Umre ve imar üzerine

Ölüler ne imar ederler, ne imar olurlar.

Umre, kelimenin kök anlamının da ifade ettiği gibi “hayatı imar etmek” için gönüllülük esası üzerine (nafile) îfâ edilen bir ibadettir.

Her ibadetin, bir emirle yapılanı, bir de gönüllü olarak yapılanı vardır. Birincisine, fıkıh dilinde “farz”, ikincisine “nafile” adı verilir. Nafile, avamın dilinde içi boşalarak “boş iş” anlamına taşınsa da, din dilinde “armağan” demektir.

Namazın, orucun, zekatın nafileleri olduğu gibi haccın da nafilesi vardır. Nafile hac, farz hac dışında edâ edilen mükerrer haclardır. Ömürde bir defa farz olması, Allah’ın kul üzerindeki hakkıdır. Umre ise, haccın nafilesi olmaktan daha çok-ki o, nafile hacdır-, müstakil, nevi şahsına münhasır, sadece kendi kendisiyle kıyaslanan özel bir ibadettir. Allah Resulünün Hudeybiye barışıyla sonuçlanan yarım kalmış umresi ve bir yıl sonraki kaza umresi de, umrenin çok özel yapısını gösterir.

Hac, müminin içinde bir aşk ateşini yakma merasimidir. Baştan sona semboliktir. Bu ateş yandığı zaman, artık ok yaydan çıkmıştır. Sıla ve gurbet yer değiştirir. Nasıl ki Kur’an’ı “okudum” demek doğru değilse, Kâbe’yi de “ziyaret ettim” demek doğru olmaz. Nasıl ki Kur’an her okuyuşta yepyeni manalar fısıldarsa, Beytullah’ı her yeni ziyaret de, bambaşka âlemler açar. Aslında “hacc” kelimesinin anlamı içinde “tekrar tekrar ziyaret” vurgusu vardır. Adeta, bir defalık farzla şu denilmektedir: “Bir kez gel de, ondan sonra sıkıysa gelme!”

Tabi ki bu yorum, âşığın yorumudur. Kâbe’nin etrafında sütunları ve kubbeleri sayanların anlayacağı bir şey değildir. Harem-i Şerif’te oturup da, ezan okununca “Şuralarda bir cami bulsak da namazı kılsak” diyecek kadar cehl-i mürekkep sergileyenler de anlamaz. Hareme kadar gelip de, yüzbinlerin namazına ve duasına katılmayıp “Vahhabi” gerekçesiyle ya Kâbe imamına uymayan veya uyar gibi görünüp müstakil namaz kılan veya mezhep holiganlığı yaparak kıldığı namazı iade edecek kadar çılgınlaşan nasipsizler de anlamaz.

Bir kez gel de, ondan sonra sıkıysa gelme?

Nasıl gelmeyeceksin ki? Kâbe, aşkın kübik halidir. Kalbi temsil eder. Bedende kalp ne ise, yeryüzünde, belki kainatta Kâbe odur. Kalbin durması nasıl ölüm demekse, tavafın durması da Kâbe’nin ölümüdür. Her ziyaretçi, bulunduğu yerden Kâbe kalbine açılan bir kılcal damardır. Kâbe’nin pompaladığı manevi kan, bu damarlar vasıtasıyla yeryüzünün dört bir yanına dağılır. Oralara, tıpkı kalbin bedene hayat taşıdığı gibi hayat taşır.

Eğer ümmeti teşkil eden bir organ, merkezini Kâbe’nin oluşturduğu kan dolaşımı sistemine girmezse kangren olur. Artık, kan yürümediği için, o organ bedene yük olur. Sonunda bedenden kopar. Bu, felakettir. Bu felakete uğramamak için, kan dolaşımı devam etmelidir. Kanın bedende dolaşması, o bedenin diri olduğunun delilidir.

Eğer kan, beden Kâbe’si olan kalbi tavaf etmezse, buna ölüm denir. Eğer elektron, atom Kâbe’si olan çekirdeği tavaf etmezse, buna füzyon (eşyanın çöküşü) denir. Eğer dünya, kendi sisteminin Kâbe’si olan güneşi tavaf etmezse, buna kıyamet denir.

Umre, kelimenin tam anlamıyla bir îmar faaliyeti. Fakat ölüler îmar ve inşa yapabilirler mi? Îmar etmek ve îmar olmak dirilerin işi değil midir?

İşte işin can yakan tarafı budur. Hacca umreye eskiden develerle, atlarla, katırlarla giderlermiş. Arafat’a, Müzdelife’ye, Mina’ya develerle, atlarla, katırlarla çıkarlarmış. Hatta Efendimizin hîn-i hâcette yaptığı gibi “sünnet değil, ihtiyaçtan- Kâbe”yi binek üzerinde tavaf ederler, Safa-Merve arasını binek üzerinde sa’y ederlermiş.

Ne dersiniz, sizce bu develer, atlar ve katırlar da “hacı” olur mu?

Veya sizi Arafat’a kadar götüren arabalara “Hacı Mercedes, Hacı Ford, Hacı Toyota” diyebilir misiniz?

Niçin diyemezsiniz?

Çünkü onun bilinci, yani şuuru yok. Eğer şuur yoksa bir ibadette, ibadetin temeli olan “niyet” yok demektir. Niçin yapıldığı bilinmeyen bir eylem her şeye girer.

Harap bir kalp ile îmar olmaz. Bu, ölü olanların başkalarını diriltme iddiası kadar abestir. Umreler îmar içindir. Eğer harabeye dönmüş yüreklerimizi îmar edebilirsek, harabeye döndürülmüş topraklarımızı da îmar edebiliriz. Yine, insanımızın harap olmuş kimlik ve kişiliğini îmar edebiliriz.

Malumdur, içinden aydınlanmayanlar dışını aydınlatamazlar. Kâbe orada durdukça, Mekke orada durdukça, İslam ümmetinin yeniden diriliş umudu sürecektir. Hastalıklarımız mı? Evet, hastayız, hem de ağır hasta. Fakat bu “işimizin bittiği” anlamına gelmiyor. Aksine, ağır hasta olduğumuz halde egemen güçler bu kadar korkuyor. Ya sağlığımıza kavuşursak ne olur, hiç düşündünüz mü?

Hac ve umreler, sadece iç dünyamızı tamir amacına hizmet etmiyor, aynı zamanda hastalıklarımızı teşhise de yarıyor. Orada gördüğümüz olumsuzlukları böyle okumak, daha doğru olmaz mı? Hem doğru teşhis, en az tedavi kadar önemli değil mi?

O halde, orada su yüzüne çıkan hastalıklarımızı da bir sonraki yazıda konuşalım.

Yorum Yaz