Uyku ilahiyatı (2)

Kur’an, “gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde düşünen bir topluluk için belgeler olduğunu” söylüyor (2.164).

“Belgeler?”

İnsan, işte o ilahi belgelerin peşine düşmeli. O belgelerde yazılan ilahi kanunları okumalı. O belgelerden yola çıkarak hayatı, insanı, zamanı ve mekanı daha iyi tanımalı.

Gece ve gündüzden yola çıkarak yaratılmış olanın kaderinin çift kutupluluk olduğunu kavramalı. Gece ve gündüzden yola çıkarak, zıtları (ezdâd) ve eşleri (ezvâc), bunların tabi olduğu ilahi yasaları anlamalı. Oradan intikal ederek iman ve küfrün, mümin ve kafirin, hak ve batılın, iyi ve kötünün, doğru ve yanlışın tabiatını çözmeli.

“Geceyi size bir örtü, uykuyu istirahat zamanı ve gündüzü de (sizin için) yeni bir diriliş zamanı kılan O’dur” (25.47).

Üç unsur var: Gece, uyku ve gündüz. Gecenin tümü uyku değil, ama tümü örtü. Neyin örüsü? Şair “yorgan, Allah’sıza kadar sığınak” diyor.

Elbette gecenin koynunda günahkarlar da, katiller de, Allah’sızlar da yer bulur. Fakat gece asıl eşyayı örter. Nesneleri örter. Nesneler dünyası gece örtüsüyle görünmez olunca, zihnin maddeden manaya geçişi kolaylaşır. Beş duyuya hitap eden “alem-i mülk” gözden kaybolunca, “âlem-i misal” ve “âlem-i lâhut”a dikkat kesilen gönül gözü daha iyi görmeye başlar. Eşyanın pırıltılı renkleri cazibesini kaybeder. Zamana ve mekana gece inince, insan içindeki aydınlığı fark eder. Fark edince de, kaynağını arar.

Furkan 25’te dikkatimizi çeken bir başka husus daha var: Gündüzün diriliş kılınması. Yani, adeta Kur’an gece ve gündüzüyle bir günü, hayatın iki yüzünü hatırlatan bir unsur olarak takdim ediyor. Gündüz, bu dünya hayatı. Akşam ölüm, gece kabir hayatı. Sabah ise ba’su ba’de’l-mevt: Öldükten sonra diriliş.

Kur’an’ın geceyi ölüme benzetir. “Biz uykunuzu hayattan geçici bir kopuş kıldık” der. (78.9)

Yine: “O sizi geceleyin öldürüyor” buyurur (6.60). Devamla; “belirlenen ömrü tamamlamak üzere her gün hayata geri döndürenin de O” olduğu vurgulanır.

Kur’an ölüm hakkında iki kavram kullanır: Mevt ve teveffî. Birincisi bedenin hayatiyetini kaybetmesini, ikincisi ise Allah’ın emir alemine ait olan ruhu almasını ifade eder. Birincisi “nefse” izafe edilir, ikincisi Allah’a.

Yukarıdaki ayette “ölüm” ile kastedilenin “uyku” olduğu açıktır. Konunun tam burasında, birinci yazının başında ruh-nefis-beden üzerine söylediklerimiz hatırlanmalı. Uykuda, ruh bedenden bağımsız hareket edebilir. Özgür kalır ve kendi ufuklarında serbestçe dolaşır. Belki bir bakıma bedenen bağımsız hareket eder ve serbestiyete kavuşur. Yani, irfan okulunun benzetmesiyle, kafesin kapısı açılır ve “menfuh olan” (üflenmiş) ruh kuşu, kendi sılasına doğru süzülür. Bu, yine de kayıtlı bir özgürlüktür. Allah onu almadığı sürece, ruh kendine verilen görevi yapmak zorundadır.

Bedenle ve nefisle, yani mülk ve misal alemiyle ilişkisini sürdürür. Bir tür, küçük kafesten çıkar ama büyük kafes içinde kalır. Sahibi gel demediği için çekip gidemeyen bir Allah “memurudur” ruh. Zira; “O Rabbimin emrinden”dir.

Eğer beden nefsin cazibe alanına girerse, gece görülen rüyalar Kur’an’ın ifadesiyle “karmakarışık kuruntu türünden düşler” (adğas u ahlâm) olur. Yok eğer ruhun cazibesine kapılırsa, bu durumda düşler “rü’ye sâliha” olur. Bunlar içinde Allah Rasulü’nün ifadesiyle “mübeşşirat: teselli armağanları” cinsinden olanları da olur.

Ölüm gelince insan, mülk aleminin ve misal aleminin tüm kayıtlarından kurtulur ve kendi alemindeki bekleme mahalline alınır. Onun “yeniden diriliş” anına kadar bir berzahta soluklanır.

Ruhun kendi berzahındaki bu bekleyişi, idrak sınırlarımızı aşan bir aleme ilişkin bir hakikattir. Bu konuda söylenecek tüm sözler tekellüften ârî değildir. Yine de, bu meselede söz vadisine dalanlar, konu hakkında bir nice söz söylemişlerdir.

Bu konuda varit olan ikinci dereceden haberlerin paralel ve çapraz okunması yoluyla bazı sonuçlara varılabilir. Bu sonuçların tasviri ve sembolik bir dille ifadesi kaçınılmazdır. İşbu kayıt ve şartla söyleyebiliriz ki, söz konusu berzah, ya tutukluluk halidir, ya özgürlük. Tıpkı dünyadaki gibi, suçsuzluğu sabit olduğu halde mahkeme-i kübrâyı beklemek zorunda olanların ruhları, özgür olarak bekler. Bu bekleme mahalli, “cennet bahçelerinden bir bahçe” yerine geçer. Yine dünyadaki gibi, suçu sabit görülenlerin ruhları, tutuklu olarak bekler. Sevdiklerinden mahrum bir bekleyiştir bu. Bu bekleme mahalli de, “cehennem çukurlarından bir çukur” yerine geçer.

Değilse, mahkemeye çıkmadan ceza olmaz. Bazı hadislerdeki “kabir azabı” ifadesi, doğru anlaşılmalıdır. Buradaki azap, henüz “hesap günü” gelip mahkeme-i kübrada hesap görülmediği için ceza anlamına alınamaz. O halde, bu azabın manasını, “azap” kelimesinin kök anlamında aramak gerekir. Bu anlam, “mahrumiyet”tir. Tevbe, Salih amel, iman gibi altın fırsatlardan mahrum kalmanın verdiği “iç yangını” olarak anlaşılsa gerektir. Allahu a’lem..

Konuya dönecek olursak, Rabbimiz geceleri bizi “teveffi ettiriyor”. Fakat alemlerin Rabbi, geceyi bir “dinlenme zamanı” ve “örtü”, uykuyu bir “istirahat” olarak tanımlamakla, uykunun nimet oluşuna dikkat çekiyor.

Uyku nimeti, ne büyük bir nimet? Bir sonraki yazıda onu işleyelim.

Yorum Yaz