylı, Kayserili genç işadamlarıyla, farklı vesilelerle ayrı ayrı görüşüyorum; bozulan ve krize giren ticaretlerinden çok saldırıya uğrayan inançlarından dolayı mustaripler. Bu ıstırap, onların doğal olana, değerli ve kalıcı olana, güzel ve gerçek olana muhabbetini artırmış; sentetik ve eğreti olana, bayağı ve geçici olana, çirkin ve batıl olana nefretlerini artırmış. Yani imana karşı derin bir muhabbet, inkara karşı da derin bir nefret kazanma yoluna girmişler.

Anadolu insanını en çok üzen tavırların, inançlarına düşmanlık yapanlar tarafından değil inançlarını paylaşanlar tarafından ortaya konulan tavırlar olduğunu müşahede ettim bir de. İçinden geçtiğimiz süreçte, kendilerini temsil iddiasında olan siyasal oluşumları, gönüllü teşekkülleri, cemaatleri, tarikatları, hatta tek tek önemli bildikleri isimleri eskiden rastlamadığım kadar sorguladıklarına şahit oldum.

Bazıları, sorguladıkları yapıların yıllar yılı finansörlüğünü yapmışlardı. Kazançlarını alınlarını kırıştırmadan, inançlarına uygun bir hayatın yeniden inşasında rol alacaklarını düşündükleri yapılarla paylaşmışlardı. Gene de paylaşmaya hazırdılar; fakat içlerinde bir kuşku da oluşmuştu: Acaba bizim canla başla desteklediklerimiz bizi ne kadar temsil ediyor?

Bu süreçte en ağır gelen tavırlar, Müslüman okumuş-yazmışların tavırları olmuştu. Verdikleri örnekleri dinleyince, neden bu denli hayal kırıklığına uğradıklarını anlamakta zorlanmadım doğrusu.

Öğrencilikleri sırasında vakıf, cemaat, dernek ve Müslüman tacirlerin burslarla okuyan dünün “mücahit” öğrencileri, öğretmen olunca, başörtüsü zulmünün ayyuka çıktığı dönemlerde, gerek okul idarelerine, gerek daha başka mahfillere yaranmak için yasağı ilk uygulayanlar ve hatta savunanlar arasında yer almışlardı. Tasavvuf ya da cemaat terbiyesi almış ve öğrenciliğini Müslümanların destekleriyle tamamlamış kimi öğretmenler, ellerinde mevcut listesi, başörtülü avına çıktıkları yetmiyormuş gibi, yasağı savunma cürmünü irtikab etmekten bile çekinmemişlerdi.

Hele, bir zamanlar Kayseri İlahiyat’ta bizim de hocalığımızı yapmış olan ve asistanken kimi “erkek” çıkışlarına şahit olduğumuz bir hocanın, 20 yıl sonra profesör olunca başörtülü kızları “böcek”likle itham edip sınıftan kovacak kadar kendine yabancılaştığını duymak dayanılası gibi değildi. Bu örnek, akademik sürecin, istisnaları hariç bir “istihmar süreci” olduğu yolundaki değerlendirmeleri doğrulayan nitelikteydi.

Bütün bunları nasıl yorumlamamız gerektiğini soran dostlara “hayırlı olarak!” cevabını veriyordum.

Şöyle ki: Müslümanlar, Hz Peygamber’in benzetmesiyle “tek bir bedenin organları” gibidirler. İslam bedenine arız olmuş urların, sivilcelerin yanında bir de bu bedeni hantallaştıran, bu bedenin yağ bağlamasına neden olan “toksinler” var. Onlar, göbekli birinin göbeği kadar Müslümanların bedenine ait, göbekli birinin göbeği kadar ait oldukları bedene “yük” ve “zait”dirler.

Fakat bunlar kendilerini, İslam bedeninde kan dolaşımı, sinir sistemi gibi lüzumlu ve işe yarar görür ya da göstermek isterler. Dışardan bakanların çoğu da, bunları “oldukları gibi” değil “göründükleri gibi” zannederler. İşin farkında olanlar, onların bedene bir katkıda bulunmadığını, aksine bedeni hantallaştırdığını, onun hareket kabiliyetini kısıtladığını bilirler. Onların, cüssenin sadece kilosunu artıran bir kemiyet olduğunu, bir keyfiyet olmadığını bilirler.

İşte bu yüzden, tüm sınanmalar gibi 28 Şubat sürecindeki sınanmaları da, şer gibi görünen hayır olarak görüyor ve öyle değerlendirilmesinin doğru olacağını düşünüyorum. Başkalarının “kayıp” olarak gördükleri, bana göre Müslüman bedenin attığı toksinlerdir. Dolayısıyla kayıp gibi görünen bir kazançtır. Tıpkı fazla kilolarını atmış bir beden gibi, kemiyeti/niceliği azalmıştır belki, fakat keyfiyeti/niteliği artmıştır.

Herkes, İslam’ın bedeninde bir fonksiyon ifa eden bir keyfiyet mi, yoksa toksin gibi atılması gereken bir kemiyet mi olduğuna baksın.

( 6 Ağustos 1999 )

 

Yorum Yaz