Üç Muhammed : İki tasavvur bir gerçek

Ve nihayet bitti…

Her kitap bir doğumdur. Kimisinin sancısı kısa, kimisininki uzun sürer. Kimisinin bedeli küçük kimisininki büyük olur. Üç Muhammed’in sancısı biraz uzun sürdü, ama sonunda o da doğdu.

Üç Muhammed’i kaleme almama neden olan olay herkesin her zaman duyduğu klişe bir hitaptı:

“Allah’ımız bir!

Kitabımız bir!

Peygamberimiz bir!”

İşte tam burada durmuştum. Bu duruş hayli uzun sürdü. Üzerinden yedi yıl geçti.

O ses hâlâ kulaklarımda çınlıyor: “Peygamberimiz bir!”

Bu ne güzel temenni, fakat şu soruların cevabı hiç de bu temenni kadar iç açıcı değil: Bir, bu temenni yaşanan gerçeğe tekabül ediyor muydu? Bunun aktüel karşılığı var mıydı? Sahi, gerçekten bir miydi peygamberimiz?

Sorular bunlarla sınırlı değildi: Müslümanların tümü aynı peygambere mi inanıyorlardı? Farz-ı muhal, inandıkları peygamber kabrinden kalkıp gelse, “peygamberimiz bir” diyenler ona karşı kaç tür tavır ortaya koyardı? Bir tel alabilmek için saçına sakalına hücum edenlerin yüzdesi, bir parça koparabilmek için elbisesine üşüşenlerin oranı ne kadar olurdu?

Ya hiç tanımayacak olanların yüzdesi? Yoksa “Benim zihnimde oluşturduğum imaj aslından daha iyi” deyip, gerçeğine sırt mı dönerlerdi? Peygamberlerini taşlayarak öldüren İsrailoğulları gibi taşlayanlar da çıkar mıydı?

Her şey için geçerlidir: Bir şeyin gerçeği kaybolunca, imajı oluşturulur. Oluşturulan imaja “tasavvur” denir. Müslümanların zihninde oluşan peygamber tasavvurlarını merak edip araştırsak, birbirine hiç uymayan kaç peygamber tasavvuru çıkardı dersiniz?

Melek peygamber?

Yeryüzünde değil gökyüzünde yaşayan, dolayısıyla iz bırakmayan, iz bırakmadığı için de izlenmeyen, hayattan yüceltme bahanesiyle dışlanmış, dolayısıyla hayata taşınması mümkün olmayan, bir masal kuşu gibi hep “Kaf Dağı”nı mesken tutan, hayatın içinde ve hayata müdahil olmayan bir peygamber…

Ya da “vahiy postacısı”?

Kur’an’ı bir ara kablosu hüviyetiyle iletip, müminlerin hayatından usulca geri çekilen bir peygamber… Bu durumda o, artık tarihin malıdır. Misyonu yaşamıyla sınırlıdır. Dolayısıyla bu misyonun taşınması, yaşanması, üretilmesi, ihya edilmesi, örnek alınması söz konusu değildir.

İkisi de aynı kapıya çıkmıyor mu: hayattan dışlamak… Ne ki, birincisi bu sonucu yüceltme adına gerçekleştirirken, ikincisi indirgeme adına gerçekleştiriyor.

Birinciler peygamberlerine, Hz. İsa’yı yücelteceğim derken yarı-ilah haline getiren Hıristiyanların yaklaşımını sergilerken, ikinciler peygamberlerini taşlayan ve onlara sıradan biri muamelesi yapan Yahudilerin yaklaşımını sergiliyor.

Şu bir gerçek ki, bir peygamber iki tür yaşar: Birincisi fiziki varlığıyla, ikincisi misyonuyla. Bir peygamber iki kez öldürülebilir: Birincisi fiziki varlığını ortadan kaldırarak, ikincisi misyonunu ortadan kaldırarak.

Eğer peygamberin fiziki varlığı ortadan kaldırılmış fakat misyonu yaşıyorsa, o gerçekte yaşıyor demektir. Çünkü peygamberi peygamber yapan bedeni değil mesajıdır. Fakat eğer ortadan kaldırılan misyonu ise, işte peygamber asıl o zaman ölmüş ve öldürülmüş demektir.

Tarihsel süreç içerisinde, bir de İslami disiplinlerin kendilerine özgü peygamber portreleri oluşmuştu Hadisçilerin hep söz söyleyen, sürekli konuşan peygamber anlayışı, Fıkıhçıların, Hz. Peygamber’in her söz ve davranışına bir hukuk definesi gibi baktıkları formel aklın kodlayıcı peygamber anlayışı; ve Mistisizmin peygamberi adeta buharlaştırıp bir “enerji bedene” dönüştüren “Nur-u Muhammedi” felsefesine dayalı irfanî peygamber anlayışı…

Bu problemli tasavvurların sağlamasını neyle, nasıl yapacaktık? Yani, doğru bir peygamber anlayışına nasıl ulaşacaktık?

Elbette Kur’an’la!

Çünkü nasıl Kur’an’ı onunla tanıdıksa, onu da Kur’an’la tanıyabilirdik. O nasıl Kur’an’ın aynasıysa, Kur’an da onun aynasıydı. Allah’ın gör dediği yerden bakanlar, onu Kur’an’da Kur’an’ı onda görürlerdi.

Kur’an onu “tarihsel bir değer” olarak değil, aktüel bir değer olarak tanıtır ve her müminin “şimdi ve burada”sına taşır. Kur’an’a göre o aktif, kurucu ve inşa edici bir öznedir. Kur’an onu bir ‘iletişim aleti” gibi, ya da “melekleştirilmiş bir efsane varlık” gibi gören anlayışı dışlar.

En iyisi onu Kur’an’dan öğrenmek. Nasıl ki Kur’an’ı en iyi o anlatmışsa, onu da en iyi Kur’an anlatmıştır.

O veda hutbelerinde “büyük şahit” olmanın endişesiyle kendisini dinleyen kalabalıklara önce “Tebliğ ettim mi?” diye soruyor, ardından aldığı cevabı Allah’a arz ederek “Şahid ol Yarab!” diyordu.

Ondan 14 asır sonra dünyaya gelen sıradan bir kulun şahadetinin onun nezdinde bir değeri varsa, ben de şahidim ki o, Risalet görevini bihakkın yerine getirmiştir. Bu kitap, şahadetimin bir belgesi sayılırsa, işlevini ifa etmiş olacaktır.

( 1 Aralık 2000 )

 

Yorum Yaz