Türkiye bir karar vermeli: Rodez’in Çiftliği’ne “kâhya” mı, cumhura “başkan” mı seçecek

Dikenler bile bir hoş gayrı gül kokar mıymış? 

Son günlerde haber bültenlerinde çiftlik işgalleriyle gündemde olan Zimbabve bir Afrika ülkesi. Eski adı Rodezya, yani “Rodez (Rhodes)’in ülkesi.” Siz buna “Rodez’in çiftliği” de diyebilirsiniz.

Bu isim, Kara Afrika’nın tarihini, kara talihini, sömürgecilerin kıta üzerindeki tahribini ele veriyor. Kim bu Rodez, biliyor musunuz? Sonradan adı Zimbabve olan bu topraklarda altın madeni imtiyazını alarak koca bir coğrafyayı şirketinin malı haline getiren sömürgeci İngiliz Cecil Rodez.

Şimdi, eski adıyla Rodezya, yeni adıyla Zimbabve’de zorlu bir mücadele sürüyor. Ülkenin gerçek sahipleri gasp edilen topraklarını, Rodez’in kâhyalarından geri istiyorlar. Çünkü yaklaşık 12 milyonluk ülkenin verimli topraklarının üçte biri 300 beyaz ailenin gaspı altında. Ülkenin halkı şimdi gaspçılardan topraklarını geri vermelerini istiyorlar. Bir haftadan beri Batılı haber ajanslarının sömürgeci refleksiyle çarpıtarak bize verdikleri haberlerin ardında yatan “Zimbabve gerçeği” bu.

Dönelim Türkiye’ye. 300 ya da 3000, sayı fark etmez; fakat bir mutlu azınlık bu ülkenin tüm kaynaklarının (insan kaynakları da dahil) sevk ve idaresini, fi tarihinde fırsattan istifade paylaşmışlar, tepe tepe kullanıyorlar. Tüm kavga, bu ülkenin imkânlarını zor zamanlarda gasp eden hâkim sınıfla, bu gaspa dur demeye çalışanlar arasında gerçekleşiyor.

Aslında cumhurbaşkanlığı seçiminin benim için taşıdığı tek anlam da bu.

Mesele “Şu mu olsun, bu mu olsun?” meselesi olmamalı. Hele “Bizden olsun da çamurdan olsun!” meselesi hiç olmamalı.

Cumhurbaşkanlığı seçiminde Türkiye’nin cevaplaması gereken soru şudur: Zimbabve gibi “Rodez’in çiftliği” olmayı önümüzdeki 7 yıl içinde de sürdürecek mi, yoksa artık bu ülke imkânlarını, sevk ve idaresini kendi insanlarına da açacak mı? Mutlu azınlığın yağmasına dur diyecek biri olacak mı, olmayacak mı?

Siz bu soruyu şöyle de sorabilirsiniz:

-Rodez’in çiftliği’ne kâhya mı seçeceğiz, yoksa cumhur’a başkan mı?

Eğer cumhura başkan değil de 300 (ya da 3000) ailenin çiftliğine kâhya seçilecekse, bu kâhyanın matruş ya da badem bıyıklı olmasıyla, yağmalanmış ülke sofrasında –kaşıkçıbaşılık- yaparken kaşığın sapını –sağ- ya da –sol- eliyle tutmasıyla, hatta yağmacılara besmele çektirip çektirmeyeceğiyle hiç mi hiç ilgilenmiyorum.

Töre, tere, terör, terör…

Hatırladıkça tepemden kaynar sular dökülüyor. Başbakan Ecevit yaşından umulmayan bir gazap ve tüm nezaket kurallarını altüst eden bir tavırla “Atın bu bayanı dışarı!” dediği gün, MHP sıralarına baktım. Ses verirler, inandıkları değerler hatırına değilse bile kendilerini destekleyen yığınların oyu hatırına “İşte bu kadarına tahammül edemeyiz!” derler sanmıştım. Yanılmışım. Kabahat işlemiş bir çocuk gibi ürkek ürkek oturuyorlardı.

Aslında aynı anda yaşanılan ikinci hayal kırıklığıydı bu; daha sonra bir soru üzerine “Kendimi çıplak gibi hissettim” diyecek olan tesettürlü milletvekillerinin başını açtırarak başörtüsü sorununu çözme vaadini tutmuşlardı: “Çözmüşlerdi” yani, hem de ne “çözme…”

Bu tür bir çözme, çok daha önceleri başlamış olan ilkesel “çözülmenin” doğal bir sonucuydu. MHP kadrolarında bu çözülmenin en yoğun yaşandığı alan “değer yargıları” ve “ilkeler” alanıydı. Bu alandaki çözülmenin en tipik örneği -ülkücü aydınlarla- Maocuların herkese dudak ısırtan flörtüydü. Bu noktada Doğu Perinçek’le kıdemli bir ülkücü aydının yaptığı söyleşinin yine ülkücü bir basın organında yayınlanması bize “aşkın nefretle başladığını” bir kez daha hatırlatmıştı.

Başka bir şeyi daha hatırlatmıştı: 1979’da ben daha çiçeği burnunda bir üniversiteliyken sık sık tartıştığımız kapı komşumuz ülkücü Mevlüd’ü… Zavallı fena halde inandırılmıştı. Hep sloganlarla konuşurdu. Anadolu’nun imanlı, gariban, saf ve masum bir çocuğuydu. O da birçok –ülküdaşı- gibi vatanı solculardan kurtarma görevini üstlenmişti. En sık tekrarladığı slogansa “Kanımız aksa da zafer İslam’ın” sloganıydı.

Evet, tahmin edeceğiniz gibi bir kış gecesi Mevlüd’ü vurdular. Mevlüd binlercesinden sadece biriydi. Niçin öldüklerini dahi bilemeden öldüler. Eminim ki öldürenler de niçin öldürdüklerini bilmiyorlardı. Eğer verdikleri (ve vurdukları) kanların darbecilerin gemisini yüzdürmeye yarayacağını bilselerdi, ölen yine ölür, öldüren de yine öldürür müydü? Ben hiç sanmıyorum.

Kanı akmıştı akmasına da Mevlüd’ün, zafer İslâm’ın olmamıştı, olamazdı da!

Fakat o ve onun gibi binlercesi ölüp gitmişti. Yaşasalardı da görselerdi “zaferin” kimin olduğunu. Yaşasalardı da görselerdi Ülkücü Hareket’in Cumhurbaşkanını halkın seçmesine “Ya bir irticacıyı seçerlerse?” diye karşı çıkan kişilerin eline kaldığını.

Yaşasalardı da görselerdi başörtüsü sorununun nasıl çözüldüğünü? Yaşasalardı da görselerdi uğruna öldükleri dava’nın iktidar ortağı oluşunu. İktidar hatırına, özgürlük savaşı veren Çeçenlerin soykırım yapan işgalci Ruslara, kan gölüne dönen Doğu Türkistan’ın işgalci Çin’e satıldığını. Ülkücü Hareket’e ömür vermiş kır saçlı –ağabeylerine- sinkaflı küfürler etmenin, tehditler savurmanın adının “töre” ilan edilip alkışlandığını?

Aslında, gece saat 12.00’de yaşanan o dehşet görüntüleri, değil insanın yaşını-başını almış bir büyüğüne, hiçbir hemcinsine reva göremeyeceği bir saldırganlık türü. Ben mi yanlış duydum, yoksa yetkilinin dili mi sürçtü? Külhanbeylik yapmak, sağa sola yumruk savurmak, küfretmek, tekme atmak, tehdit etmek “töre” olamaz. Geriye kala kala bir ihtimal kaldı: Dil sürçmesi.

Sayın parti yetkilisi, sanırım “terör” diyeceği yerde “töre” deyiverdi.

( 1 Mayıs 2000 )

 

Yorum Yaz