Töre ve sünnet

“30 yıllık töre”den söz ediyor bıyıkları aşağı sarkık adam.

“Töre” dediği az önce izlediğim dehşet filmlerini andıran sahne: Yine bıyıkları sarkık, göbekli, kravatlı bir adam sin-kaf ederek sağa sola saldırıyor. Önündeki aracı yumrukluyor. Önüne gelene tekme-tokat giriyor, yumruğunun yetişmediğine tehdit savuruyor. Silahına el atıyor, heyheyleniyor asıyor, kesiyor…

Ben bulunduğum mekanı dehşetin ve şiddetin doldurduğunu hissettim bir an. Hatta gayrı ihtiyari, bu çevresine dehşet saçan adam ekrandan odaya fırlayıp orayı burayı dağıtacakmış gibi bir hisse bile kapıldım.

Bu dehşet manzaraya “töre” diyen yetkilinin adı “Şevkat”miş. İyi ki “şefkat” değilmiş. Biliyorsunuz “Şefkat”, merhameti, sevgiyi, hürmeti, hassasiyeti, nezaketi çağrıştıran bir sözcük. Şevkat ise, eğer son harfi “kef” kabul ediliyorsa “diken, diken gibi batmak”, yok eğer “kaf” kabul ediliyorsa “gaza getirmek, heyheylendirmek” anlamına gelir. İlginç bir tevafuk.

Şiddet ve siyaset, özellikle bu ülkede hep iç içe, koyun koyuna oldu. Bu ülkenin siyasi tarihi, aynı zamanda akıl almaz boyutlara ulaşan siyasal şiddetin de tarihidir. Osmanlı’daki “siyaseten katl”leri elbette unutmuyorum. Fakat Osmanlı, “siyaseten katl” müessesesini işlettiği yıllarında meşrutiyet, cumhuriyet, demokrasi vs. gibi bir iddiaya sahip değildi. Ayrıca da, siyasal şiddetin dayandığı zirve olan “siyaseten katl” uygulamaları, hiçbir ideolojik mülahaza içermiyordu.

Belki de sosyo-psikolojinin konusudur bizim gibi toplumlarda neden politik şiddetin politikanın vazgeçilmez bir ögesi olduğu. Şu bir gerçek ki, ırkçı ve ulusçu söylemler, bu şiddete yatkın politik yapıyı daha da kırılgan hale getirmektedir. Her içine kapanık düşünce ve kapalı havza toplumunda görülen “kendini normal ifade edememe hastalığı”, bu tarafı ağır basan yapılarda psiko-patolojik davranışlar biçiminde kendini açığa vurmaktadır.

Bir kere bu izlediğim siyasal şiddet gösterisinin evveliyatı çok eskilere gider. Fakat bizdeki kökeni Sultan Abdülaziz’in canına kasteden Hüseyin Avni Paşa’ya kadar dayanır. Ama asıl bu ülkedeki siyasal şiddeti kurumlaştıran İttihat ve Terakki’dir.

Selanik Mutasarrıfı’nı dağa kaldıran Resneli Niyazi’yi, Meşrutiyet Meclisi’ne baskın düzenleyen Enver Paşa ve adamlarını, sokak ortasında adam vuran Yakub Cemil’i, bu ‘töre’den ayrı değerlendirebilir miyiz?

Evet, bizce bu 30 yıllık bir töre değil, daha gerilere giden bir töre. Muhalif istemeyen, dikensiz gül bahçesi ütopyasıyla tüm muhalifleri bir şekilde sindiren bir töre. Bu törenin en çok istismar ettiği kavramsa “itaat” kavramı.

İtaat kavramının, geçmişte nasıl ideolojik bir niteliğe bürünerek güç ve iktidar sahiplerine payanda kılındığını bu köşede kaleme almıştım. İtaat istismarı günümüzde sadece şoven ve ulusçu politik yapıları değil, İslami olma iddiasındaki yapıları da pençesi altına almış durumda.

Bu kutsal kavramın istismarına dayanan İslami olma iddiasındaki politik olsun olmasın tüm sosyal yapılar, mensuplarının akıl, irade, şahsiyet ve sorumluluk bilinçlerini değil, bağlılık ve bağımlılık reflekslerini güçlendirmeye çalışıyorlar.

Böyle bir ortamda kim ne etsin Kutlu Doğum Haftası’nı? Kim dert edinsin Peygamber’in yalnız cinsel ahlak alanında değil, sosyal, ekonomik ve hepsinden öte siyasal ahlak alanında da örnek davranışlar sergileyen ideal bir ‘Siyaset Önderi’ oluşunu?

Dikkat buyurulsun lütfen; Peygamber sadece “Siyasal Önder” değildi, fakat onun örnekliklerinden biri de “siyaset alanıydı”. Bu nedenledir ki, İbn Hibban et-Tekasim ve’l-Enva isimli muhalled eserinde o ‘İnsanlık Güzeli’nin söz ve eylemlerini tam 110 çeşide ayırmak gibi harika bir tasnif yöntemini geliştirmişti: “Onun peygamber olarak söyledikleri ve yaptıkları, yargıç olarak söyledikleri ve yaptıkları, devlet başkanı olarak söyledikleri ve yaptıkları, insan olarak söyledikleri ve yaptıkları, ordu komutanı olarak söyledikleri ve yaptıkları…”

“Töre”den söz edenler bu töreyi “istişare” ile açıklıyorlardı. Doğrusu, “istişare” sözünün yalanına dahi çok şey veririm; ya gerçeğine neler verilmez? Peki, bu lafı edenler gerçekten bu sözün ait olduğu İslami/Kur’âni değerler sisteminde istişarenin yerini biliyorlar mı? Bu sistemin uygulayıcısını Hz. Peygamber’in istişaresine ait doğru dürüst bir bilgiye sahipler mi?

Şu örneğe bakın: Uhud Savaşı öncesi Hz. Peygamber başkanlığındaki savaş konseyi istişare için toplanır. Hz. Peygamber’in de dahil olduğu bir grup düşmanı Medine içinde karşılama yanlısı olduğu halde gençlerin oluşturduğu çoğunluk düşmanı şehir dışında karşılama yönünde görüş bildirir. Yani Hz. Peygamber de dahil azınlık “savunma savaşından” yana görüş bildirirken, çoğunluk “saldırı savaşından” yanadır. Hz. Peygamber çoğunluğun görüşüne uyar ve bilinen sonuç gerçekleşir: Yenilgi. Ama dönüp de, savaş konseyinde bu görüşü savunanlar ve hatta savaş kızışınca ardını dönüp kaçanlara dahi tek söz etmez. Bunun üzerine inen ayet, onun bu tavrını över ve destekler:

“Allah’tan bir rahmet sayesinde onlara yumuşak davrandın. Eğer onlara katı kalpli davransaydın etrafından dağılıp giderlerdi. O halde, onları affet, üstelik onlar için Allah’tan af dile, hepsinden öte onlarla istişareye (devam) et. Bunun sonucunda bir işe karar verirsen, artık Allah’a dayan.” (3.159)

Şûrâ Suresi’nin 36-38. ayetlerinde imanın şartları ve mü’minin özellikleri sayılırken 7. olarak “onların işleri aralarında istişare iledir” denilir. İşin garibi, bu ayetlerde iman şartları arasına dahil edilen istişare, saltanat dönemlerinde yazılan tefsirlerin çoğunda konjonktüre uygun olarak “Şûrâ bağlayıcı değildir” görüşüne uyumlu olarak yorumlanır.

Şimdi ben “töre” bağlılarına ne diyeyim? “Töre”ye değil, Kur’an’a ve Sünnet’e bağlı olanlar bile “lidere itaati”, değişmez değerlere itaatten üstün tutuyorlarsa?

( 28 Nisan 2000 )

 

Yorum Yaz