Türkiye “çete cumhuriyeti” değildir

Hukuk’un tariflerinden biri de “düşünceler arasında barışı sağlayan teknik”tir.

Fakat gelin görün ki, Türkiye’de hukuk sadece “bağımlı” değil, aynı zamanda “yanlı” ve “ideolojiktir”. Bu nedenle de, Türkiye’de hukuk “düşünceler arasında barışı sağlayan teknik” olmaktan daha çok, resmi ideolojiyi savunan bir “alet” konumuna indirgenmiştir.

Onun içindir ki, dünyanın hiçbir tarafında görülmeyecek olan “brifing savcıları”, bu ülkede mebzul miktarda bulunur. Bu ülkede, her kavram gibi hukuk kavramı da “özelleştirilmiştir”. Bize özgü “laiklik”, bize özgü “demokrasi”, bize özgü “cumhuriyet”in, elbette bize özgü bir “hukuku” da olacaktır ve bunda şaşılacak bir şey de yoktur.

208 sene hapis istemiyle yargılanan bir “kiralık tetikçi”nin, işini cezaevi ortamında da sürdürmek için “kiralık itirafçı”lığa başlamasında bir anormallik yok. Bu, özellikle, “çete sektörünün” hatırı sayılır bir piyasa bulduğu Türkiye gibi ülkelerde, sıradan bir “iş” bile sayılabilir.

Aynı şey, “çetelerin işverenleri” için de geçerlidir. Bir “çete arzı” varsa, bunun nedeni onu besleyen bir “çete talebinin” olmasındandır elbet. Çete işverenleri giderler, “iş”lerini çetelere gördürürler; verirler parayı ya da vaadi, canını yakmak istedikleri kimselere “çamur attırırlar”. Kendilerini yarı-tanrı zanneden kimileri, bu yöntemle istediklerini indirirler, istediklerini bindirirler.

Daha kısa denecek bir zaman önce bunun en tipik örneğini yaşamadık mı? Şemdin Sakık adlı PKK’lının ifadesinin altına “persona non grata”lar dizilip tehditle basına verilerek birtakım gazeteciler işinden edilmedi mi?

Aslında, Akit’in ikisi de yıllardır gazetecilik yapan iki Hasan’ının başına gelen, Ali Bayramoğlu, Cengiz Çandar, M. Ali Birand gibi gazetecilerin başına gelenden farklı değil. Fakat nedense derin devlet “mavi kanlı” muhaliflerine göstermediği şiddet ve celadeti “yeşil kanlı” muhaliflerine göstermekte bir beis görmüyor.

Hapishanede işsiz kalan “kiralık katillerin”, kendilerine iş bulmak için “kiralık itirafçılığa” başlamaları, muhaliflerini mertçe sindiremeyince çeteleri devreye sokan çetecilerin onlara “iş vermesini” garip karşılamayız da; böylesi bir oyunda figüran olarak kullanılan “hukuk”u ve “hukuk adamları”nı anlamakta zorlanırız.

Zorlanırız, çünkü bu ülkede avucuna üç-beş bin dolar kıstırınca değil “çamur atacak”, “kurşun atacak” adamın bile haddi hesabı yoktur. Son operasyon, bize İttihat ve Terakki’nin muhalif basını susturma yöntemini hatırlatıyor.

“İrtica” yaftalarıyla bu ülkenin Müslüman halkını yıllar yılı baskı altında tutan kesimler, bu ülkedeki irticaın gerçek temsilcileri olmasınlar sakın? Bu yalnızca benim tespitim değil. Bundan tam 55 yıl önce tıkıldığı zindanda “Başın öne eğilmesin / Aldırma gönül aldırma / Ağladığın duyulmasın / Aldırma gönül aldırma” diye diye ağlatılan Sabahaddin Ali’nin tespiti. Kendisine üç yıl mahkumiyete mal olan bir tek cümle, o günün İstanbul Valisi Lütfi Kırdar’a yazdığı “Açık Mektup”taki şu satırdı:

“Halk Partisi Başkanı bütün irtica kuvvetlerini seferber etmiştir.”

İşte bugün seferber olanlar, o zamandan arta kalan irtica kuvvetlerinin son kalıntılarıdır. Türkiye, mutlaka hukukun üstün olduğu bir yönetimi gerçekleştirmek zorundadır. Ama gelin görün ki, bu talepler bile “tahrif” edilerek sanki “hukuk devleti” değil de “hukukçular devleti” istiyormuşuz gibi; bu kez de hukuku katleden hukukçular eliyle baskı sürdürülmektedir. Sonuç “hukukun üstünlüğü” değil, “üstünlerin hukuku” olmaktadır.

Hukuk sistemi, mevcut haliyle, asli görevi olan “adalet” dağıtma işlevini değil, resmi ideoloji yandaşlarını “koruma” işlevini üstlenmiş görünmektedir. Ne diyordu Yargıtay Başkanı Sami Selçuk:

“Türkiye, düşünceyi yargılamaktan, ama çeteyi yargılayamamaktan çekmektedir.”

Ben, başta hukuk adamları olmak üzere, bu ülkenin yönetimini ahbap-çavuş ilişkileriyle aralarında pay eden yönetici seçkinlerde ‘hukuk inancı’ olduğuna inanmıyorum. Oysaki “İnancı” oluşmadan gerçek anlamda bir “hukuk” da, “hukuk devleti” de oluşmaz.

Peki, bu konuda yönetilenlerin hiç mi suçu yok?

Nasıl olmaz? Dünya tarihinde hangi jakoben yönetici, sınıf, hakkını aramayan, hakkına sahip çıkmayan bir topluma hakkını gönül rızasıyla vermiş ki? Hukuk mücadelesi, aynı zamanda bir hak ve adalet mücadelesidir. Bu mücadeleyi verecek olanların, öncelikle “devlet”e atfettikleri kutsiyet hurafesinden kurtulmaları gerekir. “Kutsal devlet” anlayışını bu halkın kromozomlarına yerleştiren de, saltanatı içselleştiren yanlış İslami gelenektir. Aslında itiraf edeyim ki; ettiğimizi buluyoruz.

Kutsal olan “devlet” değil, “hak” ve “adalet”tir.

“Türkiye, onun-bunun cumhuriyeti değildir!” demek istiyorum. Hepsinden öte, Türkiye’nin bir “çete cumhuriyeti” olmadığına inanmak istiyorum.

( 8 Kasım 1999 )

Yorum Yaz