Türkiye’nin Ayasofyalaştırılması: Cami ile kilise arasında sıkışmışlık sendromu

Önce işgal altındaki Filistin topraklarından bir mesaj.

Yahudi bir okurum olan Rafael Sadi’den. Sadi, benim titiz ve daimi okurlarımdan biri. Nazik ve centilmen. Yazdıklarıma verdiği olumlu ya da olumsuz tepkilerini bir yolunu bulup mutlaka iletir. Telefonla, olmadı sanal yolla. Yahudiler ve Yahudilikle ilgili bu köşede yayımlanmış olan ve hayli ses getiren yazılarımı seviyeli bir biçimde benimle tartışan az sayıdaki Yahudi okurumdan biri o. 12 yıldan beri İsrail’de yaşasa da, o kendisini “İstanbullu” sayıyor.

Bu köşede yayımlanmış olan ve Ayasofya’nın müze ve konser salonu olarak kullanılmasını tüm tek tanrılı inanç sistemlerine ve onların mensuplarına yapılmış bir hakaret olarak niteleyen makaleme, “Ayasofya Konser Salonu” başlıklı bir mesajla şu tepkiyi verdi:

“Bugünkü Yeni Şafak gazetesinde yayınlanan ‘Bu kadar da olmaz ki’ başlıklı yazınızı okudum ve kalben söylediklerinize katılıyorum. Türkiye’de laiklik yanlış anlaşılmakta, yanlış algılanmakta ve yanlış uygulanmaktadır. Tabii ki mabetlerde konser modası, yanılmıyorsam AYA İRİNİ Kilisesi’ndeki konserlerle başladı. Ve AYASOFYA Camii ile devam ettiğini sizin satırlarınızdan öğrenmek nasip oldu. Esasında bu mabetlerin inşa amaçlarının dışında kullanımı meselesi, oldukça rahatsız edici olup, kural ve şartlara bağlanması gereken bir durumdur. Örneğin gerek İstanbul ve gerekse İsrail’de herhangi bir sinagogda konser izni alınabileceğinden çok kuşkuluyum. Arzu eden Türkiye Hahambaşısı Sn. Rav İzak Haleva’ya müracaat edip OLMAZ cevabını yazılı bile alabilir. 12 yıl İsrail’de yaşadıktan sonra Türkiye’deki bu DİN KORKUSUNUN anlamını kavramak çok güç. /…/ Bu korku niye? Sizce ülkedeki sorunların kaynağını oluşturan bu korku değil midir? Acaba bu korkudan rant elde edenler mi var? (altını ben çizdim SH). Sevgili Sami Bey, yazınız demokrasi ve din hürriyetinin zedelenmemesi gerekliliğini ortaya koymaktadır. Tebrik ederim. Tanrı’ya inanan bir Yahudi olarak size hak veriyorum. Saygılar ve iyi gün dileklerimle.”

Mesaj bana, biz Müslümanların uzun yıllardan beri görmesi gereken ama her nasılsa gözümüzden kaçan bir kusurumuzu hatırlattı: Ayasofya için gösterdiğimiz hassasiyeti Aya İrini için göstermemiş olmamız. Bilenler bilir, Aya İrini, bugün Topkapı Sarayı avlusu içerisinde kalmış tarihi bir kilise. Tarihi ve sembolik değeri Ayasofya’dan aşağı değildir.

Demek ki, Türkiye’deki “laik akıl” sadece Müslümanlara zulmedip İslam’a hakaret etmiyor. Aynı zamanda Hristiyanlara ve Hıristiyanlığa da hakaret ediyor. Çağrımı buracıkta yapıyorum: Fatih’in vakfiyesi Ayasofya Camii Müslümanların, onun hemen berisindeki Aya İrini Kilisesi de Hristiyanların ibadetine açılmalıdır. Ateizmin kalesi Enver Hoca Arnavutluk’u ve Sovyet Rusya döneminde kalmış “mabet düşmanlığını” günümüzde yaşatan tek ülkenin Türkiye olması, yüz kızartıcı bir ayıp.

Yahudi okurum Rafael Sadi’nin anlamakta zorlandığı işte bu. O “din korkusu” diyor ki, bir önceki yazı bu meşum korkunun bu ülkenin başına açtığı belaları işliyordu. Bir de soru soruyor: “Acaba bu korkudan rant elde edenler mi var?”

Tam isabet. Bu korkunun ekmeğini yiye yiye bugünlere kadar gelen mutlu ve dahi putlu azgın azınlık bu ülkenin en büyük talihsizliği. Başbakan “bürokratik oligarşi” çıkışıyla, üçlü sacayağının tek ayağını deşifre etmiş oldu. İşte bu korkuyu ranta çeviren onlar.

İkinci mesaj, Paris’te doktora yapan değerli bir bayan okurumdan. Aynı makale, onun da dertlerini deşmiş. Ta Paris’e kadar kaçmış ama Türkiye’deki azgın azınlığın uzantılarının şerrinden orada da emin olamamış. Yazdıkları hayli ibret verici. Okuyalım:

“Değerli hocam, yine bugünkü yazınızda değinmiş olduğunuz ‘Bırakın gayr-ı müslimleri zorla Müslüman etmeyi, Müslümanlar her tür resmi teşvikle gayr-ı müslim edilmeye çalışılıyor’ gerçeğini inanın burada dahi yaşıyoruz. Ama burada yaşadığımız ‘ötekileştirme’ sıkıntılarını, yine buraya gelen Kemalist öğrenci arkadaşlarımızdan görüyoruz. Ben kendi adıma konuşacak olursam; arkadaşlarımızın burada kurmuş oldukları ‘Jön Türk’ grubuna aramızda insani ve fikri ölçeklerde diyalogun oluşması için gitmeye başladım. Ancak görüntüm kimliğimi ele verdiği için negatif enerjiler yüklü bakışlar arasında ne kadar liberal, örtülü bir Müslüman kız olsam da duruşum hükme bağlanmış oldu arkadaşlarım tarafından. Çünkü onlarla bara gitmiyor, içki kadehlerinin olduğu ortamlarda bulunmuyordum. … Caminin müzeye dönüştürülmesi… Bu, içeriklerinden arındırılmaya çalışılan biz Müslümanlar gibi bir şey değil mi? Hayır, müzelerin de bir misyonu vardır; bakan değil, gören gözler için. Ama Müslüman denen öksüz aktörün kimliği bir müze kadar değerli değildir. Batı ve Batılı creatörlerin nezdinde, biz bugünün ‘teröristleri’, çocuklarımız da yarının ‘teröristleridir’. Bizim yüreğimizdeki mihraplar Chapeller’e dönüşmediği sürece biz de sevimli görünemeyeceğiz ne merkez, ne de periferideki Batılılara (ve Batıcılara SH).”

Ne dersiniz bu yürek yakan satırlara? Eskiden “Müslüman memleketinde gavur eziyeti” diye bir deyim vardı. Ya eziyetin bu türüne nasıl bir deyim bulmalı? İşte sözün tükendiği yer.

Ne diyelim, bu ülke insanını kendi öz kimliğinden uzaklaştırmakla kalmayıp, kendi öz kimliğine düşman edenler utansınlar. Tarih bir gün onları yargılayıp gerçek yerlerine iade edecektir.

Neden Sayın Rafael Sadi’nin ta İsrail’den bakarak anladığı gerçeği, bu ülkenin mutlu ve dahi putlu azınlığı anlamamakta direniyor? Hiç düşündünüz mü?

 

Yorum Yaz